Hüseyin ALAN

03 Ocak 2013

İBADET VE ÖZGÜRLÜK (İSLAM VE SEKÜLERİZM) - I

Bu başlıklar iki ayrı dine, iki ayrı akıl yapısına ait kurucu, değer taşıyıcı, yönlendirici ilke ve kavramlardır. İslami bağlamda ibadet, İslam’ın kendine teslim olmuş kuldan dünya hayatında yapmasını istediği düşünüş ve davranış şeklinin tümünü kapsayan bir anlam sahiptir. O nedenle İslam itikadının kabulünden ve onayından sonra ancak anlamlı olan salih amel, parçalanmamış, kutsal-kutsal olmayan (profan) veya dini-dünyevi ayrımına tabi tutulmamış algı ve pratikleri, total bir yaşam biçimini ifade eder. Buna karşılık özgürlük, kutsal olanla kutsal olmayan, dine ait olanla dünyaya ait olan işlerin karşılıklı olarak birbirinden ayrıştığı ama tarafların zıtlaşmadan da birlikte yaşam tarzı ürettiği seküler bir dinin, dünyevi hayatta düşünüş ve davranış şeklini ifade eden “ibadet” tarzıdır.

Her şeyin başı “sözle” ilgilidir. İnsanoğlu, eni sonu nasıl düşüneceği, nasıl davranacağı, bütünsel ve tutarlı olarak dünya hayatını nasıl tanzim edeceğiyle ilgili olarak bir söze inanır, ona itibar eder, onu üstün tutar, ona teslim olur ve o sözün gereğini yapar. Yapıp ettiklerinin meşruiyetini de o sözden alır. Bu sebeple o söz uğruna canını dahi verir. Bu hal, sözün sahibine itaat etmek anlamında ibadet olarak gerçek anlamını bulduğu gibi, ibadetin çerçevesini de çizer. İşte bu çerçevede, bu asla bağlı kalınarak sözle kurulan ilişki zihinsel anlamda da (tefekkür), dünyevi manada eylemsel alanda da (amel) ibadet anlamını bundan sonra kazanır. Bu durum sözle kurulan ilişkiyle bağlantılı olarak aynı zamanda ibadet ya da özgürlük gibi iki temel ayrışmaya da tekabül eder. Bu bakımdan söz var, söz var. Söz var, hedef olarak anlık-geçici menzile uzanır; söz var, bir insan ömrüne uzanır; söz var insanlık tarihine ve dünya hayatına kadar uzanır. Bir söz de var ki menzil olarak geçmişten âna, insan hayatına, dünya hayatına ve ahiret hayatına, ebediyete kadar uzanır. Bu bakımdan itibar edilen, işitilip itaat edilen sözün güzeli, kendisi esastır.

İBADET

İnsanoğlu modern paradigmayla ibadet kavramını da bozarken kutsal olan ve kutsal olmayan gibi âlemi, zamanı ve mekânı parçalayan yeni bir anlam üretti. İbadet algısı ve pratiği bu nedenle kutsal olmayan dünya hayatından, dünya zamanından ve dünya işlerinden bir süreliğine ayrılarak kutsal sayılan manevi-ruhani başka bir âleme zamanla hatta mekânla bağlantılı ve sınırlı olarak geçip yaptığı bir takım ritüelleri çağrıştırıyor.

Bu manada Müslümanların dünyevi işler ve ilişkilerden kopuk manevi alanla sınırlandırdığı ve deruni tecrübe olarak adlandırdığı salt namazı, orucu, haccı, kurbanı, bayramı, sünneti, nikâhı, uzleti gibi eylemleri böylesi bir ibadettir. Dünyevi bir zaman diliminde maddi dünyadan kopup, manevi alemle irtibata geçmek için zihni ve bedeni ile aynileşerek konsantrasyon eylemleriyle transa geçen, ruhunu kurtarmayı umduğu için nirvanaya ulaşacağını düşünen Budistlerin bu yaptıkları da ibadettir. Belirli zamanlarla sınırlı, sabit formlarda tanrısına dua eden, onunla konuşan, azizlerini ve ikonalarını tanrıyla arasında şefaatçi kabul edip kutsayan, kilisedeki ilahileri tekrar ederken din adamının salt ahlaki nasihatlerine de kulak veren Hıristiyanların yaptıkları da, ibadettir.

Bu türlü ibadet algısında, ilahi bir esastan ve bütünlükten kopartılmış veya parçalanmış bir dünya, hayat ve varlık algısı söz konusuyken, başka bir esasa dayalı olarak dünya işlerinden soyutlanmış bir dini algı ve pratik söz konusudur. O nedenle bu ve benzeri ibadetler, belirli zamanlara ait kılınmış, çoğunlukla tapınak-mabet de denilen, sadece ibadet ritüelleri için tahsis edilmiş kutsal mekânlarda yapılır.

Mabetler tanrının evidir, insan orada günah üreten aşağılık dünyevi işlere ara verir, manevi atmosfere girer, ruhaniyet alanına geçer, kendisinin baş edemediği konularda tanrısına sığınıp ondan yardım ister ve günahlarının bağışlanmasını diler. Bunlardan manevi olarak huzur duyar. Bunlar ibadet kastıyla yapılır. Bu mekânlar, işi sadece ibadetleri yönetmek, sözleri ve özel giysileriyle dini temsil edip dini-manevi işlere bakmak olan ruhbanlar tarafından idare edilir. Bu nedenle onların sözü orada, o işler için geçerlidir… Dünyevi işlerinse ayrıca mabetleri, mabetlerin yöneticileri, yönetimin kuralları, şekilleri, o kurallar çerçevesinde yönetilenlerle kurulan ilişkiler ve ilişkilerin ayrı bir normu vardır. Bu mabetlerdeyse dinden-maneviyattan bağımsız salt dünyevi işler tanzim edilir. Bu işlerse ibadet olarak görülmez.

Mabetler işleri, yetkinlerinin sözleri, ilgi alanları, kendine has normları, eğitimi, giysi formları, mesleği ve geçimliği bu olan yöneticileri, dünyevi-uhrevi zamanla sınırlı takipçileri bakımından ikiye ayrılmıştır. Bu bakımdan dini ve dünyayı, zamanı ve mekânı, varlığı ve benliği de parçalayan bir algıyla tanrıya ve yöneticiye (Sezar), maneviyata ve maddiyata, bedene ve ruha, dine ve dünyaya ait olmak üzere ikili bir ayrışma söz konusudur… Burada ibadete dair ciddi bir anlam sorunu vardır ve derdimiz bu sorunu doğru biçimde anlayıp yorumlamakla ilgilidir.

İnsanoğlu bu gün artık tipik bir batılı gibi düşünmekte, zihinsel kodları, batılı aklın tarihsel süreçte ürettikleriyle sınırlı şekilde anlam üretmektedir. Bu akılla kutsal metinler okunuyor ve yorumlanıyor, bu akılla dini algı ve pratik üretiliyor. Dünya hayatı ve yaşam biçimi bu akılla tanzim ediliyor. Bu nedenle ibadet anlayışı da aynı aklın kabulü ile sadece vicdani-nefsi-ruhi-manevi-ahlaki ve temiz alana ait olarak hasredilmiş durumda. Dolayısıyla ibadet denince ilk akla gelen, ibadetin günah dolu dünyevilikten-ahlaksızlıktan-süflilikten-maddiyattan ve kirlilikten sıyrılıp özel bir ana geçmek, kutsallaştırılmış bir ilişkiye girmek anlaşılmaktadır. İbadet bu anlamıyla dünyadan sıyrılmayı, dünyayı temsil eden ve kutsal sayılmayan bedeni-nefsi arzulardan kurtulmayı, çoğunlukla çileli bir hayatı tercihe dolayısıyla başka bir âlemle irtibata geçmeyi ifade eden bir nevi trans hali gibidir.

Gerçekten ibadet bu mudur? İbadetin doğası din-kutsal, dünya-profan ayrımcılığına, bu tür bölünmüş bir kişiliğe, varlığı ve benliği parçalı bir algıya ve parçalanmış bir hayata ve eylemliliğe müsait midir? Yapanını diri tutması, canlandırması, tezkiye etmesi ve asıl dünyevi-bedeni-maddi yaşamı disipline edip yönlendirmesi gereken İslami ibadet çağrısı, bu kadar anlam kaymasına nasıl uğramıştır? Bunu anlamaya çalışırken, ibadet kavramının anlamında görünen bozulma sebeplerini anlamak gereklidir. Bozulmanın, ibadeti temel bir esasa, dünyevi-dini bir ayırım yapmaksızın bütünlüğe, tutarlılığa ve salih amele bağlayan peygamberlerden sonra başladığını bilmek başlangıç için önemlidir. Nihayet bozulmanın süreç içinde ve kitabi topluluklar arasında yayılıp diğer insanlara da sirayet ettiğini söylemek böylece mümkün olabilsin.  

İbadet algısı ve pratiğinde görünen bu değişimi ve bozulmayı anlamak için, öncelikle batılı aklı oluşturan sürecin köklerini anlamak bize yardımcı olacaktır. Çünkü artık dünya, tipik bir batılı gibi düşünüyor, batılıyı taklit ediyor ve onlar gibi pratik üretiyor. Bu çerçevede ilk olarak, son peygamber dönemine dönerek insanoğluna yeniden ve son kez hatırlatılan ve gösterilen salih ve sahih bir ibadet anlayışını yakalayabilir, ardından da sapmaları, nedenleriyle birlikte görebiliriz.

MEKKE’DE DURUM

Mekke’de Kureyş toplumu kendisini diğer Araplara ve komşularına göre özellikli bir toplum olarak görüyordu. Onlar orada kendisini, “ahmesi” olarak tanımlıyor (Hums statüsü). Bu durumu, fil olayından sonra kendilerini koruyan Allah’la irtibatlandırıyor, İbrahim’i dinin ve geleneğin takipçisi olduklarını söyleyerek savunuyorlardı. Onlar aynı nedenden dolayı kutsal Kâbe’nin ev sahipleri olarak Yahudi ve Hıristiyanlara itibar etmiyor, diğer Arapları değerli bulmuyor, kendilerini onlardan üstün ve inançlı görüyorlardı. Allah’a inandıklarını iddia ederken, aynı nedenle yapıp ettiklerini atalarından devraldıkları benzer dine referans ederek de meşrulaştırıyordu.

Onların meşhur ibadetleri olan namaz, hac, oruç, kurban, adak, bonkörlük, cesaret, kahramanlık, sözüne bağlılık, eman vermek, zayıfı korumak, konuk ağırlamak, köle azad etmek, atalarıyla övünmek, kavimler arası ihtilafları çözmek, diyet ödemek, tehannüs (uzlete çekilmek, fikretmek) vs işleri ibadet olarak yapıp duruyorlardı. Bu nedenle onlar kendilerini zaten dindar sayıyordu. Bunun için olsa gerek, orada dini temsil eden, ayrıca dini işlerden sorumlu bir ruhban sınıf yoktu. Dini-dünyevi gibi bir ayrıma da gitmiyorlardı. Onların aklı böyle çalışıyordu. Tüm bunlara rağmen Allah, onları müşrik olarak niteledi. Ve onlar, kendi içlerinden çıkmış, sadece rabbim Allah’dır diyen peygambere, sırf bu nedenle karşı çıktılar. Burada sorun neydi?

Burada, ibadet algısı ve uygulamasının gerçeği için Hatem’in oğlu Adiy’in bilinen olayını hatırlamak ufuk açıcı olabilir. Hatırlanırsa Adiy’in, tevbe süresindeki ayetleri duyduğunda, ya Resullullah, biz, rahip ve hahamları “rab kabul etmiyoruz” diye itiraz etmişti. Burası önemlidir. Kuran, gelen ayetlerle rahipleri ve hahamları yaptıkları işlerden dolayı, onların sözlerine itaat edenleri de o itaatlerinden dolayı rab kabul etmiş olduklarını bildirirken, Adiy, bu durumu öyle anlamıyor, biz onları rab kabul etmezdik diye itiraz ediyor. Onun aklı öyle çalışmıyordu. Buradaki espri, rahiplerin ve hahamların sözlerini itirazsız kabul etmelerinden dolayı onlara itaat edenlerin durumundaydı. Yani, rahipler ve hahamlar kendilerini rab olarak nitelemiyorlardı ama onlara itiraz etmeden itaat edenlerin yaptığı bu itaat işi, onları rab olarak kabul etmek yani onlara ibadet etmekti.

Resulullah Adiy’e, onların sözlerini, haram-helal konusunda, doğru-yanlışın ölçüsünde hüküm bildiren, kural koyan sözlerini itiraz etmeden aynen kabul etmiyor musunuz, diyor. O da evet kabul ederdik, diyor. İşte bu, sizin onları rab kabul etmenizdir diyor. Nitekim aynı gerekçeyi Kureyş’de, Allah’dan başka rab yoktur diyen peygambere karşı da ileri sürmüştü. Onlardan da ileri gelenler kendilerini rab olarak görmüyor, yaptıkları işin rablik olduğunu düşünmüyorlardı.

Din adamları kendilerini rab, işlerini rablik olarak nitelemese de, onlar Allah adına konuştukları için, onların sözlerini itiraz etmeden kabul edenler ve buna göre hayatlarını tanzim edenler, onları rableştirmiş oluyorlar. Bu durum din adamlarının takipçileri için böyleyse, benzer şekilde, Kureyş’de olduğu gibi dünya işlerini yöneten idarecilerde de aynen geçerlidir. Zira onlar da kendilerini rab olarak takdim etmedikleri, Allah adına konuşmadıkları halde, onların sözlerine itirazsız uyanlar için de aynı niteleme geçerli olmaktadır. Bu manada dünyevi idareciler de kural koyup hüküm beyan etmekte, sorun çözüp karar vermektedirler. Bu kural ve hükme tabii olup verilen kararlara uyanlarsa, hak-batıl ölçeğinde itiraz etmedikleri, Allah’a itaati böyle anlamadıkları için onları rab kabul etmiş oluyorlar.

Bu durumda gerek dini gerekse dünyevi olsun her iki tarafın yöneticilerinin sözlerini hak-batıl anlamında itirazsız olarak kabul etmek, onların sözlerinin gereğini uygulamak, onlara tabii olmak anlamında, onları rab kabul etmek olduğu gibi, bu yapılan işin adı da ibadet etmek oluyor. Velev ki yönetici sınıfın kendilerini rab olarak ilan etmesi gerekmese de. Bu ibadetse, Adiy’in sandığı gibi Allah’a yapılan bir ibadet değil, o sözlerin sahiplerine yapılan ibadet olmuş olur. Bu da inandığı halde inancına ve ibadetine şirk koşmaya tekabül eder.

Gerek dünyevi gerekse uhrevi âleme ait hüküm beyan eden, kural koyan, sorun çözüp karar verenler emretme yetkisine sahip olmuş oluyorlar. Genel olarak da bu gibiler doğru ve yanlışın ölçüsünü vahiyden bağımsız olarak bildiriyor, norm üretiyorlar. Bu nedenle bu işi yapan her kişi veya kurumun sözlerini, velev ki dünyevi yöneticiler dindar adam olsun, Allah’dan gelen vahiy ölçüleriyle test etmeden itirazsız kabul edip onlara uymak, onları rab kabul etmek oluyor. Onların sözlerine itibar etmek, bildirdikleri kurallara uymak da, ibadet oluyor. Bu ibadet algısında din-dünya, ruh-beden, madde-mana, fizik-metafizik, kutsal-profan gibi bir ayrışma yoktur. Kureyş bu nedenle, sadece rabbim Allah’dır dediği, dünyevi işlere ve ilişkilere Allah’ı da karıştırdığı için peygambere karşı çıkmış, karşı çıkarken de kendi dindarlıklarını, ibadetlerini ve atalarını gerekçe göstermişti. Adiy’in benzer itirazı da, dini hayata dair aynı akılla hareket etmekten dolayı olmuştu. Yoksa Adiy, dünya işlerini ve Hıristiyanlığı iyi bilen, kavminde ileri gelen ve sözü dinlenen dindar bir adamdı.

Burada şu soru akla gelmelidir; peki, bu ayetleri böyle yorumlayan peygamberin durumu nedir? O da din-dünya, dünya-ahiret, ruh-beden, mana-madde gibi bir ayırım gözetmeksizin toplumsal hayata dair kural koymakta, hüküm beyan etmekte, sorun çözüp karar vermekte, doğru-yanlışın ölçüsünü bildirmekte dolayısıyla kendisine ve sözlerine uyulmasını istemekte değil midir? Dahası onun söyledikleri, ahiret yurdunda kazançlı çıkmak için ‘asıl dünya hayatında’ yapılıp edilmesi gerekenlere özellikle dikkat çekmekteydi. Ve o Allah adına konuştuğunu söylüyordu…

Burada peygamberi rab olmaktan ve diğerlerinden ayıran şey, peygamberin bizzat kendisinin de getirdiği kitaba bağlı olmasıdır. O meşruiyetini, sözlerinin ve yaptıklarının doğruluğunu inzal edilen vahiyden aldığı, getirdiği kitaba herkes gibi kendisi de bağlı kaldığı için rab olmuyordu. Peygamber ayrıca, her şeye kâdir, gerçekten güçlü, her şeyi gören ve işiten, her şeyi kontrolü altında tutan, her an her şeye müdahale eden, diri ve hak olan rabbin denetiminde dosdoğru elçiliğini ve örnekliğini yapmaktaydı.

Rablik yaratmakta, şekillendirmekte, rızık vermekte, nimetlerle donatmakta, eşyanın kaderini tayin etmekte, eceli tayin edip öldürmekte, ölümden sonra yeniden dirilişi gerçekleştirmekte olduğu gibi, bir imtihan yurdu olan dünya hayatında da kural koyma ve hüküm beyan etmekte tekel sahibi olmaktır. Yaratıcı olan emretme yetkisine de sahiptir ayeti bu kuralı bildirir. Yaratmaya kudreti yetmeyen, bilakis kendileri yaratılmış acizleri mi ilah ve rab kabul ediyorsunuz tarzındaki sorgulayıcı ve alaya alıcı ayetler de bu kuralı detaylandırmaktadır. Peygamberler de o hak, güç ve yetkiye sahip değildir. Dolayısıyla elçinin getirdiği kitap, hata yaptığında onun düzeltileceğini, hatasında ısrar ederse şiddetli biçimde ve hemen cezalandırılacağını söylüyordu. Çünkü onun dünya ve ahiret hayatındaki durumlar için söylediği her sözü de, verdiği her kararı ve hükmü de, hem örnekliğe tekabül ediyor hem de bunu elçiliğini yaptığı vahiyle meşrulaştırıyordu. O nedenle insanlardan sadece rabbim Allah diyenler ancak Müslüman oluyor, ibadeti sadece rableri Allah’a yapmış oluyor, peygamber dahil rabliği de başkalarına vermiyordu.

Allah onların ecrini gani versin, sahabenin, anlaşılmayan bir durumda peygamberin hüküm beyan eden, kural koyan sözlerine karşı, hatta tavsiyeleri ve yaptığı içtihatlara karşı da, ya resullullah, bu söylediklerin Allah’dan gelen bir vahiy midir yoksa kendi görüşün müdür, sorusu veya itirazları, bu konuda meseleyi pratik olarak da netleştirmektedir. Bu nedenle peygambere tabii olmakla, din hususunda ruhbanlara, dünyevi işlerde yöneticilere tabi olmanın farkı da buradadır. Keza Allah’a itaat ve ibadetle peygambere itaatin ya da diğerlerine ibadet etmenin farkı da buradadır.

Burada, gerçek ibadet algısı ve uygulamasının, dini-dünyevi, ruhi-bedeni, maddi-manevi ya da din işleri-dünya işleri, ruhban-siyasi yönetici gibi ayrıma tabi tutulmadan, bunların birbirinden bağını kopartmadan her yapılan eylemde ve işte, hangi ölçü ve kurallara ve kimlere tabi olunduğuyla ilgili olarak ibadet anlamının kapsamını gösterdiğinin anlaşılması önemlidir. Kimin veya kimlerin, neden dolayı rab kabul edildikleri, onların sözlerine hak-batıl ölçeğinde itirazla veya kabulle önem kazanmaktadır. O halde nereye ait olursa olsun kural koyucu, hüküm verici ve ölçü belirleyici olarak kim-kimler kabul ediliyorsa, kabul edenlerin rabbinin de o olduğu anlaşılmaktadır. İşte bu nedenle rabliği sadece Allah’a hasredenler ancak Allah’a ibadet etmiş oluyorlar. Nitekim Kuran’ın sıkça tekrarladığı, öncelikle tüm elçilerin tabii olduğu ve örneklediği söz, Müslümanların, sırf rabbim Allah’dır demesi nedeniyle tağutlardan, müşriklerden, kâfirlerden, münafıklardan, nifakı ve fesadı üstün tutup iktidar edenlerden ayrışması, onlara itaat etmemesidir. İtaatsizliğin sebebi de onların Allah’ın sözünü yalanlamış veya değiştirmiş olmalarıydı. İtiraz buna yapılmıştır, yapılmalıdır. Allah’ın sözü de budur.

Allah’ın sözüne tabii olanlar hayatı ve dini, varlığı ve yaratılışı parçalamıyor, dünya işlerini dinden ayrıştırmıyor, uzlet-nefis terbiyesi, ruhani-manevi âlem, din büyüğü-dünyevi idareci gibi ayırım işleriyle ibadetin anlamını tahrif etmiyordu. O söze itibar ettikleri için de Kendilerini dünyevi-bedeni-maddi alanda hüküm verme ve kural koyma makamında görenlere, dünya işlerinde ben söz sahibiyim, din bu işe karışmaz diyen yönetici ve ileri gelenlere itaat etmiyorlardı. İşte böyle yapanlar, sırf bu nedenle haksızlığa uğruyor, şiddet ve öldürülme gibi zulme maruz kalıyorlardı. Kuran, bu durumda olanlara, iman ettikten sonra zulme ve haksızlığa uğrayanlar derken, bu gerçeğe işaret etmektedir. Ayetler açıkça zulmü ve haksızlığı tarif ederken, gerçekte din işleriyle dünya işlerini ayrıştıranlara, itikatla ahlakı, ahlakla siyaseti, siyasetle ibadeti, ibadetle iktisadı farklı kılanlara işaret ediyor, onları zalim olarak nitelendiriyor. Gerçekten zalimler-zulmedenler bunlar, haksızlık edip tuğyana sapanlar, haddi aşanlar da bunlar. Fesadı yayanlar, nifakı iktidar edenler de bunlar. Söz ve ibadet ilişkisi bu kadar açık, bu denli nettir.

BİZANS-SASANİ AKLI

Peygamber döneminde Kureyş’e kıyasla Bizans aklı farklı çalışıyordu. Buradaki algı ve uygulamada, din işleriyle dünya işleri, dini yöneticiyle dünyevi yönetici birbirinden ayrılmıştı. Bilgiyi, hayatı, varlığı, benliği ve dünyayı parçalamışlardı. Düalist dediğimiz ikili bir düşünüş biçimidir bu. Dünya işlerinin sorumluları olan siyasi yöneticiler, dünya hayatını tanzim ediyor, dünyevi yaşam biçimine dair kural koyup hüküm veriyorlardı. Burada siyasi yöneticiler, dini karşısına almıyor, din düşmanlığı yapmıyordu ama yönetim işlerini dini kurallara göre de düzenlemiyordu. Hatta dini de devletin yanına almışlardı. Dünyevi yöneticilerin işleri ve görevleri, ruhban denen din adamlarının işlerinden ve görevlerinden bu nedenle ayrıydı. Orada dikkat çeken şey, siyasi liderler, konuştukları zaman tanrı adına konuşmuyor, hüküm koyarken ve kural buyururken dine referans yapmıyordu. Bu nedenle dünyevi yöneticilerin sosyal planda maddi-bedeni-fiziki-siyasi-iktisadi işleri ve dünyevi hayata dair pratikleri de, ibadet sayılmıyordu. Dinden, itaatten ve ibadetten de bunu anlamıyorlardı. Bu akıl böyle çalışıyordu. 

Sasani de ise, yönetici tanrının oğlu sayılıyor dolayısıyla o yeryüzünün tanrısı kabul ediliyordu. Ona itaat, zaten mecburiydi ama bu itaat ibadet olarak algılanmıyordu. Çünkü orada siyasi yöneticiler, dünyevi hayata dair söz söyler, hüküm koyup karar verirken Allah adına konuşmuyordu.  Bunun için orada da ayrıca Zerdüştlüğü öğreten ve temsil eden, işi sadece dini ibadetleri ve duaları yönetmek olan ruhbanlar vardı. Onların işi din işleriyle uğraşmaktı. Dolayısıyla onlar konuşurken kötülük ve iyiliğe muktedir iki ayrı tanrıyı temsilen konuşuyorlardı. İnsanlar da bu durumu böyle kabul ediyordu. Burada da devlet dine karşı değildi. Devlet dini yanına almıştı ama dünyevi işlerinde dinden meşruiyet almıyordu. Buradaki akıl da böyle çalışıyordu.

İki tarafta da dünyevi yöneticilerin yanında din işlerinden sorumlu ruhban bir sınıf vardı ve bunlar dini, teolojiyi, ilahiyatı ve kutsalı temsil ediyordu. Bunlar dünya işlerine karışmayan ve sadece dini işlere bakan, dini eğitimi sürdüren, ibadetleri yöneten ve öğreten bir sınıftı. Onların kendi alanlarına dair söylediği sözler tanrı sözü olarak doğru kabul ediliyor, onlara bu nedenle itibar ediliyordu. Dini-dünyevi anlamda bu iki yönetici sınıf arasında çatışma olmuyor, her biri kendi alanındaki işlere bakıyordu. Burada, ibadet denince akla gelen şey, manevi-ruhani-ahlaki-nefsani alana ait ruhbanların sözleri; çileli bir yaşam, ayinler, adaklar, nikah-bayram-cenaze törenleri ve kutlamaları; dualar, tanrılara ve azizlere saygı gibi ritüellerdi.

GÜNÜMÜZ BATI AKLI VE LAİKLİK

Çağımızda kuzey toplumları ve Amerika, Kureyş aklını ve geleneğini değil, Sasani ve Bizans aklını ve uygulamasını yenileyerek sürdüren topluluklardır. Bu uygulamada da dünya işlerini yürüten yöneticiler, kendilerini dinle ifade etmiyor, yaptıklarını ibadet işleri olarak görmüyor, tanrı adına da konuşmuyorlar. Buradaki tek fark, Hıristiyan teolojisinin değiştiği ilk dönemlerden başlayarak ortaçağ boyunca sürdürülen, dünyevi yöneticilerin dinden, ruhban sınıftan da meşruiyet almasıdır. Oysa öncekilerin böyle bir sorunu yoktu. Bu meşruiyet, dünya işlerinin dini kurallara göre yürütülmesi anlamında değildir. Bunlar da iki işi birbirine karıştırmıyorlar. Düalist dediğimiz ikili düşünüş biçimi burada da geçerlidir. İki tarafın işleri ve yöneticileri ayrı, iki taraf da kendiişlerine bakmaktadır. Burada da devlet dini yanına almıştır. Bu toplumların tarihsel kırılma yaşayıp eski uygulamayı geliştirerek yenilemeleri, aydınlanma döneminden sonradır ve neredeyse tüm dünyayı etkileyen modern çağa geçişte bu sürecin ürünüdür.

Elmalılı Hamdi Yazır, bu değişimi mealen şöyle açıklıyor; Batılılar, 1789’a kadar papazlara itaat ediyorlardı. Papazlarda bir söz söylediklerinde, o sözü Allah’a nispet ediyordu. O tarihten sonra papazların yerini parlamenterler aldı. Bu dönemden sonra parlamenterler, kendilerini Allah’a nispet etmediler ama kural koyma, hüküm verme konusunda aynı işi yapmaya devam ettiler… Artık sözü, dünya ile alakalı sözü parlamenterler söyleyecektir. Burada parlamenterlerin yaptığı işler dine referans edilmiyor, ibadet olarak açıklanmıyor, böyle de ifade edilmiyor. Çünkü ibadetin, dünya işleriyle bir bağlantısı yoktu. Ortaçağdaki dini etki parantezi de böylece kapanmış oluyordu. Bu akıl böyle çalışmaya başladı. Bu dönemde, tanrı adına konuşmadığı halde kural koyma konusunda eski dönemdeki papazlarla aynı işi yapan parlamenterler ne iş yapıyor, onların verdiği kararları ve hükümleri kabul edenlerin durumu ne oluyor sorusu, ibadeti doğru anlamak ve ibadet algısındaki tahrifat için önemlidir.

Avrupa, laiklik olarak ifade edilen yeni dönemlerde iki tür uygulamayı örnekledi. Kıta Avrupa’sı, özellikle Fransa, iç savaşlarla sürdürdüğü cumhuriyet dönemlerinde dini reddetti, karşısına aldı, yok saydı. Onu düşman saydı ve onunla savaştı. Daha M.1905’e kadar durum böyleydi. Buna Katolik laikliği deniyor. Ya da meşhur deyimiyle jakoben (sert-buyurgan) laiklik… Diğeri, Anglosakson ülkeleri özellikle İngiltere ve Amerika, Protestan sekülerliği benimsedi. Bu uygulamada devlet, dini varsaydı, hayatın içine ve yanına aldı, kendi alanında çalışmasına ve örgütlenmesine izin verdi. Dini meşru saydı. Din de onların işine burnunu sokmadı. Yaptığınız iş doğru veya yanlış demedi. Tanrı bu konuda böyle söylüyor demedi. Burada önemli bir detay var ki önemlidir; bu uygulamada dünyevi yöneticiler dindar insanlar da olabiliyor. Buna rağmen dindarlardan siyasi yönetici olanlar, emretme yetkisini kullananlar, yaptıkları işe dini karıştırmıyorlar. Siyasetin referansı ile ahlakın ve ibadetin referansı farklı çünkü kutsal olanla profan ayrımı var. Bu akıl da böyle çalışıyor. Buna, yumuşak laiklik de deniyor.

Burada, iki laiklik arasında, nitelik olarak bir fark yoktur. İkisi de dünya işlerini yürütürken, siyasi ve toplumsal hayatı tanzim ederken Allah’ı, vahyi, kutsalı dikkate almaz. Devlet, siyaset ve iktisadi işlerinde dini meşruiyeti kabul etmez. İkisi de din-dünya işlerini birbirinden ayırmıştır. Dünya işlerini yürüten yöneticiler kendiişlerine bakarken ibadet ettiklerini düşünmez, ibadeti, dünya işleriyle karıştırmazlar. Din işlerini yürütenler de kendiişlerine bakar, ibadeti dünya işleriyle karıştırmazlar. İki tür laiklik arasındaki fark sadece uygulamada, pratiktedir. Yalnız burada birisi dini devletin yanına alırken diğeri karşısına alıyor, birisinde dindar adam siyasi yönetici de olurken diğerinde olamıyor. Fakat ikisinde de ibadet parçalanmış, dünya işleri ikisinde de ibadetten sayılmamıştır.

20.yüzyılın yarısından sonra tüm dünya, Amerika öncülüğünde kadîm sekülerliğe, Protestan laikliğe geçiş yapmaktadır. Geliştirilerek yeni uygulanan ve yaygın olan model budur. Akılda tutulması gereken şey, bu uygulamada devletin dini karşısına değil yanına alması, sosyal hayatta dine alan açıp ona meşruiyet sağlaması ve dindar adamında siyasi yönetici olabilmesidir. Sistem “insan hak ve özgürlükleri” referansıyla, laiklik temelinde “hukukun üstünlüğü” ilkesiyle,  “serbest Pazar”, “özel mülkiyet” ve “bedeni özgürlük” lerin korunduğu “demokratik yönetim biçimi”yle meşruiyet sağlamakta ve tutunmaktadır. Burada, “insan-hak-özgürlük-hukuk-Pazar-mülkiyet-beden-demokrasi” gibi temel ilkeler ve değerler, ya da seküler imani kaideler dini referansla tanımlanmazlar. Buna ihtiyaç da yoktur çünkü seküler din bunu gerektirir.

Bu uygulamanın cazibesiyse, diğer uygulamadaki gibi dünyevi-dini sınıflar arasında çatışma çıkmaması, ikisinin de temel seküler ilkelerde uzlaşmaya varması, ikisinin de birbirinin işlerine saygı duyması ve tarafların kendi çizgilerini aşmamasıdır. Bu uygulamaya geçen ülkelerde, cumhuriyet tarzındaki siyasi-iktisadi yönetici elitlerin ve ileri gelenlerin bu durumu kabullenecek hale gelmesi önemlidir. Yeni süreç budur. Bu sürecin en bariz yansıması, seküler adamın, yani dünyevi adamın, dünya işlerine bakan ve dünyevi hayatı tanzim eden adamın, yöneticilerin, siyasetçilerin, iktisadi elitlerin, senatör veya parlamenterlerin ve diğer toplumsal alanlarda ileri gelen elitlerin de dindar olabilmesi, Fransız cumhuriyetçisindeki gibi dinsiz olmasının şart tutulmamasıdır… Romalılardan ve Yunan’dan beri seküler adam dendiğinde zaten bu anlaşılırdı. Orada da seküler adam, dini sınıftan olmayan, dini temsil etmeyen, din işlerine bakmayan, işi din olmayan adam demekti. Oradaki incelik de, seküler adamın dine karşı olmaması, “dinsiz” olmasının şart olmamasıydı.  

Bu anlamın çağdaş üretiminden sonra artık itikatla siyaset, siyasetle din, dinle devlet, ahlakla iktisat, ahlakla meslek, ahlakla kamusal alan, bedenle din, dinle eğitim, dinle eğlence ve özgürlük birbirinin işine karışmamak kaydıyla yan yanadır. İkilinin alanı da, işleri ve referansları da farklıdır, meşruiyetleri de farklıdır. Seküler adam ve sınıfla, dindar adam ve sınıf, karşılıklı çatışmaları geride bırakıp çağımızda da bu sürece, bu uygulama modeline yeniden dönmüşlerdir. Bunlara rağmen ibadet algısında bir değişme yoktur ve ibadet, sadece dini-vicdani-manevi-ruhani-ahlaki alanda ve işlerde geçerlidir. Bu işlerde din referans alınır. Burada siyasi yönetici de olabilen dindar adam, dünyevi-bedeni-maddi-siyasi-fiziki-iktisadi işlere ve kamusal alana dini kuralları karıştırmaz, bu işlerde dinden referans almak gibi bir işe de kalkmaz. Düalist akıl zaten buydu, ibadeti parçalamak da buydu. Bilgiyi, yaratılışı, varlığı, hayatı, dünyayı, insanı farklı tanımlamak da buydu. Batılı akıl böylece köklerine yeniden dönmüş oldu.  

TÜRKİYE'DE DURUM

Türkiye, cumhuriyeti kurarken Katolik laikliği dediğimiz laikliği, Fransız “laisite” modelini taklit etti. Kendi tarihsel sürecine, toplumsal yapısına ters yeni bir uygulamaydı bu. O nedenle modernleşme, çağdaşlaşma adına dini tamamen yok saymak yerine sıkı sıkıya kontrolüne almayı uygun buldu. Bir taraftan da yeni vatandaşın ve toplumun kimlik algısı ve aidiyetine dair, insanların ve gurupların sosyal kategorizesine dair dini ölçülerin yerine henüz yeni ölçüler koyamamıştı. Daha ulusçuluğun ve laikliğin adını bile Türkçeleştirememişti.

İlk dönemler monarşiyi kaldırırken hilafeti yerinde bırakması, ilk anayasaya devletin dini İslam yazması da bu nedenleydi. Yeni devlet eliti kendini sağlama alınca, siyasi-iktisadi-eğitim ve bürokratik alanda gelişen modern yeni elitle bütünleşince ilkin hilafeti kaldırmak, laikliği anayasaya koymak, devletin dini İslam ibaresini kaldırmakla işe başladı. Dinle kavgasını böylece başlattı ve kendince yenileyip ihdas ettiği dini kurumu bürokrasinin alt kısmına yolladı, dindar yöneticiyi sıradan memur yaptı. Dini bilgiyi, dini değerleri karşısına aldı, yok saydı. Dindarı dışladı, aşağıladı. Kurumsal yapısı, toplumsal etkisi, dili, eğitimi, giysisi, günlük pratiği dahil yaşam alanlarını daralttı. Sosyal alanda dindar yaşama alan açmadı, nefes aldırmadı. Dindarları meşru görmedi. Onun dinle savaşı da böyle oldu.

Türkiye’de laiklik denince, 20. Yüzyılın son çeyreğine kadar laik adamın dine karşı olduğu, dini yok saydığı, dinsiz olduğu anlaşılırdı. Bu, ülkedeki laiklerin, yöneticilerin ve elitlerin pozitivizmi yeni din kabul etmesinden sonra, semavi-kitabi din algısını gericilik, yobazlık, çağ dışılık olarak niteleyip din düşmanlığı yapmasından ve kendilerini öyle tanımlamasından doğan bir kabuldü. Oysa bu doğru bir anlam değildi ve seküler gerçeğe tekabül etmiyordu. Bu çarpık anlamın nedeni, bir taraftan cumhuriyet yıllarında dünya-beden-devlet-iktisat-eğitim işlerine bakan laiklerin dini reddetmesinden, dine karşı olmasından, diğer taraftan bu ülkeye ait toplumsal şartlardan dolayıydı. Çünkü İslam dininin kendine has bilgi sistematiği, hukuki-siyasi-iktisadi-toplumsal bir model önerisi ve tecrübesi vardı. Bunun için devlet dini sıkı sıkıya kontrolü altında tuttu, toplumsal yapıda dindar adama alan açmadı, yönetici yapmadı, onu meşru saymadı.

Yakın zamana kadar burada laik sınıf ile dindar sınıf birbirinden hazzetmedi, birbirinin rakibi olarak, alttan alta birbirine karşı pozisyon alarak durdular. Bu dönemlerde dindar sınıfın sisteme karşı olmasının, laiklik karşıtı durmasının sebebi de buydu. Daha doğrusu, süreçle ve şartlarla ilgili olarak buydu. Bu devrelerde dindar adam kendisini tasavvufla, edebiyatla, şiirle, tarihsel olarak Osmanlıyı savunarak yeniden üretti ve sisteme olan muhalefetini bu kanallardan sürdürdü. Bu çarpık toplumsal yapı nihayet 20. Yüzyılın son çeyreğinde düzelmeye başlayacak, çarpık seküler algı da normal algı düzeyine gelecektir.

Türkiye, ikinci dünya savaşından sonra, Amerika ile başlatılan ilişkiler sonrası Menderes dönemiyle başlayıp sağ partilerle ağır aksak sürdürülen, AKP iktidar süreciyle hepten hızlandırılan uygulama değişikliğine giderken, Katolik laiklikten Protestan sekülerliğe doğru geçiş yapmaktadır. Yeni geçilen uygulama zaman zaman dindar sınıfla laik sınıf arasında karşılıklı zıtlaşma üretse de ki bu normaldi, devlet artık dini yanına almaya, dünyevi idareciler dinle barışmaya, sosyal alanda dine alan açmaya ve dindara meşruiyet sağlamaya başlamıştır. Bu nedenle eski yasaklar ve sınırlar gevşetilmiş, dindar grubun önü açılmış, dini eğitime izin verilmiş, dindar adamın da siyaset yapmasına imkan sağlanmıştır. Böylece laik sınıfla dindar sınıf arasındaki karşıtlık ve husumet ortadan kalkmış, bu arada, dindar sınıfın sistemi sahiplenmesi de sağlanmıştır. Bu değişim ve yaklaşım karşılıklıdır ve süreçte laik adam değişirken dindar adam da değişmeye başlamıştır. İki taraf din-dünya işlerini birbirine karıştırmama ama birbirine de düşman olmama çizgisinde yani sekülerlikte buluşmuştur.

Sonuç olarak dünyevi alanda, sosyal-iktisadi hayatta ve eğitim alanında meşruiyet bulan dindarların dini, dünya-beden-devlet-iktisat-siyaset işlerine karıştırmaması; din-Katolik laiklik arasında yeniden bir çatışma üretmemesi ve Protestan sekülerliği savunması şartıyla yönetici olmalarının önü bu nedenle açılmıştır. Artık Türkiye’de, Amerika örnekliğinde olduğu gibi Protestan sekülerliğin doğal uzantısı olarak demokrasiye de geçmektedir. Bu devrede demokrasinin bu denli yaygın savunulması, sürecin ürünü olarak, uzlaşmanın paydası olarak, tarafların demokrasiyi kırmızıçizgi olarak benimsemeleri; demokrasi sayesinde dindar adamın da yönetici olabilmesi, diğerlerinin de bu durumu kabullenmesi nedeniyledir. Böylece bir taraftan siyaset-devlet-dünya-beden işleri itikatla bağını kopartacak, diğer taraftan yeni bir din inşa-icat çabalarıyla, yenilenen dini telakki ve teolojik kabulle bu işler ibadet olmaktan çıkartılacaktır. Dolayısıyla dünya işlerinin, siyasetin-iktisadın ve kültürün dinden meşruiyet bulmasına, referans almasına gerek kalmamıştır.