Cemil ARSLAN

05 Şubat 2008

BAŞÖRTÜSÜ ZULMÜ NE ZAMAN BİTECEK!

         Türkiye’nin en temel sorunlarından birisi olan başörtüsü meselesi; ülkemiz insanları için derin bir hüzne, yoğun bir travmaya, ferdi ve içtimai depresyona neden oluyor. Dolayısıyla insanlarımızdaki güvensizlik, vahamet, garabet, sükût-u hayal ve psikolojik bunalım had safhaya çıkıyor, acılarımız derinleşerek katmerleşiyor...
            Türkiye halkı ve devletiyle bu problemi çözemeyecek kudrette değildir. Ancak birileri bu açmazın ortadan kaldırılmasına, sorunların çözümüne dolaylı ya da direkt mani oluyor. Dinimizin temel emir ve hükümlerinden olan başörtüsü, ne yazık ki halkının kahır ekseriyeti Müslüman olarak kabul edilen ülkede ciddi bir problem teşkil ediyor yahut ettiriliyor, İmam Hatipler sekteye uğratılıyor, insanlarımız kan ağlıyor, evlatlarımız hayata küsüyor, yurt dışına gitmek mecburiyetinde bırakılıyor, ülkenin geleceğine güvenle bakılamıyor ve sonuçta kaybeden Türkiye oluyor.
Türkiye’de herkes istediği gibi giyinirken, istediği gibi yaşama hakkına sahip iken başörtüsüne yasak konulmasının, çifte standarda tabi tutulmasının, hele birtakım derin güçlerin, gizli örgütlenmelerin, yeraltı eşkıyaların veya egemen otoritenin başörtüsünü içlerine sindiremeyişinin, hazmedemeyişinin yahut kabullenemeyişinin elbette kendi vehimlerine göre çeşitli anlamları ve sebepleri vardır. Bu egemen otorite, kendi istemleri dışındaki her şeye yasak koymaya, tabii özgürlükleri izole etmeye, daraltmaya, bastırmaya, gerektiğinde toplumu parçalamaya, kamplara bölmeye ve nihai olarak kendi tahakkümlerini sürdürmeye katiyetle yoğun ve tavizsiz bir çaba gösteriyor!
Yapılması gereken; başörtüsü yasağının tümüyle kaldırılması, serbestliğin sadece yüksek öğrenimle sınırlandırılmaması, İmam Hatip okulları ve meslek liselerinin önündeki haksız uygulamanın, eşit olmayan sistemin bertaraf edilmesi, ÖSS’de eşit imkânların verilmesi ve hiçbir kişi veya zümreye herhangi bir imtiyazın tanınmamasıdır.
Sorun aslında, tam bir “çelişki” halkasının, yumağının veya örüntüsünün var olmasından kaynaklanıyor. Bazı şer güçler; sadece kendi doğruları, bakış açıları, yöntem anlayışları ve yaşam tarzları paralelinde düşünmektedir. Diğer insanlara karşı en küçük saygıları, hoşgörüleri, hüsnü niyetleri, toleransları söz konusu değildir. Yani zihinsel ön kabuller, katı önyargılar, basmakalıp ideolojiler, sistematik baskı mantığı malum kişiler ve karanlık iradeler tarafından ana referans, genel-geçer değer ve temel bir alışkanlık olarak kabul görmüştür.
Türkiye’de temel mesele; dinin bireysel ve sosyal alanda mevcut etkisini hissettirmesi, bireylerde sıklıkla oluşmaya başlayan ve giderek kök salan din kardeşliği şuuru veya aidiyet bilincidir. Geçmişine ve geleceğine sahip çıkan, ahlaki ilkeler, kolektif dinamizm ve dini değerler etrafında kenetlenen bireyler malum zihniyeti rahatsız etmiş, fincancı katırlarını ürkütmüş ve birileri için tarifi anlamsız bir fobi kaynağı olmuştur.
Neticede din, insan ve toplum yaşamında zamanla daha çok içselleştirilmiş, birçok yerde belirleyici olmuş, adeta yüzyıllara hatta asırların da ötesine meydan okuyan edasıyla, haykırışıyla, serzenişiyle ve sarsılmaz duruşuyla hepimiz için en yegâne, evrensel, mümtaz tartışılması ve alternatifi dahi mümkün olmayan bir ilham kaynağı olmuştur.
Böyle bir konjoktürel yapı içerisinde yasaklar, baskılar, kem gözler, mesnetsiz brifingler(!), marazi mitingler, hoyratça meydan okuyuşlar, yargı organlarına yapılan dayatmalar, etki altına alınmak istenen devlet kurumunun acziyeti, dini refleksin engellenme gayretleri, gayri ahlakî hezeyanlar v.s… Bütün bunların hepsi kanımıza dokunuyor, canımızı sıkıyor, yüreğimizi dağlıyor, vicdanımızı sızlatıyor, ufkumuzu karartıyor ve moral motivasyonumuzu köreltiyor.
Devleti/hükümeti yönetenler; bu noktada mutlaka yol haritasını çizmek, kesin kararlarını vermek, tüm zulümlere ve keyfi muamelelere karşı net tavır almak zorundadırlar. Kesinlikle müspet olan hiçbir konuda geri adım atmamalıdırlar.
Başörtüsü ve İmam Hatip probleminin kökten çözümü, mevcut hükümetin veya diğer bazı partilerin seçmenlerine vermiş olduğu en temel vaatler arasındadır. Keza yumuşak geçiş politikalarıyla, gevşek siyaset anlayışıyla, sorumsuz ve içi boş diyalog çağrılarıyla, kurumsal ve toplumsal mutabakat(!) saplantılarıyla bu tür haksız ve hukuksuz uygulamalar bir türlü önlenemez, önlenmesi de mümkün değildir.
Sonuç itibarıyla; atı alanın Üsküdar’ı geçtiği çağımızda halkımızın ve sivil kuruluşların etkin bir biçimde katılacağı ve üzerinde ittifak edebileceği daha aktif ve üretken politikalar izlenmeli, mevcut platformlar desteklenmeli ve geliştirilmeli, yasakçı zihniyete karşı ortak “direnç noktaları” oluşturulmalıdır. Sistematik zulümlere ve haksızlıklara karşı anında tepki gösterilmeli, kutsal değerlerimize karşı yapılan her türlü patavatsız ve pervasız saldırılara karşı hep birlikte mücadele etmeli ve daha radikal adımlar atmalıyız.