Hikmet ERTÜRK
BEŞERİ SİSTEMLER VE MÜSLÜMANLAR
Müslüman olmak: Bir gruba dahil olmak değil, bir duruşa sahip olmaktır.
İslam’ın öngördüğü bir duruşa sahip olunmadan oluşturulan toplulukların herhangi bir toplumsal değişime katkı sağlaması mümkün değildir.
Şu günlerde kimi İslami çevrelerin cahili sistemlere payanda olarak varlıklarını sürdürmeye çalışmaları çok utanılacak bir durumdur. Allah’ın egemenliğini ölçü almayan tüm sistemler Allah’ın hükümlerini dışlayan sistemlerdir.
O yüzden Yüce Allah ; “Allah dışında başka dostlar, başka dayanaklar edinenlerin durumu; ağdan örülmüş bir yuva edinen örümceğin durumuna benzer. Hiç kuşkusuz en dayanıksız ev, örümcek yuvasıdır. Onlar keşke bunun bilincine erselerdi.”(Ankebut–41) demektedir.
“Ne yazık ki, bu çevreler zaman zaman bu gerçeği unutuyorlar. Bu yüzden, tüm değerlere ilişkin ölçüleri karışmakta, bütün bağlarla ilgili düşünceleri karmaşık hale gelmekte, ellerindeki tüm kriterler bozulmaktadır.. Ne tarafa gideceklerini, neyi alıp neyi bırakacaklarını bilmez hale gelmektedirler:”[1]
Birde geleneği sahiplenen büyük bir topluluk ile aslında her şeyin farkında olan bilenlerimiz var.
Bunlar ise;
“Bu durumda iktidar sahiplerinin ellerindeki caydırıcı güce aldanmaktadırlar. Bu otoriteyi yeryüzünde dilediğini yapabilen tek egemen güç sanırlar. Bu yüzden korku ile ümitle bu güce yönelirler. Ondan korkarlar, endişelenirler. Vereceği zarardan korunmak ya da onun koruyucu (!) kanatları altına girmeyi garantilemek için onu hoşnut etmeye çalışırlar.”[2]
Ve onlara gereksiz yere yumuşak davranırlar.
Biz buna İslami ıstılahta müdahene diyoruz. Bu konu Kalem suresi 8-15 . ayetlerde geçmektedir.
"Öyleyse yalanlayanlara itaat etme. Onlar istediler ki, sen onlara yumuşak davranasın / müdahene edesin de onlar da sana yumuşak davransınlar. Şunların hiç birine itaat etme: Yemin edip duran aşağılık, herkesi kınayan, söz getirip götüren, hayra engel olan, saldırgan, günahkâr, kaba, sonra da soysuz, alçak, mal ve oğullar sahibi olduğu için, kendine ayetlerimiz okunduğu zaman "eskilerin masalları" dedi. Biz yakında onun burnuna damga vuracağız." (Kalem, 68/8–15)
Ayette geçen “Müdahene” kavramının anlamı; “Yağ çekmek, ovmak, okşamak, müşriklerin taptıklarına, alçak garazlarına, haksızlıklarına ilişmemek, yalancılıklarına göz yummak, lüzumsuz yere yumuşak davranmaktır”. Bu kişilere karşı mücadele etmemiz ve onlardan ayrışmamız emredilmekteyken onlarla aynı havayı soluyabileceğimizi söylemek onların oluşturmuş oldukları sistemlere sahip çıkmak ya da böylesi bir sistem içerisinde İslami yaşantımızı sürdürebileceğimizi düşünmek, Kur’an’ın emirlerini anlayamadığımızı gösterir. Allah’ın “soysuz ve alçak” olarak nitelendirdiği kimselerle ortak noktalarımız olamaz. Eğer böyle bir şeye yelteniyorsak bu onlara kendi adımıza vereceğimiz tavizler sebebiyle oluşabilir. Halbu ki böylesi devlet ya da sistemleri güçlü görüp buralara sığınmamız gerçekte aldatıcı bir şeydir.
Böylesi kimseler Ankebut Suresi 41. ayette geçtiği üzere ; “Gerek fertlerin, gerek toplumların, gerekse devletlerin ellerindeki bu güçleresığınmanın tıpkı örümceğin ağdan örülü yuvasına sığınması gibi olduğunu unutmaktadırlar. Halbuki bu zayıf, güçsüz ve çaresiz örümceği, gevşek yuva koruyacakdeğildir.. Bu zayıf eve sığınmakla tehlikelerden korunması mümkün değildir.
Allah'ın himayesinden başka bir himaye, O'nun güvenilir korusundan başka birsığınak, O'nun sarsılmaz gücünden başka bir destek yoktur.
Tek güç, Allah'ın gücüdür. Biricik dostluk Allah'ın dostluğudur. O'nun dışındakiler istediği kadar büyüklük taslasın, azgınlaşıp zorbalaşsın, istediği kadar zulüm, baskı ve işkence araçlarına sahip olsun kesinlikle zayıftırlar, güçsüzdürler, önemsizdirler.”[3]
Aslında kendisini İslam ile tanımlayan çoğu kimsenin, cahili sistemleri ve bu sistemlerin düşünsel altyapılarını oluşturan kavram ve ideolojileri iyi tahlil edemedikleri görülmektedir. Sistemin idare ve sevki kendilerinden gördükleri birilerine verilince zannediyorlar ki İslam adına yapmak istedikleri şeylerin önü açılacak. Fakat şurası kaçırılmamalı ki böylesi sitemlerin kurucu irade ve felsefeleri vardır ve burada yapılan sadece sınırları belirlenmiş bir şekilde kendi cahili sistemlerine teknik kadro tahsis etmekten ibarettir. Çünkü toplumun çoğunluğunu oluşturan inanç ve değerler cinsinden birilerine sistemlerini emanet etmek daha akıllıca bir yöntemdir.
Bu durumda siz nereye giderseniz gidin sonuç değişmeyecektir. Çünkü böylesi sistemlerde her şey bu kişilerin kontrolündedir. Kendilerinden olan farklı simalar durumu değiştirmeyecektir.
Bu yanılgı ile söz konusu kesimler daha önceki yıllarda yapılan referandum sürecinde de aynı hataya düşmüşlerdir. Ve bu şekli ile beşeri bir anayasanın oluşumuna müdahil olmuşlardı.
Müslümanların bu durumu Keloğlan ile ilgili bir hikâyede çok güzel resmedilmişti.
Dilerseniz hatırlayalım;
“Evvel zaman içinde bir fakir keloğlan yaşarmış. Bu Keloğlan’ın babası, bir gün hastalanmış; oğlunu yanına çağırmış:
- Oğlum sana nasihatim olsun. Adı Musa, boyu kısa, sakalı köse alan adamla aksata etme. Hatta değirmenin de bile buğday öğütme, demiş.
Gel zaman, git zaman bu adam ölmüş. Bir gün Keloğlan’ın anası:
- Oğlum, unumuz kalmadı. Değirmende bir yük buğday öğüt de gel, demiş.
Keloğlan, değirmenin yolunu tutmuş. Bir değirmene varmış ki, kısa boylu bir adam orada oturmakta. Bu adam üstelik köseymiş. Keloğlan’ın aklına hemen babasının öğütleri gelmiş.
- Amca senin adın ne? diye sormuş.
Adam ‘Benim adım Musa’ deyince, bu değirmende buğday öğütmekten vazgeçmiş. Başka bir değirmene gitmiş. Meğer Musa Dayı, işin farkına vardığından, kestirme yoldan değirmene gitmiş. Keloğlan gelmiş, bunu orada görünce geri dönüp gitmek istemiş ama Musa Dayı seslenmiş:
-Oğlum beyhude yorulma. Buralarda üç değirmen var, üçü de benim, demiş.”
İşte anlatmaya çalıştığımız şey de bu.
Tüm değirmenler onların ve her kapı aynı yere çıkıyor. İşte böyle bir çıkmazın içerisindeyiz. Eğer ki sistem kendi içerisinde bir takım değişikliklere gidiyorsa bu asla kendi rejiminden/değerlerinden vazgeçtiği anlamına gelmiyor. Sadece değirmeninin dönmesi için sizden ekmeklik buğday istiyorlar. O buğdayı eğer o değirmende öğütürseniz o değirmen her daim çalışır durumda kalacak. Peki, siz ısrarla öğütmek istemezseniz ne olur? O zaman yeni tekliflerle karşılaşabilirsiniz?
O halde hikâyemize devam edelim;
“Demiş ama Keloğlan’ın inadı inat.
- Mademki değirmenler senin; ben de un öğütmekten vazgeçtim, demiş.
Musa Dayı bakmış ki ne yapsa çare yok, Keloğlan buğdayı öğütmeyecek.
- Gel, sen gene öğütme. Gel seninle birer okkalı yalan söyleyelim. Ben kazanırsam hayvanı üzerindeki yüküyle beraber alırım. Sen kazanırsan değirmenlerimden birini sana veririm, demiş.
Bu fikre Keloğlan sevinmiş. Önce Musa Dayı bir yalan söylemiş.
(İşte keloğlan burada hata yapıyor sonuç ne olursa olsun değirmen yine dönecek kazananı belli bir tartışmaya girişiyorlar.)
- Keloğlan, benim babam çiftçi idi. Bizim harman yerinde kendi kendine bir karpuz göğerdi. Biz buna güzelce baktık. Bu da büyüdükçe büyüdü, dağ gibi bir karpuz oldu. Olduğu zaman babam bir baltacı tuttu. Bunlar kesmeye başladılar. Bunlardan birisinin elinden baltası karpuzun içine düştü. Adam baltasını almak için karpuzun içine girdi. Baltayı ararken içeride bir adamla karşılaştı. Baltacı sordu ki ‘hemşerim sen bu karpuzun içerisinde balta gördün mü?’ dedi. Adam da ‘Yavu sen ne söylersin? Ben bir bezirgânım. Develerimi ve adamlarımı yitirdim. Bir hafta oldu arayıp bulamadım. Sen baltanı mı bulacaksın?’ dedi. İşte, bizim bu karpuzun suyundan Van Gölü meydana geldi, demiş. Adam sözünü burada kesmiş. Sonra da Keloğlan’a dönüp ‘haydi, bir yalan da sen söyle bakalım’ demiş.
Keloğlan da başlamış:
- Musa Dayı, benim babam arıcı idi. Petekten sabah kaç arı gitti, akşam kaç arı döndü hepsini sayardı. Günlerden bir gün bizim bir topal arı vardı, bu peteğe dönmedi. Babam da ‘bu arı ne oldu’ diye sabaha kadar uyumadı. Sabahleyin bizden bir çuvaldız istedi. Çuvaldızı yere dikip, yalın ayak üzerine çıktı. Dört tarafa bakarken, çift süren bir öküzün üzerine konmuş olan arıyı gördü. Hemen bana seslendi, ‘horozu eğerle getir’ diye. Ben de hemen horozu eğerledim. Babam da üzerine binerek gidip bizim topal arıyı kurtardı. Ama bizim horozun sırtını eğer vurduğu için yara olmuştu. İşte o yaraya ceviz yağı çaldık. Derken oradan bir ceviz çıktı. Bu büyüdü de büyüdü, kocaman bir ceviz oldu. Yapraklarını döktüğü zaman, kocaman bir tarla oldu. Biz bu tarlayı ekip biçmeye başladık. Ekinler olduğu zaman ele tırpanları aldık. Tam biçmeye başladık ki bir tilki çıktı. Babam tırpanı fırlattı. Tırpanın ipi, tilkinin kuyruğuna geçti. Tilki de tarlada bir o tarafa bir bu tarafa gittikçe bizim ekinler biçildi. Toplayıp harman ettik. Harmanı savurduk. Buğdayları ölçmeye başladık. Ölçerken gıratın içinden bir kâğıt çıktı. Alıp okuduk ki ‘yalanı Keloğlan kazandı, Musa Dayı hapı yuttu’ yazıyor.”
Bu durum önce Kur’an’dan nasihat dinleyen sonra yalan yarışına tutuşan sonra da kendi yalanlarına inanan Müslümanlara! çok benzemiş. Yani bu yalan atılacaksa biz bu konuda da onlardan daha iyi yalan söyleyebiliriz değil mi? Keloğlan da böyle yapmış. Aslında Keloğlan’ın babasının bildiği ya da yaşadığı bir şeyler olmalı. Çünkü bu değirmenci Musa Dayı’ya güvenmiyor. Mutlaka aralarında bir şeyler geçmiş olmalı. Maalesef kimse sözü dinlemiyor işte. Güvenmemeleri gereken yerlerde gezinip duruyorlar.
Bu yalana ağzı açık kalan Musa Dayı ne yapmıştır sizce?
“Bunun üzerine Musa Dayı ‘Keloğlan, baban daha çuvaldızın üzerine çıktığı zaman ben hapı yutmuştum. Ondan sonra nefesini boşa harcadın. Ben de tam senin gibi bir adam arıyordum. Bir değil üç değirmenimi de sana bırakayım, sen çekip çevir gayri’ demiş.”
İşte tüm işleyiş tıpkı bu tebessüm ettiren hikâyedeki gibi dönüyor. Baktı ki sistem kendini idare edemiyor halkı inandıramıyorlar Onlar da öyle yapıyorlar. Alın size yönetim bu halkı ancak siz ikna edebilirsiniz. Nasılsa tüm değirmenler de onların ya, değişen bir şey yok. Siz sadece bekçisiniz orada ama değirmen bozulursa da tamir etmek zorundasınız. Bakın Musa Dayı bile öyle herkese değirmenini teslim etmiyor. Önce halkı ikna edebiliyor mu ona bakıyor. Eğer o kabiliyeti görmüşse teslim ediyor. Demek ki bu sistemin sahipleri dindar, tutucu kesimde bu beceriyi görmüş ki sistemlerini yönetme hakkını onlara vermişler. Şimdi de uzun zamandır değirmenlerinde buğday öğütmek istemeyen bir kesim aniden buğdaylarını öğütmeye karar vermiş gibi görünüyor.
İnşallah bizler böylesi geçici düşlerin esiri olmayız. Allah katında tek geçerli din İslam’dır. Ve O’nun hükmü bütün bir kâinat için geçerlidir. Bizlere de hayatımız pahasına bu değerleri korumak, hakim kılmak düşer. İnşallah hepimiz böylesi bir yolda hayatlarımızı sonlandırırız. Allah hepimizin yar ve yardımcısı olacaktır. Bunda hiçbir zaman şüphemiz olmasın.
Dipnotlar: