Hikmet ERTÜRK

08 Mart 2011

"KAZA" VE "KADER"

Kader; sözlükte "ölçü, miktar, bir şeyi belirli ölçüye göre yapmak ve belir­lemek" anlamlarına gelir. Terim olarak ise “Yüce Allah'ın, ezelden ebede kadar olacak bütün şeylerin zaman ve yerini, özellik ve niteliklerini, ezelî ilmiyle bilip sınırlaması ve takdir etmesi” anlamında kullanılmaktadır.

 

Kazâ; Allah’ın ezelde irade ettiği ve takdir buyurduğu şeylerin zamanı ge­lince, her birisini ezelî ilim, irade ve takdirine uygun biçimde meydana getir­mesi ve yaratmasıdır.

 

Kaza’nın sözlük anlamı ise ; "emir, hüküm, bitirme ve yaratma" anlamlarına gelmektedir.

 

Bu iki kavramı içerisine aldığı söylenen ayetlerden bazıları ise şöyledir.

 

"...O'nun katında her şey bir ölçü (miktar) iledir" (Ra‘d 13/8)

 

"...Her şeyi yaratıp ona bir nizam veren ve mukadderatını tayin eden Al­lah, yüceler yücesidir" (Furkan 25/2)

 

"De ki: Allah'ın bizim için yazdığından başkası bize asla erişmez..." (Tevbe 9/51)

 

Kaza ve kadere inanmanın imanın şartlarından olmasına delil gösteren hadis ise şu şekilde verilmiş.

 

Aşağıdaki rivayete göre Cebrail (a.s.) Peygamberimize:

 

“İman nedir?” diye sormuş, O da:

 

“Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe, hayır ve şerriyle kadere inanmandır” cevabını vermiştir. (bk. Müslim, “Îmân”, 1; Ebû Dâvûd, “Sünnet”, 15; İbn Mâce, “Mukaddime”, 9).

 

Fakat bazı kaynaklarda bu "Cibril hadisi"ne muhalif bazı farklılıklar vardır.

 

Ebu Muin en-Nesefi Tabsıra’sında aynen şöyle demektedir: “Deriz ki, inançlara gelince, din alimlerine göre bunlar beş esasa ayrılır; Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine ve ahiret gününe iman. İbadetler de onlara göre beşe ayrılmış olur: salât, savm, hacc, zekat ve cihad…” (İhsan Eliaçık ; bkz. İhyadan İnşaya adlı çalışmanın İslam’ın şiarları böl.)

 

Öyle görülüyor ki Ebu Muin en-Nesefî  “kaza ve kaderi” iman esasları arasında saymamaktadır. İslam’ın olmanın şartları arasında ise “cihadı” zikretmektedir.

 

Bu husus bizce de doğru bir aktarımdır. Çünkü Peygamberimiz (S) döneminde kaza ve kader diye bir tanımlama en azından günümüzdeki şekilde yapılmamıştır. Yani bu tanımlamalar anlam boyutunda hiç olmamıştır. Yukarıda sözlük anlamını verdiğimiz şekilde yer yer konuşulmuş fakat üzerinde bu denli durulmamıştır.

 

"Bu nedenle "Kaza ve Kader"in delalet ettiği anlama ancak birinci asrın sona ermesiyle kelamcıların ortaya çıkmasından ve Yunan felsefesinin tercüme edilmesinden sonra rastlanmaktadır. Sahabe asrında bu iki kelime bir arada kullanılmadığı gibi, böyle bir anlam üzerinde tartışma yapıldığı veya herhangi bir ihtilafın vuku bulduğu da görülmemiştir. Sahabe asrı boyunca yani Hicri birinci asır boyunca müslümanlar "Kaza ve Kader" konusunu bilmiyorlardı.

 

Yukarıda aldığımız ayetlerden bir tanesine dikkatlice baktığımızda ne demek istediğimizde anlaşılacaktır.

"Onlara de ki; "Başımıza gelenler, sadece Allah'ın alnımıza yazdıklarıdır. Bizim mevlamız, sahibimiz O'dur. Mü'minler sadece Allah'a dayansınlar..."

 

“Zaten yüce Allah mü'minler için zaferi yazmış ve eninde sonunda bu zafere kavuşacaklarına söz vermiş bulunmaktadır. Ne kadar zorluklarla karşılaşsalar, ne kadar sınavlardan geçirilseler yine de bunların hepsi vadedilen zafer için bir hazırlıktan öteye geçmez. Böylece mü'minler, bir süzgeçten geçirildikten sonra ve bir belgeye dayanarak Allah'ın yasasının gerektirdiği vasıtalara başvurarak, ucuz değil, değerli üstün bir zafere kavuşacaklardır. Her çeşit fedakârlığa göğüs geren ve bütün belalara, sınavlara hazırlıklı bulunan aziz ruhların (canların) kendilerini koruduğu bir izzete kavuşacaklardır. Asıl zaferi veren ve destekleyen yüce Allah'tır.” (Fizilal, Seyyid Kutup)

 

Seyyid Kutub’unda bahsettiği gibi bu ayet müminlerin bir süzgeçten geçirildikten sonra Allah’ın yasalarının gerektirdiği vasıtalara uyan, her türlü fedakârlığa göğüs geren bütün belalara sıkıntılara hazırlıklı olan müminlerin korunduğu gerçeğidir.

 

Bu ayetlere ilk kez muhatap olanlarda bu ayetleri böyle anlamışlar bu ayetler ışığında kaza ve kader diye isimlemelerde bulunmamışlardır. Allah’ın onlara vaat ettiği zafer için tüm sıkıntı ve zorluklara katlanarak mücadelelerine bıkmadan devam etmişlerdir. Üstelik bizler bu ayetleri gerçekten günümüzdeki bir kısım Müslümanların anladıkları gibi anlar isek bu anlayış tarzımız Kur’an’ın kendi içerisinde ki ayetleri de çelişkili bir duruma düşürür. Çünkü bu konuda bakın Yüce Allah bizleri nasıl uyarıyor.

 

Allah'a ortak koşanlar "Eğer Allah dileseydi, ne biz ve ne de atalarımız O'nun dışında hiçbir ilaha tapmaz ve O'nun izni olmaksızın hiçbir şeyi yasak saymazdık" derler. Kendilerinden önceki müşrikler de böyle yapmışlardı. Peygamberlerin, ilahi mesajı açıkça duyurmaktan başka bir görevleri mi var ki?” (Nahl-35)

 

“Biz her ümmete "Allah'a kulluk ediniz, tağuta (şeytana) tapmaktan sakınınız" diyen bir peygamber gönderdik. Kimini Allah doğru yola iletti, kimi de sapıklığı haketti. Yeryüzünde geziniz de peygamberlerini yalanlayanların sonunun ne olduğunu görünüz.”(Nahl-36)

 

“Yolun doğrusunu göstermek Allah'ın tekelindedir. Kimi yollar eğridir. Eğer o dileseydi, hepinizi doğru yola iletirdi. "(Nahl–9)

 

“Müşrikler diyecékler ki; "Eğer Allah dileseydi, ne biz ve atalarımız O'na ortak koşar ve ne de bu şeyi yasaklardık. " Onlardan öncekilerde bu şekilde peygamberlerini yalanladılar da azabımızın acısını tattılar. Onlara de ki; "Önümüze koyacağınız bir bildiğiniz var mı? Siz sadece sanının, yakıştırmaların peşinden gidiyorsunuz, sırf tahminlere dayanıyorsunuz.”(En’am–148)

 

 “De ki; "Yetkin delil, Allah'ın tekelindedir. Eğer O dileseydi, hepinizi doğru yola iletirdi. "(En’am-149)

 

Ayetlerden anlaşıldığı üzere günümüzdeki kaza kader inancını savunucuları müşrikler olarak anılıyor. Bugün “Allah dilemese ben böyle günahlar işlemezdim” ya da “cehennemde yanmazdım” gibi ifadeler daha önceki dönemlerde müşriklerin söylemleri olarak Kur’an’da yer almış. Ve bu şekilde bir mazeretin Peygamberi/dini yalanlamak anlamına geldiği söylenmiş. Burada geçerli olan şeyin Rabbimizin Kur’an’da bizlere doğru yolu gösterdiği hangi yolu seçip seçmediğimizin kendi tekelimizde olduğudur. Ve yaptığımız şeylerde de sorumlu olacağımız bilgisidir.

 

İslam'ın erken döneminde iken kader ile ilgili problemlerin hicri ikinci asır başlarında tartışma konusu edilmeye başlandığı ve hicri birinci asırda konu ile ilgili bazı ipuçlarının varlığının öne sürüldüğünü görüyoruz. Kaza ve Kader konusunun nasıl bir ortamda vuku bulduğunu şu şekilde açıklayabiliriz.

 

“Şunu hemen belirtmek isterim ki insanın yapıp-ettiklerinde hür olmadığı ve aklın da hiçbir fonksiyonunun olmadığı düşüncesini savunan cebr yani fatalizm düşüncesi diğer tüm toplumlarda ve dinlerde olduğu gibi, İslam öncesi Arap toplumuna da hakimdi. İslam yeryüzüne, daha önce çok az sayıda insan tarafından temsil edilip savunulan bireyin yapıp-ettiklerinde büyük oranda hür olduğu ve aklın da onun yapıp-ettiklerinde belirleyici olduğu fikrini yerleştirmiştir. İlk dönemde Hz. Peygamber ve onun ashabının büyük çoğunluğu bu yol üzereydi. Bundan dolayı da insana büyük oranda sorumluluk yüklenmişti. Yani mademki insan yapıp-ettiklerinde hürdür, bu durumda da yaptıkları işlerde sorumluluk tam anlamıyla ona aittir. Bu düşünce Müslümanları çok kısa süre içerisinde dünyaya hakim bir topluluk haline getirmişti. Ancak ilerleyen zamanlarda, Müslümanlar içerisinde Hz. Osman’ın halifeliğinin ikinci yarısında başlayan iktidar kavgaları ve bunun akabinde Emevilerin iktidarı kanla ele geçirmeleri sonucu, bu işin sorumlularının kimler olduğu; ölen ya da öldürülen sahabelerin durumlarının ahirette ne olacağı konusunda itikadi eksenli tartışmalar yaşanmıştır. İlk dönemde etkin olan Hasan Basri’nin ya da onun temsil ettiği ve de daha sonraları kaderiye diye isimlendirilen ekolün bu konudaki tutumu Kur’an’a uygun olarak, haksız yere kan dökenlerin yaptıklarından tamamen sorumlu olduklarını bu yüzden de ceza görecekleri bağlamındadır. Bunun karşısında, Kur’an’ın benimsemediği cebriye taraftarları ise, Emevi iktidarının yaptıklarını haklı çıkarmak için insanın yapıp-ettiklerinde -fiillerinde hür olmadığı için- hiçbir dahli olmadığı düşüncesini öne sürmüşlerdir. Öyle ya mademki insan fiillerinde hür değildir, o halde onun örneğin, adam öldürmesi tamamen Allah’ın dilemesiyledir. Yani bu adam öldürme işi insanın değil Allah’ın fiilidir. Bu cebriye düşüncesi Emevilerin ekmeğine yağ sürmekteydi. Bundan dolayı da onlar bu düşünceyi hakim kılmak için büyük gayret göstermişlerdir. Çünkü iktidarı kanla ve haksız yere ele geçirecekler, sonra da dönüp büyük halk kitlelerine bu işi kendilerine yaptıranın Allah olduğunu söyleyeceklerdi.” ( Özcan Taşcı, Doç. Dr. Doğumu, Gümüşhane 1969.Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Kelam Anabilim Dalı Başkanı)

 

Cebriye taraftarlarının bu konuyu bu şekli ile neden gündeme getirdikleri anlaşılır görünüyor. Öyle anlaşılıyor ki mevcut iktidar ile gizli gündemleri mevcut. Tabi bu iş öyle basitçe halka kabul ettirilecek bir şey değildi. Bu konuda da hemen imdada Peygamberimizin söylediği farz edilen hadisler devreye sokuldu. Bu konuda uzunca hadis olduğu söylenen sözler var ama biz bir tanesini verelim.

 

“İbnu Amr İbni'l-As (R.a) anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm, elinde iki kitap olduğu halde yanımıza geldi ve: "Bu iki kitap nedir biliyor musunuz?" buyurdular. Cevaben: "Hayır, ey Allah'ın Resûlü! bilmiyoruz. Ancak bildirmenizi istiyoruz!" dedik. Bunun üzerine sağ elindekini göstererek: "Bu Rabbülâlemin'den (gelmiş) bir kitaptır. İçerisinde cennet ehlinin isimleri mevcuttur. Hatta onların babalarının ve kabilelerinin isimler de mevcuttur ve sonunda da icmal yapmıştır. Bunlara asla ne ilave yapılır, ne de onlardan eksiltmeye yer verilir. Hiç değişmeden ebedi olarak sabit kalır" buyurdular. Sonra sol elindekini göstererek: "Bu da Rabbülâlemin'den bir kitaptır. Bunun içinde de ateş ehlinin isimleri, onların atalarının isimleri ve kabilelerinin isimleri vardır. En sonda da icmallerini yapmıştır. Bunlara asla ne ziyade yapılır, ne de eksiltmeye yer verilir!" buyurdular. Ashabı sordu: "Öyleyse ey Allah'ın Resûlü, niye amel ediliyor? Mademki her şey önceden olmuş bitmiş, yazılmış ve artık yazma işinden fariğ olunmuş (Bir daha yapma gayreti de niye)?" Resûlullah şu cevabı verdi: "Siz amelinizle doğruyu ve istikameti arayın! İtidali koruyun, Zira, cennetlik olan kimsenin ameli, cennet ehlinin ameliyle sonlanır; (daha önce) ne çeşit amel yapmış olursa olsun. Keza cehennemlik olanın ameli de cehennem ehlinin ameliyle sonlanır, hangi çeşit amel ile amel etmiş olursa olsun!" Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm, sonra elindeki kitapları atıp, elleriyle işaret ederek dedi ki: "Rabbiniz kullardan artık fariğ oldu, birkısmı cennetlik, birkısmı da cehennemliktir." Tirmizi, Kader 8, (2142).

 

Tabi bu rivayete o dönem yaşayan alimler tarafından itiraz edilebilirdi. Çünkü Kur’an’a çok ters düşen böylesi bir hadisi kabul etmek çok güç olacaktı. Ve bununda çaresi hemen bulunmuştu. Bu mevcut iktidarı zor durumda bırakacak sözler söylenmemeli ve bu sözler taraftar bulmamalıydı. Bu konuda Cebriye taraftarlarının uydurduğu hadislere de şöyle bir bakalım.

 

Huzeyfe (r.a) anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: "Her ümmetin mecusileri vardır. Bu ümmetin mecusileri "kader yoktur!" diyenlerdir. Bunlardan kim ölürse cenazelerinde hazır bulunmayın. Onlardan kim hastalanırsa ona ziyarette bulunmayın. Onlar Deccal bölüğüdür. Onları Deccal'e ilhak etmek Allah üzerine bir haktır." Ebu Davud, Sünnet 17, (4692).

 

İbnu Abbas (r.a) anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: "Ümmetimde iki sınıf vardır ki, onların İslâm'dan nasipleri yoktur: Mürcie ve Kaderiye." Tirmizi, Kader 13. (2150).

 

Kur’an’da defaatle gelecekten kimse haber veremez denilmesine rağmen bu hadislerde Peygamberimiz daha sonra çıkacak olan mezhep-ekollerin isimlerini veriyor. Üstelik İslam’da yeri olmayan uydurma olan Deccale de benzetiyor. Bu sözleri neresinden tutsak elimizde kalacak gibi. Ama arkalarında ki destek iktidar gücü kuvvetli olunca bu söylemler demek ki toplumda yer bulmuş.

 

Öyle görülüyor ki bu dönemlerde Kaza Kader olayın tamamen anlam kaymasına uğruyor. “Kadere iman etmenin” özellikle Emevî döneminde itkadi bir hal aldığı görülüyor.

 

 

İşte bu noktada İslam’ın şartlarından cihadın kaldırılmasının sebepleri de ortaya çıkıyor. Bunun yerini ise Kaza ve kadere iman esası alıyor. Bu hali ile ne denilmek isteniyor?

 

 

Bu konular aktarılmış iken tabi ki tüm bu konulara ışık tutan Emiru’l Mu’minin Abdullah Bin mervan ile Hasan Basri arasında geçen muktubada burada yer vermek lazım.

 

Emiru’l Mu’minin Abdülmelik bin Mervan’dan Hasan Basri’ye…

 

Sana selam olsun. Zatından başka ilah olmayan Allah’a hamdü sena ederim. İmdi, daha önce geçen alimlerin hiç birinden duyulmadık bir şekilde kader meselesini izah etmeye çalıştığın bana ulaştı. Halbuki ben bu meselenin daha önceden beri senin anlattığın gibi izah edildiğini hiç duymamıştım. Senin salih, alim, faziletli, istekli, titiz birisi olduğunu biliyorum. Doğrusu senden duyduğum bu tür sözler hiç de hoşuma gitmedi. Bu meseleyle ilgili görüşlerini bana yaz. Bu iddialarını nereye dayandırıyorsun? Sahabeden birisinin görüşüne mi, Kur’an’ın bir hükmüne mi yoksa kendi görüşlerine mi? Biz daha önce kader meselesini senin gibi anlatan birisine hiç rastlamamıştık. Bu husustaki görüşlerine bana bildir…”

 

Hasan-ı Basri de mektubunda görüşlerini yazıyor ve insanın irade ve sorumluluğunu ortadan kaldıran kader anlayışını açık bir dille reddediyor ve özgür iradeyi savunuyor. Bu bakımdan risale baştan sonra bir “özgür irade” savunması mahiyetindedir. Kur’an’dan onlarca ayetin tefsirini yapan Hasan-ı Basri, ısrarla insanın özgür irade sahibi olduğunu, kulların fiillerinden bizzat kendilerinin sorumlu olduğunu, başımıza gelenlerin önceden tayin edilmediğini, zulümlerin ve kötülüklerin O’na nispet edilmesinin Allah’ın adaletine sığmayacağını anlatıyor. (Risalenin tam metni için bkz. “İslam’ın Yenilikçileri” adlı kitap c.1, ‘Hasan-ı Basri’ böl.)

 

Gerçekten de “kadere iman” Kur’an’da hiçbir şekilde zikredilmez. Kur’an’da kader bir iman esası değildir. Hadis olduğu söylenen sözlerde bu durum bolca zikredilse de bu durumun nasıl bir çelişkiye yol açacağı malumunuzdur. Üstelik bu hususta daha önceki yıllardaki ekollerden Mutezilenin haklı itirazları söz konudur.

 

“İslam’dan önceki dinlere baktığımızda, onların bozulma ve tahrif edilme süreçleri hep aynı şekilde gerçekleşmiştir: Allah ilk önce peygamber vasıtasıyla vahiy gönderiyor fakat daha sonra dini tekellerinde tutanlar bu gelen vahyin yanında bir de peygambere gelen sözlü vahyin olduğunu iddia ediyorlar, bu sözlü vahyin de kendilerine önceki din öğreticileri tarafından aktarıldığını söylüyorlar, böylece de kendilerini dini anlamada ve anlatmada tek yetkili mercii yapıyorlardı. Son aşamada da Allah tarafından gönderilen vahyi, kutsal kitabı tahrif ederek peygamberden aldıklarını iddia ettikleri sözleri, yani kendi sözlerini halka kabul ettiriyorlardı. Bu şekilde din adamı sınıfı oluşmuş oluyordu. İslam’da ise Kur’an’ı Allah koruma altına aldığı için Ona dokunamamışlar, ancak Peygamber’e Onun yanında ikinci bir kaynak verildi demek suretiyle hadisleri, dikkat edin lütfen sünneti demiyorum, Kur’an’ın yanında ikinci bir otorite konumuna yükseltiyorlardı. Hatta bazı hadis kaynaklarında hadislerin Kur’an’ın üzerinde bile olduğu öne sürülmektedir: Kur’an’ı anlamak ancak hadislerle mümkün olur demektedirler. Mu’tezile buna itiraz etmişti. Çünkü böyle bir anlayış, Kur’an’ın otoritesini zayıflatabilirdi. Ayrıca bu durum din adamlarının dini tekellerine alması gibi bir sonucu doğurabilirdi. Bundan başka her fırka kendi din anlayışına uygun hadisler uydurmak suretiyle farklı farklı din anlayışları ortaya çıkabilirdi. İşte bunun içindir ki Mu’tezile ısrarla Kur’an’ın yeterli ve de tek hüküm kaynağı olduğu fikrini ayakta tutmaya çalışmıştır. Kaldı ki onlar sünnete değil hadislere karşı çıkmışlardır. Zira hadislerin Hz. Peygamber’e kadar ulaştığı şüphelidir. Çünkü onlar ahad haber konumunda olup, Hz. Peygamber’in ölümünden en az bir yüzyıl sonra kaleme alınmaya başlanmışlardır. Oysa sünnet ahad haber değil mütevatirdir ve Kur’an’da yer almaktadır.( Özcan Taşcı, Doç. Dr., Doğumu, Gümüşhane 1969.Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Kelam Anabilim Dalı Başkanı)

 

Üstelik Kaza Kader olayı sadece İslam’a has bir anlayış değildir. Bu anlayış sebeplerini de anlatmaya çalıştığımız üzere iktidarların yaptıkları zulümler karşısında toplumlarını susturma ehlileştirme işlevi görmüştür. Kimi zamanda Kur’an’ da geçen haramları işlemeyi meşru gösterme aracı olarak kullanılmıştır. Bu durum günümüzde de arabesk türü şarkılara konu olmuştur:

 

“İtirazım var bu zalim kadere
İtirazım var bu sonsuz kedere
Feleğin sillesine hayatın cilvesine
Dertlerin cümlesine itirazım var

Ben hep yenilmeye mahkum muyum
Ben hep ezilmeye mecbur muyum
İtirazım var bu yalan dolana
Benim şu dertlere ne borcum var ki
Tuttu yakamı bırakmıyor
Benim mutlulukla ne zorum var ki
Bana cehennemi aratmıyor”

 

Bu şarkı dinleyicisi de başına gelen olayları kadere bağlamış. Ve böylelikle kendisine zulm eden bu hale düşmesine sebep olan kurm ve kişilerle mücade etmeyi aklına bile getirmiyor. Belki bu şarkı eşliğinde şarabını da açmış aklından uzaklaşıp bir köşede yığılıp kalmıştır. O yönetenler için artık bu kişide tehdit olmaktan çıkmıştır. Bu işin sanatsal modern kaza kader yorumu.

 

Günümüz ya da geçmiş işte her şey kendi dönemlerindeki şartlar gereği yapılıyor. Bu iş Roma döneminde de Aziz Justin’in kaderi inkâr ettiği için idam edilerek yapılıyor. Burada da kölelik düzeni ve kölelerin acıları Stoacı kader anlayışı ile savunulmaktadır.

 

“Yalnız Musevilik dininde kader inancı diğer dinlere göre bir parça değişiklik gösteriyor, Museviliğe göre bir insanın kaderi, tüm hayatı boyunca baştan yazılmaz ve bir yıl önceki hâl ve hareketlerine göre yıllık olarak yazılır. Bir yıl boyunca iyi ve hayırlı işler işleyen kişilerin kaderi bir yıl sonrası için iyi yazılır.

 

Bir Musevi, Musevi Yılbaşısı olan Roşaşana ile Yom Kipur arasındaki 10 gün boyunca bir vicdan muhasebesi yapar ki buna İbranice teşuva adı verilir teşuva İbranice'de geriye dönme anlamına gelir. On gün boyunca, o yıl içinde yapılan tüm hatalı davranışlar gözden geçirilir insanlara karşı yapılan haksızlıklar için Tanrı'dan af dilemek yetmez, o insanlardan da özür dilenmeli ve helalleşilmelidir. Tanrı'ya karşı işlenen suçlar içinse tövbe edilir.

 

9. günün akşamı güneş batmadan bir saat önce Yom Kipur orucuna başlanır. 26 saat aralıksız sürecek olan oruç boyunca çeşitli tövbe duaları edilir. 26. saatin sonunda, orucun bittiğini balirten Şofar (boru) çaldığında, Tanrı'nın gelecek için insanların yeni kader derlerini yazdığına inanılır.”( Vikipedi, özgür ansiklopedi)

 

Sonuç olarak; İslam' ın erken dönemlerinde başlayan, resmi politikalarla uyumlu bir din üretme ve halkı siyaset dışı bırakma (depolitize) sürecinde kader inancı çeşitli şekillerde kullanılmış ve bu konu hakkında bir çok tartışmalar yaşanmıştır. O günlerden beri zaman zaman bir takım siyaset adamlarının, yönetimi altındaki halk üzerinde baskıcı ya da uyutmacı bir yönetim biçimi sergilemeleri ve üstelik bir takım hadisleri de kullanarak, yaptıklarını İlahi kadere bağlamaları nedeniyle, yüzyıllardan beri İslam toplumları yanlış ve çelişkili bir kader anlayışına sürüklenmiş ve kendi basiretsizliklerini fark edemeyerek ne anlama geldiğini tam bilemediği bir kader anlayışına boyun eğmişlerdir. Böylece, kaderci (fatalist) bir zihniyet yapılanması içerisinde bulunan, kendi sorunlarının çözümünü -İlam ya da insanı bağlamda- kendi dışında arayan; hazırcı, bedbin, miskin ve tembel insanların çoğalmasına, üstelik bu anlayışın İslam toplumlarında hakim görüş haline gelmesine sebep olunmuştur.

 

Bu bakımdan çağımızda İslam toplumlarının sorunlarına çözümler getirebilecek ilkeler içeren, Müslüman kültürünün biçimlendirdiği tarihsel düşünce hareketlerinin Dini okuma-yorumlama ve insana bakış açıları yeniden değerlendirilmeli; böylece yirmi birinci yüzyıla girmiş bulunduğumuz şu günlerde yeni bakış açılarına kapı aralanmalıdır. Aslında konunun çok girift olmasından dolayı, insan hürriyetinin sınırları o günden bu güne hala tam olarak netlik kazanamamıştır. Bu bakımdan problem tartışılmaya devam etmekte, herkes kendi mezhep ve meşrebine ya da entelektüel seviyesine göre konuya yaklaşmaktadır. İslam toplumlarında "Dinin temel amaçları" (mekasıd-ı dfn/mekasıd-ı İlahI) göz ardı edilerek, tarihsel bir takım yorum ve uygulamaları "dinin vazettiği kurallar" olarak görme alışkanlığı devam ettiği sürece, Müslümanların gelişmelerinden ve çağı yakalamalarından söz etmek mümkün olmayacaktır. Fakat, düşünceye, ilerlemeye ve gelişmeye aslında çok önem veren, insanı mutlu etmek için gönderilmiş olan İslam Dini'ni Müslümanların yeniden okuyarak, insanlığın gerçek barış ve huzuru için öncü roller üstlenmesi mümkündür. Sonuç olarak İslam düşünce tarihinde zaman zaman olduğu gibi, bilinçli ya da bilinçsiz veya kendi ihmalkârlıkları nedeniyle ortaya çıkan olumsuz her olayı, kendilerinden değil de İlahı bir yazgıymış gibi kabullenmeleri, İslam ve insanlık adına talihsiz bir durumdur. (Abdulhamit Sinanoğlu Yrd. Doç. Dr., KSÜ, ilahiyat Fakültesi Kelam Anabilim Dalı Öğretim Üyesi.)