Hüseyin ALAN

27 Mayıs 2010

BİR “YILDIZ” DAHA KAYDI ARAMIZDAN

Yaklaşık kırk yıllık bir geçmişin birikimi, yılmaz bir azmin sembolü, adanmış bir kişiliğin örnekliği, netleşen İslamcı çizginin bir müdavimi olan Bahaddin, arzusu istikametinde ümmetin garip diyarı Afganistan’da tamamladı ömrünü. Bir gruba dâhil, bir camiaya ait olmanın yanı sıra İslam ümmetinin bir evladı olmanın bilincinde ve sorumluluğunda olarak oradaydı bu defa da.  

“Anadolu’nun birçok yerinden çeşitli vesilelerle İzmir’e gelmiş, burasını mekân etmişiz. Artık İzmirli olmuşuz her birimiz. Şu memlekette yapılacak bir şey varsa eğer bunu bizler başlatmalı, bizler sürdürmeli, diğer yapılan hayırlı işlere omuz vermeli ve arkadan gelen gençlere örneklik etmeliyiz. Bu konularda güzel bir gelenek oluşturmalıyız” derken tehlikesinin farkında olduğu hemşericilikten, kavim ve bölgecilikten, grup asabiyesinden uzak durmayı, onun yerine iman temelli ümmeti oluşturabilmeyi kast ettiğini düşünürdüm.  

Elbette o da birilerinin evladı, eşi; birilerinin babası, amcası idi. Hatta kimilerinin hemşerisi, okul arkadaşı veya uzun yıllar birlikteliklerini sürdürdükleri dostlarının vefalı bir dava kardeşi idi. Ama artık o, bütün bu bağların üzerinde ümmetin yiğit bir evladı olarak şanlı yerini almış, ümmete mal olmuştur.

Çok azımızın becerebildiği, grup bağlılığı ve aidiyetini sürdürmekle birlikte yeri geldiği zaman bunların fevkine çıkabilen, diğerleri ile selam hukukunu sürdürebilen ve her zaman farklı çalışma yapanlara olan sıcaklığını devam ettirebilen güzel özelliği iledir ki, ümmetin yiğidi olmak gibi bir sıfat ona çok yakışır.  

80’lerin kasvetli ortamında mecbur kalıp çıktığı yurtdışı gezilerini, fırsat ve imkân bulduğu her zaman devam ettirdi. Ümmetin başka parçalarını, onların yerel şartlarını, mücadele tarzlarını ve aralarındaki rekabetleri, yakından öğrenme fırsatı bulmuştu. Dini telakki, usuli bakış, içtihadi zenginlikteki çeşitliliği ve hatta bölgesel bağnazlıkları biliyordu. “Oraları da buralara benziyor” der, çoğu tutum farklılıklarını kıyaslardı.  

Her yerin kendisine has özelliklerini tanımak ona bir zenginlik katmış, vukufiyetini ve ferasetini artırmıştı. Oralarda karşılaştığı diğer Müslümanlarla iletişim kurmakta zorlandığı zamanlar, Arapçaya hâkim, literatüre vakıf olamamanın sıkıntısını hissettiğini söylediği her zaman, ülkesinin devrim kanunlarına veryansın ederdi. Bir gecede cahil bırakılmanın, başsız buyruksuz kalmanın, ümmetten kopartılmanın ne demek olduğunu yaşayarak öğrenmişliği ile anlatmaya çalışır, asıl hasmımıza bu gibi vesilelerle dikkat çekerdi. 

İslamcı ümmetçi çizginin 80’lerin ilk devrelerinde ortaya koyduğu “alamet-i farika” sı sayılan demokrasinin ve laikliğin sapkınlığına hükmederek “memuriyet” yapılamayacağı, “Cuma” kılınamayacağı, mescitlerin “dırar” olduğu ilkeleri, karşı duruş olarak ona uyar, o vesile ile Kemalizm’e karşı koyduğu mesafeyi hep sürdürürdü. Karşı olmak ve hasmını bellemek bakımından derin bir İslami aidiyet bilinci oluşturan bu ve benzeri tutumların, zaman içinde kendini ifade etmede eksikliği fark edilince, denklemin bir tarafı zaafa uğramıştı. Bu kifayetsizlik onda ahlaki bir dönüşüme, savrulmaya ve taraf değiştirmesine yol açmadı. 

Sözünden ve duruşundan dönmediği için devlet işlerine bulaşmayan, siyasetin ve iktidarın rantına bel bağlamayan, onlar üzerinden hesap tutmayanlardandı. Tam olarak böyle ifade etmese de bilirdim ki; karşı olduğu sistemden beslenmek, onun imkânlarını bir biçimde kullanarak bir yere varmak yerine temiz kalmayı, mevcut imkânlarla mücadelesini sürdürmeyi yeğledi. Bir yerlere gelip birileri için “bir şey” olmaktansa, hiçbir yere göz dikmeden adam gibi kalıp Allah için “çok şey” olmaya baktı. 

Müslümanlar, insanlık için en yüce ahlaki ve siyasi değerleri savunan ve temsil eden insanlardır. Zenginliği bulup etrafa zenginlik dağıtan, huzuru bulup etrafa huzur yayan insanlardır. Bu değerlerden amaç, zillet ve zulüm yayan iktidarlardan ve sistemlerden kendini koruyup, insanların ve toplumun hayatını, izzet ve adalet ekseninde değiştirmektir. Buna rağmen Müslümanlardan olduklarını söyledikleri, bu amaçlarla yola çıktıkları halde, bu değerlerle bir hayat sürmesi gereken nicelerinin amaçlarının, aslında kendi zenginliğini ve iktidarını kurmak olduğunu yaşayarak gördük. İkimizin de yaşı müsaitti bu sapkınlığı ve tecrübeyi değerlendirmeye. Sık sık da dertleşirdik bu konularda. Bu durum sadece içerde, bize mi hastı sanki? ü

Bir gece “selamun aleykum kardeş” diye başlayan ve epeyce hüzünlendiği anlaşılan, dert kokan bir mailini, daha birkaç ay önce yollamıştı Almanya’dan:

“Feryat eder gibi naat söyleyen bir İranlı kadını dinliyorum, dönüp dönüp. Kızım Meryem; baba bu ne diye gülüyor! Ben mi; nedense, yalnız kalınca ağlıyorum.

Diktatörleri devirip zulümleri kaldırmak için bitmeyen bir aşkla, anlatılamaz acılara katlanan ve bu uğurda ölenler, yeni şahlar için yapmadı bu fedakârlıkları.

Ve her yerde yeni krallar çıkıyor karşımıza. İran’da bir seçimle bile imtihan edilmekten korkanlar, şu anda on binleri zindanlarda tutuyor. Afganistan ayrı  bir âlem… Sıffinde sayfalar mızrakların ucundaydı… Şimdikilerin elbiseleri ise ayetten dikili: yanlış diyenler, dinsiz oluyor!

Karıncanın taşıdığı  suyun kıymetini bilen mantık ve insanları zulümler altında inletenlerin adı ve rengi değişiyor sadece…” 

Kardeşim benim, ne kadar da haklısın. Meryem’imiz de anlayacak büyüyünce, hepimizde öyle olmadı mıydı? Oysa yeni yetmeler diyorlar ki; iktidar kötü, iktidar bozuyor! O nedenle İslam devleti mi, geçin oraları. Varsa bireysellik yoksa savrulmuşluk, sözün nereye gittiğinin farkında bile değiller, hal bu işte! Neymiş; sizin nesil devlet, devrim diye diye savruldu, sonra da kötü bir imtihan verdiniz, diyorlar! Sonra da soruyorlar; şimdi nerede onlar, nerelere kayboldular? Hani derdik ya; var olan bir şey kaybolmaz aslanım, havada buharlaşıp yok olmaz! Demek ki, var olduğunu sandıklarınız gerçekte zaten yoklarmış. Mış da, fırsatını bulamamışlarmış garipler! 

Mal, servet, iktidar, güç, bizatihi kötü olan şeyler ve işler değildir. İyi ya da kötü olan, onlarla kurulan ilişkilerin niteliğidir, aslında. Ele geçirilince gurur, kibir ve tahakküm aracı olarak kullanılan bu şeyler, İslam’ın baştan reddettiği ilişki türleri değil miydi? Hani bizler diğerlerinden farklı olacak, onlara sahip olunca da örneklik edecektik? Bir insan hem Müslüman olacak hem diğerleri gibi olacak; hem zengin olacak hem servet yarıştırıp tahakküm aracı olarak kullanacak; hem iktidar olacak hem zalimlerden olacak, bu akla ziyan bir iş olmaz mı? Bu hal, hem Allah’a itaat ettiğini söyleyip hem de ona isyan etmek değilse, nedir? 

Herkes öyle değil aslında. İşin gerçeğine vakıf, olması gerekeni iyi bilenler, hedefi farklı tutanlar da var. Bu gün Halit Meşal’in, kardeşimizin bir mesajı düştü internete; Müslüman ülkelerden gelen yardım konvoylarına, yardım kuruluşlarına ve yardım edenlere teşekkür ediyor. Ekliyor ve diyor ki o; bizim yardıma çok da ihtiyacımız yok, bizim asıl istediğimiz Müslümanların kendi ülkelerinde “intifada” yı başlatmalarıdır.  

Sağ olsaydın da Meşal’in bu mesajını okusaydın! Ne kadar haklı değil mi? Devleti olmayan, ordusu ve donanması bulunmayan Müslümanlar kendi varlıklarını nasıl koruyacaklar, kardeşlerine nasıl yardım edecekler, hiç düşünmezler mi? Şu devlet tartışmalarının arkasında yatan gafletin bu manada bir yeri var mıdır? Sık sık derdin ya; hasımlarımızın yine oyununa mı geliyoruz nedir? 

Attığın mailde belirttiğin gibi Müslümanların başında olan devletler, iktidar sahipleri, Müslümanların dikkatinin nereye çekileceği hususunda mahir olmalılar. Bizleri başka şeylerle oyalıyorlar zahir, başka ne diyelim ki?  

Bahaddin Yıldız bir tarihtir, bir uzun dönemin bizzat tanığı olarak... Onca badirelerde ve değişimlerde geriye düşmeden ayakta kalmış, ahlaki zaafa uğramamış, standardını bozmamış ve hayalini her daim korumuş bir yiğitti o. Çocuklarımıza gösterebileceğimiz bir kahramanlık örneği olarak yaşadı ve aramızdan ayrıldı.  

İki yiğit şehidimizin sözlerini hatırlıyorum seni anınca; ”Küfre olan hasımlığım İslam’a olan hısımlığımdandır”. Bir taraftan özgürlük diğer taraftan barış havariliğine soyunmuş “tosuncukların” ortalığı kapladığı şu günlerde, dinini ve kendini ciddiye alan, hasmını ve hısmını bu nedenle iyi bilen, bu bilinci yitirmeyen ve buna uygun sahici bir yaşam biçimi üretmek için koşturan sevgili kardeşim, hayatının anlam örgüsü bu kaideye otururdu senin, bilirim ya. 

“Bir insan ki İslam’la tanıştıktan sonra, onun yolunda olmak ve uğrunda ölmekten daha izzetli ve şerefli başka ne ola ki?” Eyvallah kardeşim, İslam’la tanıştığından bu güne kadar hep o yolda oldun ve nihayet o uğurda şehit oldun. Ne mutlu sana ki; kralın, melikin ve devletin dininden, yolundan ve davasından yana olmadın. Buna karşılık Allah’ın dininden, yolundan ve davasından yana oldun hep. Hasmının ve hısmının ölçüsü açığa çıktı değil mi, anlayana ibretlik bir ders işte!  

İnanıyorum ki Allah’a verdiğin sözde durup onun yolunda, onun dini uğruna cehd ederek süsledin şehitliğini. Dini yaşayan bir örnek, ete kemiğe büründüren canlı bir şahit oldun. Darısı, verdiği sözde durup sırasını bekleyenlere olsun inşallah. Selam olsun tüm şehitlerimize ve sana. Allah’a emanet olasın sevgili kardeşim benim.