Cemil ARSLAN
İNSAN HAKLARI EVRENSEL BEYANNAMESİ ÜZERİNE
Her yıl geleneksel etkinlikler çerçevesinde kutlanan “10 Aralık Dünya İnsan Hakları Günü” ve bu güne atfen ifa edilen “İnsan Hakları Haftası”; görünüşte insanlık tarihi, hürriyetler ve evrensel hukuk normları açısından önemli bir gelişme gibi algılansa da bilinçaltında yatan realiteler kesinlikle değişmemiş; düşünsel dönüşüm gerçekleşmemiş, zihinsel ön kabuller ve katı ön yargılar devam etmiş, hatta uygulamadaki çarpık yapılanmalar ve insanlık dışı muameleler gün geçtikçe artarak sürmüştür.
Aslında bu günün anlam ve önemine paralellik arz etmesi amacıyla ayrıca “Dünya Vahşet Günü” veya “Dünya Soykırım Günü” de tertip edilmesinin bilahare daha mantıklı, isabetli ve tutarlı bir davranış olacağını savunuyorum. Çünkü insan haklarının korunması ve geliştirilmesinin tartışıldığı bir zaman ve mekân diliminde tüm vahşetler, barbarlıklar, emperyalist baskılar, şantajlar, jurnaller, fişlemeler, afişlemeler, dişlemeler, gizli ve sinsi pazarlıklar, komplolar, kontrollü ve suni gerilim politikaları, darbeler, korkutmalar, yıldırmalar, gözdağı vermeler hız kesmeden devam ediyor!
10 Aralık 1948 tarihinde “Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi” ilan edildi. Türkiye, bu bildirgeyi aynı yıl kabul etmiştir. Sözde birçok hakların ve özgürlüklerin sıralandığı bu bildiri; hukuki açıdan bağlayıcı nitelikte uluslar arası bir anlaşma olmayıp, sadece ideal/teorik bir haklar listesi niteliğindedir.
Hakikat şudur ki; Peygamberimiz (S.A.V.), tarihin en şanlı dönemine tanıklık eden ve damgasını vuran, insanlığın hafızasından silinmesi asla mümkün olmayan o eşsiz ve yegâne Veda Hutbesi’nde insan haklarının gerçek hüviyetini ve mahiyetini net bir şekilde tüm insanlığa beyan etmiştir: “ Ey Mü’minler! Sözümü iyi dinleyin, iyi anlayın! Muhakkak ki Rabbiniz birdir. Hepiniz, Âdem’densiniz. Âdem de topraktandır. Hiç kimsenin başkaları üzerinde üstünlüğü yoktur. Şeref ve üstünlük, ancak fazilet iledir.”
Yine birçok Ayet-i Kerime, bizlere bu konuda yol göstermektedir:
Ey insanlar! Sizi bir erkekle, bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışasınız diye millet millet, kabile kabile yaptık. Haberiniz olsun ki, Allah katında şerefliniz, takvaca en ileride olanınızdır. (Hucurat: 13)
Bu çağrılar; evrensel barışın, hukuk sisteminin, hürriyetlerin, ahlaki ilkelerin ve neticede bütün insani değerlerin kapsamını/çerçevesini bizlere yansıttığı ve aktardığı gibi; insan hakları, özgürlük, hukuk devleti, toplumsal barış v.b kavramların İslam'da zaten var olduğunu ziyadesiyle hepimize anlatmakta, açıklamakta ve vurgulamaktadır.
Bildirgenin giriş kısmındaki “bütün insanlar eşittir ve vazgeçilmez haklara sahiptir” cümlesi, Bildirge’nin temel felsefesini açıkça ortaya koymaktadır. İnsan Hakları Evrensel Bildirisi’nin önsöz ve 30 maddeden oluşan metni incelendiğinde; başta yaşama hakkı olmak üzere, kişi güvenliği, işkence yasağı, kölelik yasağı, haksız tutuklamanın önlenmesi, kanun önünde eşitlik, özel hayatın korunması, konut dokunulmazlığı, din, vicdan, inanç ve düşünce özgürlükleri, toplanma ve dernek kurma özgürlüğü, herkesin doğrudan doğruya ya da serbestçe seçilmiş temsilcileri aracılığıyla ülkesinin yönetimine katılma hakkı, genel ve eşit oy ilkesi v.b temel hak ve ilkelerin yer aldığı görülmektedir.
Ne yazık ki, işin teorisi pratiğe hiç ama hiç yansımadı. İnsan hakları ihlalleri aynen devam etti. İşkence, kötü muamele, savaş suçları, cana kast, yağmacılık, çağdaş kölecilik v.b suçlar bir türlü önlenmedi, önlenmeye dahi çalışılmadı. Din ve vicdan özgürlüğü kısıtlandı, sistematik baskı ve zulümler tarihin kara sayfalarına geçti. Devlet kurumları ve sivil yapılanmalar, kapital/liberal ve emperyal düzene hizmet etmekten başka bir işe yaramadı. Bir şekilde özgürlükleri, eşitlikleri ve adaleti savunan grupların veya kurumların sesleri ya susturuldu ya da işlevsiz hale getirildi. .
İnsan Hakları Evrensel Bildirgesinin, teorik/ideal/düşünsel bağlamda dünyamız açısından bir dönüm noktası teşkil ettiği bazı jakobenler tarafından hararetle, şevkle ve heyecanla dillendirilmektedir. Bütün bu menfi gelişmelere ve neticelere paralel olarak bazı kavramların maksatlı ve kötü niyetli olarak ortaya çıkarıldığı ve yoğunlukla tartışıldığı bilinen bir gerçektir. Örneğin; “sivil toplum” anlayışı gündeme gelmiş, “hukuk devleti” görücüye çıkmış, çeşitli tazyiklerin ve dinamiklerin baskı ve zorlamasıyla hak ve hürriyetler alanında sözde bazı düzenlemeler ifa etmiş gibi göründüler.
Zengin ve kapitalist ülkeler, ideal nitelikteki ilkelerin önemli bir bölümünü kendi vatandaşlarına uyguladıkları halde maalesef, kendi bünyelerinde yaşayan Müslüman toplumlara aynı prensipleri uygulamadıkları gibi; bu masum, mağdur ve mazlum milletlerin eşitlik ve adalet ilkelerini kendi uluslarına uygulamalarına dolaylı ya da doğrudan mani olmaya büyük çaba harcadılar.
Zenginliğin, refahın, lüks yaşamın, insani değerlerin sadece kendi uluslarıyla özdeşleşmesi için her türlü çalışmayı yaptılar ve gerektiğinde bütün faaliyetleri (genellikle olumsuzları) kendilerine mubah gördüler. İnsanlığın felaketlerle ve acılarla yaşamalarına fütursuzca tanıklık ettiler. Hatta birçok yerde olumsuzlukların yaşanması ve statik hale gelmesi için mücadele etmekten geri durmadılar.
Dünyevî idealler, çıkar çatışmaları ve birtakım kısır döngüler uğruna bazen sudan bahanelerle savaşlar çıkardılar, çeşitli milletlerin neredeyse geleceklerini ipotek altına aldılar, insanlığı tam bir keşmekeşin, girdabın ve sefaletin kucağına ittiler.
Sonuçta; tüm vahşet, soykırım, gaddarlık, hunharlık, asimilasyon, eliminasyon ve izolasyon politikaları hız kesmeden devam etti ve bugün de devam ediyor!
Bu alanda mücadelemiz, şu ilkeler etrafında odaklanmalıdır: “Herkes için ekmek, herkes için özgürlük ve insan hakları, herkes için din ve vicdan özgürlüğü, herkes için yaşama hakkı, herkes için barış, herkes için ekonomik refah ve herkes için mutlu ve huzurlu bir dünya…”