Hüseyin ALAN
KENT TOPLUMU VE MÜSLÜMANLAR
Kentler, ortaçağ kentleri, rönesans, sanayileşmiş, modern ve post modern kentler diye tanımlansa da genel olarak üç kategoride değerlendirilebiliriz:
- Ortaçağ ve öncesi kentler,
-Modern dönem kentleri,
-Post modern kentler.Kent Arapçada “Medine”, kentli insan “medeni”, uygarlığın karşılığı olarak da“medeniyet” olarak nitelenir. İngilizcede bunlar sırasıyla “city”, “civil” ve “civilization” dur. Kent, kentli, kent toplumu ve kent kültürü her dönemde kendine has farklı özellikleri olan bileşenleriyle bir bütünüdür. Kent kültürünün “uygarlıkla” bağı vardır. Kentli insan “uygar” insandır, tarih boyunca “uygarlıklar” kentte üretilmiştir.
Kentin 5 bin yıllık tarihinden bahsedilir. İlk kentler MÖ 3 ve 2 binli yıllarda Mezopotamya, Nil, İndus, Sarı ırmak gibi büyük nehirlerin vadileri çevresinde, verimli arazilerde kurulmuştur. Bunların ardından Mısır kentleri gelir. Daha sonra İran, Yunan, Roma kentleri ve uygarlıkları sıralanır. Anadolu’da bilinen eski ve önemli kentlerden, Diyarbakır Ergani’deki “Çayönü”, Konya’daki “Çatalhöyük” yerleşkesidir… Modern dönemler boyunca Batılı tarihçilerin tarihi kaynakları kendilerine göre şekillendirmeleri nedeniyle onların değerlendirmesi ön planda tutulmuş, dolayısıyla Afrika, Asya, Hint bölgesi ve Arabistan kentleri ve orada kurdukları medeniyetler ihmal edilmişler, görmezden gelinmişlerdir.
Tüm uygarlıklar kent kaynaklıdır. Buralarda tarım ürünleri biriktirilir, kurulu Pazar yerlerinde takas edilirdi. Kentler aynı zamanda yönetim merkezleridir. Kent, yerine ve zamanına göre geniş sayılacak biçimde bir araya gelmiş bazı ayırt edici özellikleri olan insanlar ve fiziki yapılar topluluğudur. İnanç, dil, etnik yapı ve kültür gibi belirleyici özellikleriyle ve farklı yapıda insanların bir araya geldiği, farklılarla iletişime geçip tanıştığı, etkileşime girdiği yerler olduğu kadar, bilginin paylaşıldığı, farklı alanlarda birlikte iş bölümünün yapıldığı, üretkenlik ve yaratıcılığın geliştiği bir potadır kentler. Aynı zamanda güvenlik, adalet ve yönetim gibi işlerin ortak bir hukuka dayalı bir düzenle yürütüldüğü ve bu işleri gören ayrı bir grubun oluştuğu bir mekândır. Pazar yerleri ve korunaklı kaleleri de var. Farklı grupların farklılıklarını koruyarak ama bunun üstünde yeni bir topluluk da oluşturduğu kent toplumuyla, yeni ve başka bir kültür üretilmektedir. Kentli insan giderek eski geleneklerden, eski bağlılıklarından ve cemaatinden kopmuş, yeni bir kimlik kazanarak özgürlük kazanmış, kendi başına karar alabilen, kendi kazanıp kendi harcayan bir insan tipidir.
Kentte geleneksel ilişki biçimleri ve dayanışma giderek ikincil tarzda yeni ilişki biçimleri ve dayanışmaya dönüşür. Hemşeri dayanışmasından komşuluğa ve mahalleliğe, oradan yeni tanışıklıklarla gelişen kentli dayanışmasına, oradan da yeni ilişki biçimleriyle kentliliğe geçiş vardır. Kentli insan tek başına bir iş yapamaz. Uzmanlaşmak, diğerleriyle birlikte iş yapmak ve dayanışmak zorundadır. Ortak iş yapma kültürü, ortak ve yeni fikirler çerçevesinde bir araya gelmeyi, tanışıklığı ve yeni bir dayanışma biçimini üretiyor. Sivillik, ortak çıkarlar çerçevesinde, geçici ve rasyonel amaçlı, sivil toplum merkezli dayanışma ve örgütlenme böyle gelişmektedir. Kentli insanda süreç içinde “anomali” hali baş gösterir. Bu, “değerden” bağımsız kalmanın sonucunda ruhsal ve nörolojik hastalıklarla kuşatılmaktır. Günümüzde yurt dışında ve Türkiye’de yapılan istatistikler, dünyadaki kentli nüfusun %40’nın bu durumda olduğunu göstermektedir. Kuranı Kerimde bahsedilen ve helak edilen kentlerin helak gerekçelerini hatırladığımızda, bu sonuç anlaşılabilir olmaktadır.
ORTAÇAĞ KENTLERİ VE GELENEKSEL TOPLUM
Orta çağ kentlerinde mimari, kentsel mekânlar ve kent kültürü, her yerde dini kültürden tasarlanmış ve üretilmiştir. Kentlinin barınma, çalışma, dinlenme, ibadet ve eğlence mekânları dini içerikli sembollerle betimlenir. Mekânlar, ilişki biçimleri, karşılıklı etkileşim ve örgütlenme dini bağları güçlendirici, dini kültürü yeniden üretici ve gelecek kuşaklara aktarıcı biçimdedir. Kültür üretimi ve aktarımı sözlü kültürlere dayanır. Sözlü kültür aynı zamanda eyleme içkin bir özelliğe sahiptir. Aile yapısı, mahalleli ve şehirli çeşitli vesilelerle, belirli mekanlarda dini kültürü yaşatır ve üretir. Bu durum toplumsal bellek dediğimiz, dini referanslı değerler ve kavramların kodlanarak yeni nesillere aktarılması ve hayat içinde yeniden üretilmesidir. Sözlü kültür davranışsal kodlar içeren, toplumsal belleği canlı tutan bu tip özelliklere sahiptir.
Geleneksel kentlerde ve toplumlarda geniş aile tipi vardır. Evler bahçelidir, yüksek duvarlarla sokaktan ayrılır ve bu mekanda üç kuşak bir arada yaşar. Duvarlar arasındaki evler “hayat” denilen geniş, ferah, çoklu oturulabilir bir ön düzen içinde alanı kapsar. Erkekler işe gittikten sonra kadınlar ve çocuklar gündüzün büyük bir kısmını, komşu ve mahalleli ile bu “hayatta” geçirir. Kapılarda iç içe geçmiş iki tokmak vardır. Büyüğünü erkekler, diğerini kadınlar çalar. Böylece içeridekiler gelenin kimliğini anlardı. Yaşlılar mahalle kahvesinde, mabetlerde ve çevresinde toplanır, aktüel konular konuşulur ve mahallelinin hallerinden haberdar olunurdu. Çarşı, Pazar mekânı şehir merkezinde kurulur, zanaatkârı ve esnafı dayanışma içinde iş yapar, alış verişler yüz yüze yapılırdı. Şehir nüfusu bu günküler kadar olmadığı için hemen herkes birbirini tanır, sokak ve caddelerde selamlaşma ve hatırlaşma herkesi kapsardı. Değişik inançlardan ve farklı renklerden meslek gurupları bir arada bulunur, herkes birbirini güzellikle gözetirdi. Bu mekânsal mimaride ve toplumsal örgütlenmede küçük veya büyük birimlerde hem bilgi üretim işi, hem bilgi transferi, hem farklı kültürle tanışıklık ve hem de karşılıklı kaynaşma gerçekleştirilir. Sözlü kültür ve öğrenim sistemi bu mekânlarda haberdar olmaya, pratik dayanışmaya, problem çözmeye ve yardımlaşmaya dayalı örneklerle, canlı olarak işler.
Genel olarak zengin ve fakir evleri aynı mahallede olup dış mekânsal ayrışma görülmez. Geniş aile tipinde fertler güvenlik ve gelecek kaygısı taşımaz. Üyelerden birinin başına gelen bir olumsuzluk, dayanışma içinde çözülür. Dini kültürden sıkça üretilen ziyaretleşme ve ziyaretler bu bağlamda toplumda çok önemli bir yer tutar. İnsan hayatı, doğum, ergenliğe geçiş, sünnet, düğün, yaşlılık ve ölüm arasında geçen bir süreçtir. Bu devreler, hayatın geçiş dönemleridir. Bu nedenle hayırlı olsun, gözün aydın, tebrik ederim, geçmiş olsun, başın sağ olsun gibi vesilelerle devam ettirilen ziyaretleşmede dayanışma ve kaynaşma canlı tutulur, kültürel kodlar korunur, yaşatılır ve gelecek kuşaklara aktarılır. Buralarda kadın belirleyicidir, öznedir, etkendir. Genelde mahalleli erkeklerin birlikte eda ettiği sabah ve yatsı namazları, haftalık Cuma, yıllık ramazan ayı, umre ve hac gibi kongre tarzı birliktelikleri, ümmet bilincini güçlendirici, dayanışmayı artırıcı önemli vesilelerdir. Bu vesileler, haberdar olmada ve sorun çözmede güçlü etkiler yapar. Bu işlerde de erkek özne, belirleyicidir.
Geleneksel ailede kadın ve erkeğin rolü bellidir. Toplumda kurulu hiyerarşide yaşlılar ön plandadır. Onların hatırı sayılır, tecrübelerinden istifade edilir. Çocuklarsa ailenin ve mahallelinin koruyucu kalkanı altındadır. Namus, iffet ön planda, kişinin namusu mahallelinin namusudur. Kadın, sosyal, toplumsal ve kültürel hayatın önemli bir öznesidir. Mahalleliyle ilişkiler, evin idaresi, aileye katılanların kaynaşması, çocukların eğitimi, büyüklere saygının yaşatılması, kuşaklar arası bağın güçlendirilmesi, kadının işidir. Rızık peşinde koşan, türlü zorluklarla baş eden ve eve yorgun argın gelen eşinin dert arkadaşı, kendisinde sükun bulduğu yoldaşıdır… Modern dönemlerde kadın sokağa çekilerek aile parçalanacak, bu dönemde ekonomik ve sosyal bir aktör olacaktır. Özgürlük ve eşitlik arayışı peşinde koşturan modern kadın, statü ve kariyer arayışına girecek ve yapısal olarak değişecektir.
Ortaçağ kentlerindeki geleneksel toplumlarda, sosyo ekonomik alan dahil kültür ve siyasal yönetim meşruiyetini dinden almaktadır. Batıda bu devrede dini hukuk, kilise egemenliği ve ruhban sınıfının üstünlüğü söz konusudur. Yöneticiler meşruiyetini kiliseden almaktadır. Kilise, mülk egemenliği dahil yönetimde tekel sahibidir. Batıda din adamları ayrı bir gruptur, onların ayrı bir örgütlenmesi vardır. Müslüman toplumlarda din adamlarının bu üstünlüğü olmasa da, siyaset de meşruiyetini dinden alır. Toplumda sınıflaşma ve ayrışma, yönetici-yönetilen şeklinde belirginleşir. Savaşlar her tarafta dini gayelerle yapıldığı için sorun olmaz. Ahali, siyasi ve askeri kurallar dışında alabildiğine serbesttir. Özgürlük alanları çok geniştir, yönetici gurup halkın her şeyine fazlaca karışmaz. Siyaset işleri, iktidar değişimleri sarayda, saraylı sınıf arasında yapılır. Siyasi rekabette saraylılar arasında cereyan eder. Üretimde tekelleşme yoktur. Bu dönemde kırsal alanla kent arasında bir kopukluk yok, ekonomik faaliyet ve üretim iki tarafta da yapılmaktadır. Ekonomik işlerde rekabet değil dayanışma esastır. Zenginlik yönetici sınıfta toplanıyor. Demografik yapı kozmopolittir. Kültürel hayat çok zengin, çeşitlilik korunmaktadır. Kültür, bilgi üretimi ve aktarımı dini inançtan üretiliyor. Toplumda rol modeller, dinen önemli gösterilen azizler, azizeler, sahabeler ve peygamberlerdir. Geleneksel kent toplumun kurucu, inşa edici ve düzenleyici ilkeleri, siyasi ilkelerdir. Bu ilkeler de dini referanslıdır. Bu durumun ne kadar sahih olup olmadığından çok meşruiyetin dinden alınması önemli ve esastır.
Bu değerlendirmeleri yaparken bazı şeyleri hatırlatmakta yarar vardır. Modern algıya göre geleneksel toplumlar olarak nitelenen bu toplumlar, o dönemlerde, dünyanın batısı doğusu dahil hemen hemen birbirine benzer özellikler taşımaktadır. Detay farklılıklar, genel görüntüyü bozmuyor. Kabaca özetlenen bu nitelikler, o toplumların genel görüntüsünü ve karakteristik özelliklerini vermektedir. Ayrıca, bu toplulukları değerlendirirken, modern toplumlarla kıyaslanması niyeti taşındığından, anlatılanların veya ihmal edilenlerin bu bağlamda değerlendirilmesi gereklidir.
MODERNİZM, MODERN KENTLER, MODERN TOPLUM VE KÜLTÜR
Şu tespitleri baştan hatırlamakta, konu sonunda toplumsal durum mukayesesi yapılırken yeniden düşünmekte yara vardır. Akılda tutulmasını istediğimiz bir konu da şudur: İnsanlık tarihinde bir kırılma yaratan modern dönemler, gerçekte fesadı yaygınlaştırma gücünü ele geçirme, fesadı iktidar kılma dediğimiz şeydir. Kırılma bu noktadadır.
- İslam Fıtratı üzerine doğan saf ve tertemiz tüm çocuklar, sonradan ebeveynle, çevreyle, toplumla ve kent kültürüyle değişiyor ve yeniden şekilleniyor. O halde fıtrata, fıtri özelliklerin çevreyle şekillenişine bir de bu açıdan bakmalıyız. Burada sorumuz şudur: Çevreyi, toplumu, kenti, kent kültürünü hangi irade üretmektedir? Bu durumda insanlar hangi kültürel atmosfer altında yeniden şekillenmekte ve dönüşmektedir?
- Allah, inanıp salih amel işleyen kullarına yeryüzünde iktidar nimeti ve gücünü verdiğinde, onlar adaleti ayakta tutar, salâtı ikame ederler derken bir şey daha bildiriyor; onlar, yeryüzünü (şehri) imar ederler. Şehrin imarını, mekânsal yapı tasavvuru, mimari inceliklerle çevrili şehir toplumu ve şehir kültürü olarak birlikte düşünelim. Bu kültürde fesadın yaygın, zulmün egemen olduğu, batılın ve haramların ayakta tutulduğu şehir toplumuna, şehir kültürüne ve şehrin idari yapısına, bir de bu açıdan bakalım. Şayet şehri kuran irade Müslüman iradesi değilse, şehir toplumunu ve kültürünü üreten irade de Müslüman iradesi olmayacaktır. O halde, şehirde yaşayan Müslümanlar, kendilerini ve gelecek neslini korumak için ya şehri değiştirecek ya da kendi şehirlerini kuracak bir iradeye sahip olacaklardır. Bu iman etmelerinin gereği doğal bir sonuçtur. Çünkü şehir, kamusal alanı ve kültürüyle dönüştürücü ve değiştiricidir. Bu durumun farkında olan Müslümanlar da, varlık gerekçesi olarak yapması gerekeni yapmakla mükellef oldukları bilincinde olanlardır. Zira bu iradesini ve iddiasını yitiren Müslümanlar, Kuran’ın sıkça örneklediği ve ibret alınmasını istediği tipik Hıristiyanlar ve Yahudiler gibi dini değiştirmek, manevi alana çekilmek ve dini telakkiyi bozmakla karşı karşıya kalacaktır. İşte bu noktada peygamberlerin yaşadıkları şehirlerde gösterdikleri mücadelelerin amaçlarını, nedenlerini, şehrin yöneticileriyle uzlaşmazlıklarını ve örnek hayatlarını düşünmek, bizlere yeni bir ufuk açacaktır.
- Kurucu, inşa edici ve dönüştürücü bir irade olmaktan, yeni bir hayat ve kültür üretmekten vazgeçen Müslümanların şehir toplumu ve yöneticileriyle uzlaşı içinde olduklarında birbirlerini etkileyeceklerini hesaba katmalıyız. Bu şartlarda hangi düşünce ve araçlarla hayatlarını sürdürebileceklerini, nelerden vazgeçerek bu duruma düşebileceklerini şimdi daha açık olarak düşünebiliriz. Şehrin imarı derken şehir toplumunu, kültürünü ve idaresini dönüştürme iradesini terk edenlerin, modern kültürün etkisiyle modern topluluklar içinde yapılanarak kendilerini korumaya çalışması, Müslüman zihninde ve nesillerinde ağır hasarlar oluşturacaktır. Bu zihin, gayet tabii olarak dini değiştirecek, araçsallaştıracaktır. Tıpkı Yahudi ve Hıristiyanlar gibi din, maneviyat ağırlıklı huşuuya, manevi faziletleriyle çevrili ibadete, kişisel ahlaka ve erdeme ve nafilelere yönelik pratiğe indirgenecektir. Dinin barış dini olduğu, diğer dinlerin ve ilkelerin de hakikati temsil edebildiği dolayısıyla hakkın üstünlüğünden vazgeçildiği algısını böylece üreten zihinler, Allah’ın sadece hep affedici olduğuna ve herkesi cennetine koyacağına kadar varacaktır. Hak ile batılın karıştırıldığı bu yeni durumda marufun emrinden, münkerin nehyinden vazgeçilmek zorunda kalınacaktır. Bu tarz algı ve pratiklerin neden ve sonuçları üzerinde de düşünebilmeliyiz. Bu çerçevede Maide süresinin 77-81. Ayetlerini de hatırlamakta ve yeniden okumakta fayda umulur.
MODERN İLKELER
Kabaca 16. Yüzyılla başlayan ve Rönesans ve reform çağı olarak adlandırılan, daha çok düşünüş biçimini ve kültürel durumu ifade eden aydınlanma çağı, toplumsal bazda, sosyo-ekonomik ve siyasal anlamda 18. Yüzyılda kurumlaşmış, oradan da tüm dünyaya yayılmıştır. İkinci dünya savaşı sonrasında gözden düşen modernizm, 1970’lerdeki kapitalist krizden kurtulma arayışıyla şekillenen post modern düşünüş biçimiyle esastan sorgulanmaya ve reddedilmeye başladı. Tarihsel bir kırılmayı da ifade eden modernizmin ilkeleri, küresellik ideolojisiyle kurumlaşmaya ve yeni bir toplumsallık üretmeye başlayan post modernizm döneminde tarihe havale edilme yolundadır.
Modernizm, kendince biçimlendirip tanımladığı “geleneğin” antitezidir. Şimdiyi, şimdiki zamanı esas alan bir algıya tekabül eder. Bu algı, gerçekte çok boyutlu bir tasarım ve toplumsal bir düzenlemeyi de ifade eder. Modernizmin temeli kültürel bir projeye dayalıdır. Zihinsel bir dönüşümün ifadesi olduğu kadar, algı ve pratiği de etkilemiştir. Modernizmde akıl, rasyonel akıl; tarih, insan aklının ilerlemesinin ve evrimleşmesinin tarihidir. Burada akıl, toplumun temel yapı taşıdır. Bu paradigmada tanrının yerine insan geçti. Yeni otorite artık insandır. İnsan aklını kullanırken başka otoritelerin vesayetini, özellikle kutsala referansı ortadan kaldırır. Referans her alanda tektir; bu aklın ürettiği “bilim”. İlim ve hakikat artık kitabın sahifelerinden, vahiyden değil, doğadan, doğayı okumaktan üretilecektir.
Modern bilgi, tek doğruyu temsil eder. Hakikat, insan aklının ürettiği bilgidir. Doğru evrenseldir. Modern bilgiye göre sadece doğru ve yanlış vardır. İkisi arasında gidip gelir. Ortada bir yer yoktur. Post modernizmde olduğu gibi hem o, hem bu yoktur; ya o, ya da bu vardır. Toplum da bu ilkeye göre yapılanır. Modernizm kendini kentte gösterir. Kentte, toplumda ve sosyo-ekonomik alanda rasyonel bir planlama vardır. Bilgi üretimi dahil ekonomik üretim de standarttır. Yönetim seküler ilkelerle yapılır, sosyo-ekonomik yapılanma da laiklik temeli üzerinde yapılanır. Modernizmde dünya bir bütün, tarih bir tek tarihtir. Kültür de tektir. Modern kentlerde eğitimli insanlar bireyseldir. Bireyler, kent kültürü içinde statü arayışı, kariyer ve sınıf değiştirme kültürünün etkisindedir. Kadın ekonomik ve sosyal açıdan özgür, erkeklerle eşit bir varlıktır.
Modern bireyler kentlerde yoğunlaşırken, üretim de kırsaldan kentlerin tekeline geçer. Üretim tarzı ve süreci de tektir. Üretim bütünsel ve entegre sistemle tek fabrikada gerçekleşir. Kapitalizm ve onun ürettiği Pazar ekonomisi de moderniteyle gelişip yayılmıştır. Pazarda karşılığı olan her şey değerli, diğerleri değersizdir. Kentte siyasi, iktisadi ve kültürel yeni bir yapılanma oluşur. Kapitalist üretim tarzı, sosyal hayatta modern toplumsal bir biçim üretmiş, politik iktidarı da dönüştürmüştür. Modernizmde tek düzelik, homojenlik ve ilkelere bağlılık esastır. Kentli birey geleneksel bağlardan, dini değerlerden kopup yeni bir hayat modeli denemesine geçer. Birey bu arada yeni ve bağlayıcı bir kimlik kazanır. Kültür okullar vasıtasıyla ve tek tip modern eğitim sistemiyle kentte öğrenilir, yeni kuşaklara aktarılır. 19. Yüzyılın sonlarına doğru kapitalizmin doğurduğu ekonomik koşullar kötüleşip sınıfsal ayrışmalar ve çatışmalar başlayınca, yönetimde sosyal devlet anlayışı geliştirildi.
Modern kentlerde dini alanla dünyevi olan ayrışır. Sosyal eylem, ekonomik ilişki ve politik iktidar biçimleri rasyoneldir, dini temele dayanmaz. Buralarda çıkar temelli ilişkiler ve rekabet geçerlidir. Bireyler değerden bağımsızdır, özgürdür, toplumun bir parçası değildir. Kendisi amaç ve sondur. Başkalarının amaçları için kullanılamaz. Modern kültür ve ortam, coğrafi, etnik, sınıfsal, dinsel ve ideolojik sınıfların ötesinde yeni bir kimlik altında birleşmeyi vaat eder. Bölünmüşlüğü ve yeni bir kültür üzerinde birleşmeyi önerir.
MODERN KENTLER
Buharın enerjiye dönüşmesi, elektriğin kullanılması, motorların icadı ile klasik üretim tarzı, makineleşmiş üretim biçimiyle yenilendi. Atölye ve fabrikalar hızla arttı. Üretim parçalı değil bir bütün süreçtir ve totaldir. Üretim, ihtiyaçlar için değil Pazar içindir. Endüstriyel üretim başlayınca işçi açığı oluştu. Kırsaldan kentlere büyük göçler bu nedenle başladı. Fabrika çevrelerine, kentin mücavir alanlarına doğru yerleşim yoğunlaştı. Modern kentler hızla büyüdü, konut açıkları oluştu. Demir yolları, oto yollar, köprüler yapıldı, limanlar yenilendi. Gelişen teknolojiyle birlikte kitle ulaşım ve iletişim araçları yaygınlaştı. Radyo, gazete, telgraf vs araçlarla bilgi paylaşımı arttı. Tek tip, basit sosyal konut yapımları hızla yayıldı. Eğitim, sağlık, ulaşım, imar gibi alt yapı sistemleri gelişti. Metro gibi araçlar, şehir içi ulaşımı rahatlattı. Bunlar kentte dinamizm ve hareketlilik kattı.
Kentlerde kurulan fabrikalar, kırsalda yok olan üretim nedeniyle işsiz kalan köylüler için işçilik ve istihdam imkânlarının çekim merkezleri oldu. Avrupa ve Amerika kentleri ülke içinden ve dışından büyük çaplı göç almaya başladı. Şehirde zanaatkârlık yapan, el işçiliği ve küçük esnaflıkla geçinenlerin işleri bozuldu, loncalar kapandı. Bunlarda fabrikaların işçileri oldu. Geleneksel toplumda gözde meslekler olan mühendisler, doktorlar, eczacılar dahil işçi statüsüne düştüler. Nihayet üreticiler, ticari kurumlar ve yöneticiler, kentte yoğunlaştı. Kentler her açıdan çekici oldu. Kentsel mekanlar, üretim planlamasının ve üretimin birer parçası olarak düzenlendi. Kent mimarları ve tasarımcıları kenti yeniden tasarladılar ve inşa ettiler. İşçiler için ucuz, işlevsel, sosyal konutlar yapıldı. Binalarda kullanılan demir çelik, betonarme, cam ve asansörler yeni tekniklerdi. Kentler böylece, modern planlamayla yenilendi. 1850lerden itibaren, kentlerde nüfus patlaması yaşandı. Kapitalizm bu kentlerden dünyaya yayıldı.
Kent merkezi, sosyal yaşantı, yeni açılan pazarlar, barlar, kafeler, stadyumlar, alış veriş merkezleri kente yeni boyut kattı. Ulaşım imkanları, iş dışında insan kalabalıklarını bu merkezlerde topladı. Bu mekânlar aynı zamanda kentlinin bir araya geldiği, iletişim kurduğu, ortak aktiviteler gösterdiği yerler oldu. Dini kurumlar bu devrede yapısal dönüşüme uğradı.
Kent merkezi, sokak, cadde ve bulvar, meydan, park ve bahçe ideolojik sembollerle, modern anlatıyı benimseten görsellikle yüklüdür. Hafıza kodlayıcı heykeller, anıtlarla çevrilidir. Türkiye örneğinde kapitalist gelişim ikincil düzeyde de olsa modern kültürü benimseten örnekler olarak Cumhuriyet apartmanı, Cumhuriyet sokağı, Cumhuriyet caddesi, Cumhuriyet bulvarı, Cumhuriyet savcısı, Cumhuriyet anıtları vs sayılabilir. Bunlar kişi ve toplum belleği kurmak, kalabalıkların hafızasını şekillendirmek için önemlidir.
Modern kentin işlevi yaşama, çalışma, bedenin ve ruhun bakımı, iletişim gibi konularla sınırlandırıldı. Okullar ve eğitim sistemleri ile geleneğin kodları çözüldü. Modern kodlar belletildi. İletişim, kalabalıkların toplanma yerleri sayesinde kentli, kentten olup bitenden haberdar oldu. Dolayısıyla kentli kültürlü, çalışkan, üretken ve hızlı biri oldu. Kentteki hızlı gelişim, kentliyi, sürekli değişken yapıya uyum sağlamaya zorluyor. İletişim ve ulaşımın da etkisiyle, kentteki hızla beraber zaman ve mekan kavramı anlamını yitirdi. Sürekli hız, değişim, kargaşa, insanları yeni duruma ayak uydurmaya zorlar. Bu hıza ayak uyduramayanlar geride kalır. Kent toplumundaki bu hızla, sonunda kimlik ya da kimliksizlik sorunu başlar. Çünkü modern kentli insan tipi sürekli eskiyi yok eden, sürekli yeni durum ile karşılaşan biridir.
Sivil-resmi kurumsal yapılar ve kamusal alanlar, kent kültürünün oluşumunda önemli rol oynar. Toplumun yapılanması birey-toplum ilişkisi, sosyal iletişim ve etkinlikte fiziksel çevre önemlidir. Mekanlar arasındaki hiyerarşi dikkat çekicidir. Mekansal düzenleme insan davranışını etkiler, hafıza oluşturur. Modern planlama bu işi iyi becermiştir.
Modern kentlerde, toplumsal yapıda ve yeni oluşturulan kültürde vaat edilenlerin bedeli, gelenekten kopmak, tarihi, eskiye yıkmaktır. Modern algıda geleceği kurmak, eskiyi yıkarak başlamaktadır. İnsan böylece zincirlerinden kurtulur. Yani bilginin ve toplumsal örgütlenmenin kutsal kabuğu böylece kırılır. Maddi alemde, kentte kutsalla bağ, bu nedenle kopartılır. Modernizm, temel felsefesi ilerleme fikriyle tarihten ve gelenekten kopuşa imkan verir. Buna karşılık serüven, güç, coşku, gelişme, kendini ve dünyayı değiştirme şansı tanır, vaat eder. Kentlinin bu süreçte sahip olduğu ve bildiği her şey yok olur. Yeni olanla yer değiştirir.
Modernizm ve kapitalizm insan yaşamında temel dönüşümler ve yenilikler getirdi. Toprağa bağlı yaşam, kutsalla bağımlı değerler, geleneksel ve cemaatsel ilişkiler yok oldu. Yaşam kentlerde yoğunlaştı, üretim kentlere yığıldı. Kentsel mekan yenilendi, sermaye, ticaret, mal alışkanlığını kolaylaştırıcı yeni mekan düzenlemeleri oldu.
Geleneksel toplumda dini ilkelerle kategorize eden sosyal hayat, modern ilkelerle yeniden yapılandırıldı. Modern ülkü her tür farklılığı yok sayıp, kendi değer sistemlerini de yeniden üretti. Modern toplumsal yapı, sosyal ve kültürel gelişimi, ekonomik İlkerler, üretim tarzı biçimlendirdi. Tüm bu sürecin tek açıklaması kapitalist üretim tarzıdır. Ekonominin, hayatı kendine göre şekillendirmesi, sosyo politik alanı da düzenlemesidir.
İnsanlığın ne kaybettiğini şimdilerde anlayabiliyoruz. Bu devrede din tarih dışı, hayat dışı kalmıştır. Uzunca süren bu devrede, dindarlar ve diğer farklılıklar fikren ve mekan olarak şehirlerde “gettolaştı”. Böylelikle kendini korumayı düşündü. Gettolaşma, karşıdakine endeksli bir durum ürettiği için başarılı olma şansı yoktu. Gettolaşma fikri, değişim iradesinden çok korunma düşüncesinden kaynaklanıyordu. Nitekim gelişen iletişim ve ulaşım imkanlarıyla şehir büyümeye başlayınca, gettoları da kuşattı. Modern dönemlerde Müslümanlar Pakistan devleti ve İran devrimleriyle karşı çıkmayı denediler. İslami hareketler de bu anlamda modernizme karşı çıkışın örnekleridir. Pakistan ve İran, küresel kültür karşısında, modern getto muamelesi gördü ve ulus devlet perspektifinde çakılıp kaldılar. İslami hareketlerse, küresel ve yerel güçler tarafından çok sert muamelelere, baskılara ve dışlanmaya maruz kaldı. On binlerce Müslümanın hayatı cezaevlerinde çürütüldü, birkaç nesil yok edildi. Post modern dönemde yerel baskılara küresel destek gelmeyince Müslümanlar rahatladılar fakat bu defa da irade ve taleplerde değişim gözlendi.
Modern dönemlerde Hıristiyanlık ve Yahudilik değişti, dönüştü. Din, teolojik bir kabule, bireysel ve manevi bir hazza dönüştü. Fizik alandan, dünyevi yaşamdan koptu. Budizm ve benzeri diğer dinler de modernize oldular, kent kültürüyle uzlaştılar. Bu bağlamda dindarlar yapısal değişime uğradılar. Süreçte sadece Müslümanlar direnmeye devam ettiler, ediyorlar. Buna rağmen yeni dönemde gettolaşarak var kalma mücadelesi, bir kurtuluş reçetesi olarak görülmemeli. Çünkü gettolaşma, özünde kendi iç dinamiklerinden gelişen, değiştirici bir irade koymanın çok ötekisinde, karşıtına endeksli bir tepkisellikle malüldür. O nedenle geçmişte olduğu gibi yeni dönemde de gettolaşma yeni bir model oluşturamaz. Bunun yerine kenti dönüştürme iradesi ve talebine yeniden dönülmelidir.
Kent kimliği o kenti diğerlerinden ayıran, farklı kılan, o kente anlam ve değer katan unsurların oluşturduğu bir bütündür. Kent kimliği ve kültürü ve toplumsal kültürel yaşama ilişkindir. Kollektif kimlikler sosyal hayatın mekanlaşması aracılığı ile kurulur. Toplumsal bellek mimari ile yakından alakalıdır. Kentli yaşadığı mekana değer yükler, oraya bağlanır. Bu değerler için fedakarlıkta bulunur. Toplumun yapılanması, toplantı ve kaynaşma alanları, ferdi ve birlikte irade alanlarıdır. Kent kültürü burada yaşatılır. Diğer insanları görme-duyma fırsatı burada kazanılır. Sosyal ortam bir arada şekillenir. Kamusal alan kavramı o nedenle önem kazanır. Kamusal alan dönüştürücüdür. Kamusal alan, günlük rutinlerde, dönemsel şenliklerde, toplumsal aktivitelerde fonksiyoneldir. Toplumu birbirine bağlayan ortak zemindir. Kentin önemli parçasıdır. İnsanlar, insanların olduğu yere giderler. Burada iletişim sağlanır. Ortak kimlik oluşturulur, sosyalleşilir. Kamusal alanı tasavvur eden zihin, irade ve ilke bu nedenle önemlidir. (Günümüzde AVM lerin – TV ve medyanın kamusal alanların yerine geçtiğini düşünürsek, bu alanın ne kadar fonksiyonel olduğunu anlayabiliriz.)
Kentler sadece evlerin iş yerlerinin arttığı yerler değildir. Farklı olanlar ve etkinlikleri bir arada toplayan, dönüştüren yerlerdir. Ekonomik, politik, sosyal ve kültürel yaşamın merkezleridir. Bu bakımdan kent kontrol eden bir yerdir. Kent insanı özgürleştirir. Karar alma ve yeni yönler belirlemesini sağlar… Geleneksel bakışa göre kentler ahlaksızlık, tehdit, kadınlar için tehlikeli ortamlardır… Modernistlere göre cinsiyetsizliğin (eşitlik), ataerkil ilişkilerin, geleneksel kültürün kısıtlamalarından uzak, kendini fark ediş ve bireyselliğin kaynağıdır… Feministlere göre özgürlük, ev yaşantısının tutsaklığından ve kısıtlamasından ve boğuculuğundan uzaklaşma mekanıdır… Özetle kent, göçlerle gelen taşınmalar sonucu alışkanlıkları ve rutinleri değiştirmek için ve farklı bir kimliğe kaymak için bir fırsattır. Kentli bir ortam daha çok seçenek, farklı gruplar içinde hareket etmek ve arada kaybolma ihtimalini sunar.
Bu arada Müslümanların kentle ilişkisi, kent bütünlüğü ve kültürü ile mücadelesi hangi eksendedir diye sormalı ve üzerinde ciddiyetle düşünmeliyiz. Bizi yönlendiren ilkeler, algı ve pratikler zımnen uzlaşmaya dayalı ve kendimizi koruma amaçlı mıdır, yoksa, dönüştürme ve yeniden bir inşa amaçlı mıdır? Bu soru önemlidir. Post modern döneme erişen Müslümanların genel taleplerine, söylemlerine, iddialarına bakarsak cevaplar iç açıcı değildir. Bu durumda konumumuzu ve duruşumuzu yeniden gözden geçirmeli ve belirlemeliyiz. Yakın çevremizden tanıdığımız, bildiğimiz nicelerinden değişenler, dönüşenler ve savrulanlara rağmen. Unutmayalım ki; modern olsun, post modern olsun, bu ilkelerin ve paradigmanın “ötekisi” sadece Müslümanlardır. Yine unutmayalım ki fesadın iktidarı, bu dönemlerde mümkün olmuştur.
Modernizme ve modern toplumsal modele karşı, kendisi de modernizmin bir ürünü olan Marksist ideoloji alternatif bir toplum modeli önererek karşı koydu. Başardı ve yeni toplumlar da kurdu. Fakat süreçte o da ikiz kardeşi liberal ideolojiye yenildi ve tarihe geri çekilmek zorunda kaldı. Bunun en önemli nedeni, kök paradigmanın ikisinde de aynı oluşu, insan üzerinde liberalizmin ona karşı daha başarılı olmasıydı.
POST MODERN ALGI, POST MODERN KENT-TOPLUM VE KÜLTÜR
İkinci dünya savaşı sonrasındaki arayışlarla başlayıp 1970’lerdeki ekonomik krizle dillendirilmeye ve konuşulmaya başlanan post modern teori, günümüzde toplumsal bazda, küresellikle kurumlaşarak yoluna devam ediyor. Modernizm içinden çıkmış, ondan kesin bir kopuşu mu ifade ediyor yoksa modernizmin ve kapitalizmin krizinin bir parçası mıdır? Bilimsel disiplinler bakımından henüz üzerinde mutabakat sağlanmış bir tanım ve tarifi olmasa da, çerçevesi çizilmiş felsefesi, sosyolojisi ve siyasal bir modelinden bahsedilebilir. Tanımlar da ortak noktalar bulmak bile mümkündür. Her şeye rağmen post modernizmin farklı ama çok etkileyici bir algısı ve paradigması olduğu söylenmelidir.
Post modern paradigma yeni varoluşun bilgisi ve yorumu temelinde, toplumsal yeni bir sistemin yapılanmasının kurucu bir niteliği hüviyetindedir. Temel felsefesi “çoğulculuk”dur. Tarihi yeniden yorumlar, hakikat algısını yeniden tarif eder. Çok basit ama çok etkileyici bir soru önermesiyle işe başlar: “Hangi temele dayanarak bir teorik bakış açısını, diğerinden üstün tutabilirsiniz”? Hakikatin çokluğu anlayışıyla bölük pörçüklük ve tarih felsefesi olarak modernizme karşı çıkar. Totaliteye, total sisteme ve total paradigmaya, homojenliğe, tek doğruya ve evrenselliğe savaş açar. Buna karşılık bireye, yerelliğe ve farklılığa önem verir. Kollektif mücadeleye, evrensel değişime ve geniş ölçekli toplumsal dönüşüme karşıdır. Anlam berraklığı değil anlam zenginliğine önem verir. “Biri ya da öteki” demek yerine “hem biri, hem öteki” diyebilmenin yolunu bulmak esastır.
Post modernizmde özne ne insan, ne de tanrıdır. Ne tanrı, ne insan merkez değildir. Çoğulcu akılcılık ilkedir. Kutsal bir düzene dayalı geleneksellik de, rasyonel akla dayalı modernizmde belirleyici ve merkez olamaz. Merkezsizlik ve merkezsiz bir düzen esastır. İnsan tutarlı bir akıl sahibi, tarihi inşa edici bilinçli bir özne değildir. Sürekli bir oluş halinde etkileyen ve etkilenen, çeşitli konularda konuşan, çelişkiye düşen bir varlıktır. Sınır çizgisi, yöntem ve tutarlılık yoktur. Bu bakımdan post modern paradigma, birden fazla anlama ve ilkeye referans verir. Toplumsal bellekte yer alan rol modellerin, değerlerin yeniden yorumunu içerir. İki temel yaklaşım vardır:
Eklektik populizm : Netlik, kesinlik ve çelişkisizlik yerine, belirsizlik, karmaşıklık ve çelişkileri yansıtan ilkeler. Modernizm öncesi nostaljik tavır: Geleneğin tarihten alıntıları yapılırken gerçeğini ve kendi tarzını değil, rasyonellikle yeniden üretilmişi yapılmalıdır.
Bu bağlamda modernizmin tarih dışına itip dışladığı, aşağıladığı tarihin, geleneğin, kimliklerin ve kültürlerin yeniden içeri alınması ilkesi, her şeyin geçerli olduğu ilkesiyle birleşince, postmodern algıda yerel kimlikler, kültürler, din ve kentsel gelişmeler yeniden canlandı. Burada unutulmaması gereken ilke; tarihten geri çağrılan gelenekler, kimlikler ve kültür, bu günkü zemine getirilirken yeniden inşa edilerek getirilecektir.
Post modernizmde her soruna çözüm bulma diye bir şey yoktur. Büyük proje ve tek tip planlama da yoktur. Tek bir tarih, tek bir kültür de yoktur. İhtiyaçlar farklıdır, talepler de farklıdır. Onun yerine çeşitlilik, farklılık aynı zeminde buluşabilmelidir. Bu nedenle evrensel doğru da yoktur. Doğru, zaman ve mekan boyutuyla sınırlıdır. Bütün kabul edilemez. Parçalar, bir bütünün parçaları değil, kendi başına anlamı olan birimlerdir.
Başlangıçta sadece sanatta, mimaride ve edebiyatta bir tarz olarak başlayan post modernizm, mimarinin güzelliğe katkısıyla toplumsal alana da yayıldı. Giderek düşünüş biçimi ve yaşam tarzına dönüştü. Post modernizmin bu algısı karşısında insanlar kendilerini, kültürlerini, kimliklerini yeniden üretebileceklerdir. Toplumsal yapılanma, bu ilkelere göre yeniden dizayn edilecektir. O nedenle küresel kültür, teşhire dayalı bir kültürdür. Bu, haramı yaygınlaştıran, mahremi alt üst eden ve özendiren bir kültürdür. Tüketim hazzına dayalı, tükettikçe iktidar hissi ve hazzı veren bir kültür. Modern kentlere kıyasla kamusal alan bu devrede değişmiş, AVM’ler, Tv ve görsel basın öne çıkmıştır. İnsanlar, buralarda değişime uğratılmakta, nasıl olması gerektiği onlara öğretilmektedir. Önlerine rol modelleri sunulmaktadır. Küresel kültürde haram-helal sınırı, ahlakilik gibi bir kaygı yoktur. Çok kazanmak ve çok tüketmek esastır. Bu nedenle ahlaki değerler içi boşaltılarak tüketilmekte, yeni ahlaklar edinilmektedir.
Burada gösterilmeyen, gözlerden ırak tutulan bir husus vardır o da; küresel sisteme, serbest Pazar ekonomisine karşı çıkılmayacak, sistem eleştirisi yapılmayacaktır. Modernizmin tarihe havale edip hayatın dışına ittiği tüm ilke, değer ve kimlikler, bu şartlarda yeniden üretilerek bu güne çağrılabilirler. Geçmişin sıkı baskısı altında tutulan farklılıklar bu şartlarda önlerine açılan imkanlar nedeniyle birden rahata kavuşunca meşruiyet bulduklarını gördüler ve bu nedenle de sarhoş duruma düştüler. Onların henüz olup biteni doğru kavradığı söylenemez.
Post modern algı ve yeni üretmeye çalıştığı toplumsal düzen gerçekte kapitalist kültürün, üretim tarzının yeni ve gelişmiş bir boyutudur. Küresellik olarak da adlandırılan yeni düzende üretim süreci parçalanmıştır. Tıpkı teorik söylemde olduğu gibi; bütünsel bir üretim ve üretim süreci yoktur. Üretim sürecinin parçalanması demek, üretimin bir parçasını bir kentte, diğer parçalarını da diğer farklı kentlerde yapmak demektir. Farklı kentlerde üretilen parçalar bu defa daha farklı bir kentte montaj ediliyor ve mamüller başka şehirlere pazarlanıyor demektir. Ekonomik alanda olup biten budur. Sermaye, alt yapısı gelişmiş, bilgi birikimi olan kentlere bu nedenle yatırım yapıyor, geri teknolojileri getiriyor. Gittiği yerlerde de istihdam üretip kalkınmaya katkıda bulunuyor. Bu kentler, sermaye hareketi dolayısıyla yeniden yapılanıyor ve kentsel dönüşüm projeleri devreye giriyor. Dolayısıyla yeni bir kent kültürü ve kent toplumu inşa ediliyor. Çin kentleri bunun en güzel örneğidir. İşçilik ücretlerini, ucuz üretimin maliyetini ve çevre katliamını düşündüğümüzde, bu gelişmelerin gerçek maliyetini ve insanlığı nereye sürüklediğine dair bir fikir edinebiliriz. Dünya kentleri, sermayeyi kendine çekebilmek için yarış halindedir. Türkiye, çevre ülke olarak küreselliğe katılmayı kabul etmiş, bu nedenle de İstanbul kenti 1980 sonrası kentsel dönüşüm için seçilmiştir.
Sermaye, kendisine hizmet sağlayacak, altyapı ihtiyaçlarını
giderecek, ihtisaslaşmış iş gücüne ve mekan düzenlenmesine ihtiyaç duyuyor. Finans sektörü, hizmet sektörü, bilgi birikiminin ağırlık kazanması bundandır. Türkiye’de her kentte üniversite açılmasının nedenlerini burada görebiliriz. Küreselliğin gerçekleşmesi, sermaye ve mal hareketlerinin serbestçe dolaşımı için gereken alt yapıların yapılmasına bağlıdır. Bunun gerçekleşmesi için, ulus sınırlarının, gümrük duvarlarının ve yasaların değişmesi gerekmektedir. Bu işlerin çekiciliği, sermayenin gittiği yere teknoloji götürmesi, alt yapı yatırımlarını gerçekleştirmede proje ve finans desteğinde bulunmasına dayalıdır. Sermaye daha çok geri bıraktırılmış ülke kentlerine yöneldiği için yerel yönetimler bakımından gelişmeyi, kalkınmayı, istihdamı sağlıyor olması, ön planda tutulmaktadır. Üretim sürecine bir şekilde katılmak isteyen dünya kentleri, yeni kent mekanları düzenlemek, kentsel dönüşümü gerçekleştirmek zorundadır. Bu nedenle kentler birbiriyle yarış halindedirler. Oteller, rezidanslar, konferans salonları, oturma ve dinlenme için yeni mekanlar, finans merkezleri, kent içi ve dışı ulaşım imkanları, oto yollar, kavşaklar, köprüler, demiryolları ve metrolar bu nedenle ve hızla yapılmaktadır. Bu bakımdan yeni kentsel tasarımda, tarihsel dokuların ıslah çalışmaları öne çıkmaktadır. Kentte merkez kavramı da değişiyor. İş ortamı, yeni yaşam tarzına uygun yapılarla yeniden üretiliyor. Güvenli merkezler yeniden kuruluyor. Kent çevresi yeniden düzenlenerek güvenlikli, ferah, her tür konforun sağlandığı yeni mekanlar, isteğe göre, nostaljik yapılarla ve tarihi simgeleyen sitelerle yeniden düzenleniyor. Gelişen teknolojiyle sağlanan hızlı ulaşım ve iletişim imkanları da buna fırsat veriyor. Kent toplumu bu anlamda bir vucut gibi bütünleşiyor ama parçaları maddi olarak ayrışıyor. Çevre, yerel kültür ve kimliksel çeşitlilik bu bağlamda işlevsel oluyor. Düşük gelir guruplarının doldurduğu modern dönem kentleri şimdi çok daha fazla nüfusu kendine çekiyor. Modern dönemin zengin gurubuna ait kent merkezleri artık düşük gelirlilere tahsis ediliyor. Bütün bu değişimlerin tek sebebi var; sermayeyi rakip kentlerden daha çok kendisine çekmek, kalkınma ve istihdama katkıda bulunmak.
Üretim tarzında yapılan değişiklikle beraber gelişen bu durum, yeniden bir toplumsal yapı, yeni bir kentli toplum, yeni bir kültürel algıyı doğuruyor, politik iktidarı da şekillendiriyor. Üretimin yeniden yapılanması, üretim sürecinin ayrışması, diğer taraftan da tüketici gruplarının farklılaşması şeklinde yapısal dönüşümleri getiriyor. Tüm bu dönüşümlerde sonuçta insan hayatını yeniden yapılandırıyor. Küresellik, küresel kültürü de getiriyor. Yaşam alanı açtığı yerel kültürlere de şans tanıyor ama onların küresel kültür karşısında rekabet şansları yok ediliyor. Bu anlamda küresellik tek bir dünya yansıtıyor. İletişim ve ulaşım teknolojileri zaman ve mekan kavramları yanında coğrafi kültürü de değiştiriyor. Dünyayı hepten küçülten küresellik, söylediğinin aksine yerel kültürleri ve farklılıkları erime sürecine sokuyor.
Sermayenin küreselleşmesi; ucuz işçilik, ucuz maliyet, esnek istihdam (sürekli olmayan, parça başı) ve sınırsız hareketle ancak mümkündür. Merkezsiz düşünüş, parçaları öne çıkartma düşüncesi, sürekli istihdam algısını da değiştirmiştir. Üretimin bu yeni süreci her şeyi parçalayıp, her parçayı önemli hale getirirken bütünü gözden ırak tutuyor. Tüm görüntü, yerellik ve fark edilirliğe alan açma üzerine ama gerçekte sistem eleştirisi ve kendi sistem bütünlüğünü göz ardı etmek içindir. Bu nedenle sisteme eleştiri getirmeyen, sisteme karşı bir duruş ve model üretmeyen her fikir, yerel kültür, kimlik, ilke, din ve ideoloji, bu yeni sistemde kendine yaşam alanı bulur. Sistemin kendine bağışladığı imkanlardan istifade eder. Her farklılık kendi kimliğini ve kültürünü bu çerçevede ifade edebilir.
Buna karşılık sistem eleştirisi yapan bir düşünce, fikir totaliter, baskıcı, terörist damgasını yer ve dışlanır. Bu durum, insan vucuduna giren mikrop misali gibi algılanır. Nasıl vucut kendi sistemine giren farklı bir şeyle mücadeleye girişir ve onu dışlarsa, bu sistemde benzer şekilde tepki vermektedir. İnsanlar, sistemin istediği şekilde düşünmeye alıştırıldığı, her farklılığa yaşam alanı açıldığı görüntüsüyle birlikte düşünüldüğünde, sistem eleştirisi yapanlar öncelikle kendi yandaşları tarafından dışlanacaklardır.
Müslümanların son 20 yıllık durumunu bu açıdan bir değerlendirilmeye tabi tuttuğumuzda, düşünüş biçimimizin, algı ve pratiğimizin, irade ve taleplerimizin nasıl bir değişimle değiştiğini gözlemlemek mümkündür. Kullandığımız dil, iddialarımız ve tuttuğumuz pozisyonlar, gelecek tasavvurumuz dahil ne durumda olduğumuzu açıkça göstermektedir. Modern dönemi ıskaladığımız gibi, post modern dönemi de ıskalamaya hakkımız olmamalı. Neredeyse tüm Müslümanların demokrasiyi, laikliği, küresel kültürü, istikrarı, kalkınmayı, serbest pazarı, barışı, kardeşliği, dinler arası diyaloğu savunuyor olmaları bir tesadüf olamaz.
Modernizmin baskısından, dışlamasından ve horlamasından post modern dönemde kurtulduğunu, hesaba katıldığını, değer verildiğini ve kendilerine alan açıldığını düşünen Müslümanlar, ne durumda olduklarının farkında değildirler. Bu dönemde hangi kültürel atmosfer altında kaldığını fark etmeyenler, neyi konuşması ve öne çıkarması gerektiğini de bilmiyorlar. Dolayısıyla hangi toplumsal yapılanmada nerede durması gerektiğini şaşırmış durumdadırlar. Küresellik kendine has sosyo-ekonomik ve politik iktidar yapılanmasıyla yeni bir durum oluşturmaktadır. Kendilerine açılan alanların, kazanıldığı sanılan kazançların ne pahasına ve neye karşılık düştüğünü fark etmeyenler, zaten yerel gelişmelerin de neye tekabül ettiğini, hangi projenin parçası olduğunu da okuyamıyorlar. Çevremize, olup bitenlere şöyle bir baktığımızda, Afrika’da, Orta Doğuda ve Asya’da olup bitenlerin de bu bağlamda bir anlamı olduğu görülmelidir.
Şimdi, İslam fıtratı, Müslüman şehri ve ümmet toplumu konusunda söylediklerimizi bir daha gözden geçirmeli, yeniden bir değerlendirmeye tabii tutmalıdır.