Mustafa ATAV

05 Ekim 2012

BUNLARI YAZMAK, BUNLARI SÖYLEMEK ZORUNDA MIYDIN?

Dezenformasyona tabi tutulduğu yani türlü manipülasyonlarla çarpıtılıp kirletildiği artık herkesçe bilinen enformasyon ağından dolayı sağlıklı olarak değerlendirme ihtimalimizin zor olduğu bir konuyu; yani İster domino etkisi deyin, ister kelebek etkisi deyin ama son tahlilde isim babası Batı Dünyası olan ve Arap Baharı denilen Ortadoğu’daki gelişmeleri yorumlamak adına klavyenin tuşlarına basmanın öyle kolay olmadığını baştan söyleyelim.

Hem de ya Baasçı ya NATO’cu diye suçlanmak ya da İrancı diye mezhebi anlamda kategorize edilmek ve bütün bunların hâsılası olarak neredeyse zalimden yana addedilip tekfir edilmek riski söz konusuyken. Ki görüntülere, yazılanlara ve bu istikamette yapılan hararetli tartışmalara bakılırsa taraflar açısından ayniyle vaki bu dediklerim…

Peki, gerçekten “Arap Baharı” mı?

Başkalarını bilmem, İsmi bile ırkçılığı, kavmiyetçiliği yani ötekini yani sömürge merkezlerini ve dahası Batının hegemonyasını, genelde doğu, özelde Müslümanların yaşadığı coğrafyalar üzerindeki kirli hesaplarını, kaosu çağrıştırıyor bende.

Herhalde bu tür endişelerden dolayıdır, oralarda gelişen halk ayaklanmalarına Müslümanlar tarafından “intifada” hareketi adı konulması da tesadüf olmasa gerek.

Şu ana kadar yaşanan süreç, binlerce insanın katledilmesi, yer ve yurtlarından sürgün edilmeleri, baskı ve işkenceye tabi tutulmaları hasebiyle tam bir zulmün karşılığıdır ki hiçbir Müslümanın bu durumu yok sayması, vicdan ve merhametten yoksun bir şekilde ele alması asla ve asla düşünülemez.

Bu saatten sonra da oralarda bahar havası mı mukim kıldırılacak yoksa zemheriye mi teslim edilecek yaşayan görecek. Ama her ne kadar komploculuğa, edilgenliğe, teslimiyetçiliğe yorulsa da ve bu bağlamda  “Ne yani Müslümanlar bu kadar aciz mi?” diye tepki içeren soruyla karşılık verilse de küresel sermayenin yani hegemonyanın kazanacağı şimdilik muhakkak gibi. Kastettiğim şekil, palyatif değişiklikler değil, bunun altını çizelim.

Şimdi birileri bana bir tek örnek gösterebilir mi, küresel hegemonya temsilcilerinin el attığı yerlerde, vazgeçtik vahyi ilkelerle şekillenmiş bir yönetimden (Bunu yerleşik halkın ve periferideki İslami hareketlerin sürece dahil olma iddiasından mülhem söylüyorum), seküler anlamda bile arzu edilen huzur vaki olmuş mudur?

Yıllardır gözümüzün önünde cereyan etmiyor mu olaylar? Güya diktatörleri devirip, Demokrasi vaadi ile gittikleri yerlerde insanları toplu katliamlara maruz bırakan, oralarda daha çok ayrılığı tetikleyici işler yapan; kalkıp gittiklerinde de harap edilmiş bir coğrafya; değerleriyle, nesepleriyle oynanmış insanlar bırakan hangi devletlerdir? O diktatörleri yıllar evvelsinden oralarda kimler ikame etti, demokrasi yeni mi keşfedildi de malum rejimlerden birden rahatsız olundu?

Mesela Irak! Gün geçmiyor ki gazetelerin satır aralarında(!) orayla ilgili ölüm haberleri gelmesin. Hala kıyımlar, hala zulüm söz konusu ve böyle giderse daha da sürecek; ama rivayet odur ki IMF orada Ortadoğu merkezli para akışını koordine edecek MB’sını çoktan kurmuş bile. Benzer durum yani MB’sı inşası Libya içinde dile getiriliyor. Petrol şirketleri şimdi daha emin ellerde ve para akışı yönünde hiç bir sıkıntı yaşanmıyormuş! Yıkılan, harap edilen coğrafyanın (Bir başka baharda yıkmak üzre!)yeniden inşası için uluslararası çalışan şirketlerin sıraya girdiği bir vakıadır. Birçoğu da Türkiye’de vazife alanlar. Küresel sermayenin yani ekonomik gücü elinde tutanların arzusu istikametinde paranın güvenle seyr-i seferi herhalde bu olsa gerektir.

Malum yerlerde yaşamadık, elan da yaşamıyoruz lakin bu dediklerimiz, bilirkişilerin yazdıklarının, haber kanalları vasıtasıyla uzman stratejist ve analistlerden(!), dahası ekonomistlerden dinlediklerimizin bize göre hülasası. Demem o ki nerede küresel aktörler var, nerede NATO müdahil, nerede ABD ve diğerleri rol kesiyor, işte orada kaos, işte orada katliam, işte orada değerlerin, İslami hassasiyetlerin tüketimi ve tabii ki küresel sermayenin zafer çığlıkları var.

Bir başka gariplik de daha düne kadar tüm yazıp çizmelerinde ve tüm söylemlerinde Batı tandanslı her şeye mesafeli bakanların; oraya ait devlet, kurum ve kuruluşları Haçlı ordusu, zulmün ve sömürünün kaynağı olarak görenlerin, bugün o kuruluşlardan medet umar hale gelmeleridir. Hem de demokrasi, laiklik, liberalizm gibi kavramların derinliklerindeki felsefeyi görmezden gelip güya ıslah ederek!

Yine sorayım, Tunus’ta, Libya ve Mısır’da İslami hareketlerin idealleri bağlamında maksat hâsıl olmuş mudur? Yoksa Batıyla barışık, uzlaşmacı, laik, demokratik, liberal ve dahası kapitalist algı ve yönetim biçimleri mi hüküm ferma kılınmaya mı çalışılmaktadır? Veya öncelik esasına göre nasıl bir sistematik yapı, nasıl bir toplumsallaşma istenmesi noktasına henüz gelinmemiş midir?

Doğrudur, diktatörler hizaya çekilmiş, M.Kaddafi linç edilmiş, H.Mübarek zelil bir şekilde son demlerini yaşamaya bırakılmıştır. Lakin yine kaos yine niza vardır. NATO, BM gibi ve bilhassa AKP kadrosunca da geçmişte Batı kulübü kabul edilenlerin aktörleri yine işin başındadırlar.

En iyileri de ABD ve NATO’ya yani küresel sömürü odaklarına İslam Şeriatıyla yönetilen bir devlet modeli öngörmedikleri konusunda, laik, demokratik bir yönetim oluşturma bağlamında teminat vermekle meşguller. Ki onların kullandığı veya tesis etmeyi arzu ettikleri demokrasinin, bizim bildiğimiz demokrasiden farklı olduğunun söylendiğini herhalde birçoğumuz ya duymuştur ya da bir yerlerden okumuştur!

Mazur görülsün, medyayı birlikte takip ediyoruz; Mısır, orada seçim olması hasebiyle bir müddet gündeme dahil edildi ama ne Tunus ne de Libya eskiden olduğu gibi artık anılmıyorlar. Çok çok daha öncesinden Cezayir’i hatırlayanımız var mı? Irak’tan dem vurmuştum, Afganistan ne âlemde? Filistin zafere mi ulaştı, İsrail hüsrana mı uğradı? Bütün bu çatışmalar da İsrail’in fonksiyonu ne, bilen veya olabildiğince gerçeklikle dile getiren var mı? S.Arabistan, Kuveyt, Katar, Bahreyn krallıklarla, diktatörlüklerle, emirliklerle yönetilmiyorlar mı, demokrasi onlar için gerekmiyor mu?  Zulmün bir başka türevleri hüküm sürmüyor mu zikrettiğimiz yerlerde? O coğrafyalarda bu budur diyebileceğimiz bir İslami, bir siyasi yapılaşma söz konusu mudur; yoksa böyle bir beklentinin gereği mi yoktur?

Suriye, son durakmış gibi ele alınmaya çalışılıyor ama bölünmeye dair gelen son haber ve yorumlardan mülhem, sürecin bir başka gelişmelere gebe olduğu tez ve iddiaları da gündemde. Bazılarına göre sonrasında İran ve Türkiye de benzer sürece dahil edilecek. Küresel hegemonya açısından, önce parçalamak yani toplumları ırkçılık, ulusçuluk, mezhepçilik gibi aidiyet nevinden unsurlar üzerinden ayrıştırmak, sonra da kolaycana yutmak genel taktik değil midir zaten?

Şimdi de bir Güney Asya ülkesi olan Myanmar’ın bir bölgesi yani Arakan!

Kaçımız biliyordu dünyanın bir tarafında bu isimle anılan bir bölge olduğunu ve orada Müslümanların yaşadığını? Hatta çoktandır insanlara zulmün reva görüldüğünü?

Yazık! Haberlere göre( Maalesef sadece haber değeri var!) insanlar, Müslümanlar orada da yakılıyor, orada da yerlerinden ve yurtlarından ediliyorlar. Açlık ve yoksulluk diz boyu, tecavüz ve soykırım bir fiil işletiliyor; hem de güya insanı merkeze alan, hiçbir heves ve ihtirası öncelemeyen, dünya zevklerine tamah edilmemesini öngören yani Nirvana’yı hedefleyen Budistler tarafından!

Hadi görelim! Mevcut iktidar şu zulmün kısaltılmış hali olan NATO’yu, oradaki ve sair yerlerdeki zulmü engellemesi için de müdahil kılsın! Kaldı ki Arakan ve sair yerlerdeki yaşanan zulümler haberlerden de anlaşılacağı üzre yeni de değil, çoktandır bilinen bir durummuş ama Dünyanın dikkati asıl bal ve kaymağın olduğu yerlerde!

Elbette ki Arakan’a yani oradaki mazlum insanlara da yardım edilecektir ve medya bir müddet onu da gündemde tutacaktır ama sonrasında yine başka gündemleri servis edip hafızaları yanıltma peşine düşecektir, tabiatı bunu ona dayatmaktadır çünkü.

Bu küçük hatırlatmaların akabinde, daha çok İran merkezli dile getirilen, elan yaşanan olaylara, zulme haklı olarak karşı çıkan halklardan, Müslümanlardan bağımsız bir şekilde istikamet verildiği iddiasının da yabana atılmaması gerektiğini söylersek umarım garip kaçmaz.

Bu şu demek değildir elbette: Zulme ses çıkarılmasın, Müslümanlar olarak gelişmeler karşısında tepkisiz kalınsın ve hiç mücadele edilmesin!

Geçmişe, ders alma kabilinden tekraren vurgu yaparsak ABD, NATO ve BM’nin doğrudan müdahale ettiği Irak, Afganistan, Cezayir gibi bölgelerde hiç de istenilenin olmadığı ayan beyan ortadadır.

Bütün bu gelişmelere, devlet ve toplum olarak küresel anlamda kuşatma altına alınmaya çalışıldığından ve kuşatmak isteyenler tarafından bölünüp parçalanma riskiyle karşı karşıya kaldığından bahisle yaklaşan İran açısından yaşanan olaylar, yukarıda da dediğim gibi sadece ve sadece halklar nezdinde zulme karşı gelmek olarak değerlendirilmemektedir. Yani İran’a göre daha çok küresel aktörlerin, istihbarat teşkilatlarının, lobilerin ve yerli işbirlikçilerin işidir; bu sebepledir ki Müslüman halklar ve örgütler bir dizi oyuna getirilmektedirler. Bu tuzaklar, hile ve desiseler karşısında İran da kendini korumaya almaktadır ki söylemleri zaten bu yöndedir.

Bu yaklaşımı bir başka anlamda teyid eder mahiyette not olarak zikredelim: Bir üstadın dediğine göre de “1979’da vuku bulan İslam Devrimi nedeniyle Batı yani Hıristiyan dünyası ve Yahudi locaları İran’dan intikam almaya çalışmaktadırlar”. Herhalde bu iddia da hafife alınacak cinsten filan değildir.

Dikkat edilirse, İslam inkılabını gerçekleştirmesi hasebiyle neredeyse bir fenomen haline gelen İran ve devrimi, şimdilerde Ulusalcı ve mezhepçi olarak değerlendirilen siyasal atraksiyonları nedeniyle ve Suriye’ye destek çıktığı iddiaları sebebiyle olabildiğince itibarsızlaştı,  itibarsızlaştırıldı. Bu arada itibarsızlaştırılmaya çalışılan sadece İran yönetimi ve devrimi değil, bilelim; denildiği gibi ulusalcı ve mezhebi kaygılar ön palana çıksa da İslamın, Müslümanların bizatihi kendisidir.

Bu yorumlardan hareketle söylersek, olayları kendi kabullerimizin dışında, bir de sair yerlerden nasıl görünüyor noktasında ele almakta pekâlâ fayda mülahaza edilebilir diye düşünüyorum.

Örneğin, Ortadoğu bahanesiyle medyadaki tartışmalarda işlenen konular nelerdir?

Müslümanların edilgenliği, demokrasiyi içselleştirememeleri, Batı değerlerine(!) bağnazca karşı gelmeleri, kendi aralarında bir türlü vahdet sağlayamamaları vs. değil midir? Bu tartışmalar bağlamında demokrasi ve laiklik Ortadoğu için önerilen yegâne sistemler olarak ele alınmamışlar mıdır? Hem Cumhurbaşkanı hem Başbakan hem de Dışişleri Bakanı Ortadoğu gezilerinde bu minvalde telkin ve tavsiyelerde bulunmamışlar mıdır? Nitekim son gelişmelere istinaden yapılan söyleşilerde yine benzer şeyler dile getirilmemiş midir?

Peki, Türkiye’nin yani şimdiki iktidarın Ortadoğu’da yaşanan bu gerilimdeki yeri ne?

Dışişlerine bakılırsa Türkiye Ortadoğu’nun hamisi yani sigortası ve her ne denildiyse onlar bir bir gerçekleşti. Mesela Tunus, mesela Libya, mesela Mısır TC’nin ve bilhassa NATO’nun tavsiyeleri istikametinde vaziyet aldıklarından kazandılar! Suriye rejimi de bu kabulden hareketle biteviye uyarılıyor. Türkiye bütün bunları söylerken tabii ki arkasında NATO ve BM, yanında da ABD var. Bu bağlamda üzülerek söyleyelim ki AKP, adeta küresel hegemonyanın sözcüsü gibidir.

Küresel gücü desteğine alan bir iktidar, bu cesaretle dün aile dostu ve kanka ama şimdi muhalif olarak gördüğü Suriye rejimine neler söylemez ki? Esed yani Suriye rejimi zalim, el hak doğru ama oraları adeta bir mikser gibi türlü oyunlarla karıştırdığı söylenen küresel güçlerin asıl aktörlerine de bir söz söyleseler, bir sitemde bulunsalar ya! Bütün dünyayı istila altına almaya ve sömürmeye çalışan bu güçlerden başkası mı? Nitekim onlarca irili ufaklı devlet ve topluluklar onların egemenliği altında yaşam sürdürmüyorlar mı? Ve daha dün bunları kitap ve makalelerinde, işin de hakkını vererek bir bir işleyen Dışişleri Bakanından başkası mıydı?

İktidar veya Başbakan tarafından ABD’ye, Obama’ya zalim denildiğine hiç şahit olundu mu? Aksine bir zamanlar aynen Esed için sarf ettiği gibi kardeşim, kankam diyen Başbakandan başkası mıydı?

Keza Libya’da ne işleri var dedikleri NATO’yu, BM’i sonrasında baskılanarak, terbiye edilerek çaresizce vazife almaya çağıranlar kimlerdir?

Hakeza çağırdıklarına, dün arş-ı alayı sarsarcasına Haçlı ordusu diye hitap edenler bunlar değil miydi?

Oysaki Ortadoğu’daki diktatörler uzaydan gelmediler, nevzuhur değildiler, yıllardır toplumların başında insanlara zulümle iştigal ediyorlardı. Yani Müslümanlara işkence yapmaları, toplu katliama maruz bırakmaları (örneğin Hama gibi) yeni bir durum değildi. Hal böyleyken Suriye rejimi yine yıllardır yakın komşu, kadim dost, kardeş görülüyor, bu zeminden hareketle siyasi ve ekonomik anlaşmalar yapılıyor, ticari ilişkiler bu sayede zenginleştiriliyordu.

Madem öyle şu soruyu sorma hakkı doğmaz mı bize?

O zamanlar değil de küresel güçlerin vazgeçmesine istinaden mi Suriye birden Türkiye’nin de hasmı oluverdi? Eğer böyleyse, bu Türkiye siyasetinin dışarıdan güdülenmesinin, iktidardakilerin de bir piyon gibi kullanılması anlamına gelmez mi?

Yine İran, düne kadar dost, müttefik bir ülkeydi, orada Müslüman kardeşlerimiz yaşıyordu. ABD’nin kuklası olan Şah’a karşı geliştirilen kıyamdan yani İslam inkılâbından her zaman sitayişle bahsediliyordu. Şimdi sormak gerek: İç politikaları gereği kendisini korumak amaçlı Suriye’ye destek verdiğinden mi yoksa ABD istediği için mi İran’la muhalif duruma düşüldü?  

Türkiye, Suriye’deki karmaşaya karşılık kendi iç disiplinini muhafaza etmek, sınırlarını korumak için politika üretmiyor mu? Hal böyleyken İran’ın da kendi iç dünyası, kendi insanı, siyaseti ve geleceği için aynı endişeyi taşıma hakkı yoktur diyebilir miyiz?

Daha bir dünya soru sorulabilir yani işin içinde küresel güç merkezli hinoğlu hinlikler aranabilir elbette; lakin böylesi soru ve mülahazalara, taşın altına elini sokmaktan imtina edenlerin, inancı istikametinde risk faktörünü göze alamayanların yani fildişi kulelerden ahkâm kesenlerin yani hayattan kopuk yaşayıp mücadeleden kaçanların, insanların katliamlarına seyirci kalanların insaf ve merhametten uzak yorumları olarak bakıldığı da bir realitedir.

Ne yazık ki bu böyledir ve bizim engelleyebileceğimiz bir şey de değildir.

Bize göre ortada küresel güç ve sermayenin yeniden yapılanması diye bir şey var. Başta da dile getirdiğimiz gibi bu istikamette rol kesmeye talip olan ve artık ama küresel ama yerel anlamda gücü yadsınamaz olan medyanın, türlü manipülasyonlarla ve görsel efektlerle de zenginleştirdiği haberler doğrultusunda ileri sürülen bir dolu iddialar var.

Ve bu iddiaları da insanlar kaçınılmaz olarak kendi durdukları zaviyeden değerlendirmektedirler ki ne kadar isabetli tespitlerde bulunulduğunu da zaman gösterecektir veya yaşayan görecektir.

Buradan cesaretle söyleyeyim ki hiç kimse zaaflardan malul değildir, bu sebeple bir takım hassasiyetlere dikkat çekmek durumundayım: Herkesin malumu olduğu üzre, Ortadoğu olaylarını yorumlama konusunda Müslümanlar arasında farklılıklar ortaya çıkmış ve bu farklılıklardan dolayı da sapıklık, zalimlik, merhametsizlik, Baasçılık, mezhepçilik gibi insanların birbirlerine yönelik ithamları havalarda uçuşturulmuştur. Oysa bir Müslüman, bu gibi ithamlardan dolayı Allah’a sığınmalıdır.

Ve zaten bu Müslümanlığımızın olmazsa olmazıdır. Kabul edelim ki Müslümanların birbirlerine durmaları, yıllardır inancımızın, siyasi basiretimizin gereği olarak eleştirdiğimiz gayr-i İslami dünya görüşü sahiplerini yani emperyalizmin taraftarlarını ve yerli işbirlikçilerini memnun etmekten başka hiçbir şeye yaramayacaktır. Buna fırsat vermemek de yine İslami ve dahi siyasi bilincin gereğidir.

Sonuç olarak: Ortadoğu’da ve dünyanın diğer bölgelerinde zulüm olduğu bir realitedir. Bu zulmü gerçekleştirenler de bazılarınca sloganik ve komploculuk olarak görülse de ABD’dir, NATO’dur, BM’dir yani küresel güçler, küresel sermaye ve nihayetinde yerli işbirlikçilerdir. Bu durum zaten çoktandır tescil edilmiştir, aksini iddia etmenin de bana göre hiç bir anlamı yoktur.

Buna mukabil elbette ki insanlar, en azından Ortadoğu’da olduğu gibi zulme karşı bir direnç gösterme, bir karşı mücadele geliştirmek zorundadırlar. Nitekim malum yerlerde direnç gösterenlerin bir tarafı da Müslümanlardır. Üzerinde tartışılan ve haliyle arzu edilen de odur ki gösterilen bunca çabanın, ödenen bunca bedelin akabinde inşa edilecek sistem, toplumsal yapı vahyi ilkelerle şekillensin. Küresel tehditler karşısında erteleyici ve uzlaşmacı girişimlerin yarın tekrar benzer zulümlere gebe olmadığını ve bu minval üzre inşa edilmiş yapıların böylelikle yıkılmayacağını kim garanti edebilir?

Son tahlilde söylenebilecek şey şudur: Müslümanların, Suriye dahil Ortadoğu ülkelerine özellikle tavsiye edilen ve gayr-i vahyi bir arkaplanı, felsefesi ve yaptırımı olan demokrasi, laiklik, liberalizm gibi profan algılarla bezenmiş ideoloji ve yönetim biçimleri konusunda ihtiyatlı davranmaları İslamın ve Hz. Muhammed örnekliğinin bize göre bir gereğidir. Bu zulüm ortamı içerisinde, bu kuşatma ve baskılar altında dikkat çekmeye çalıştığımız hususun ikamesi elbette zordur ve belki de dile getirilmesi dahi mümkün değildir ama her ne kadar olayları dışarıdan gözlüyor ve yorumluyor olsak da bizim temennimiz de budur. Hz. Muhammed ve arkadaşlarının, vakt-i zamanında ortaya koyduğu vahyi mücadele örnekliğinden, dediğimizin hilafına veriler ortaya çıkarılıyorsa onu da bilmem. 

Not: İktibas Dergisi 2012 Eylül sayısında yayımlanmıştır.