Mustafa ATAV

11 Nisan 2012

SAHİ, BİZİM ÂLEMDE SANSÜR VAR MI?

Sansür, insan ifadesinin bir otorite tarafından -ki  bu bazen devlet, bazen şahıs, bazen kurum, bazen grup vb. olabilir- kontrol  altına alınması veya engellenmesi demektir.

Ve sansür, erk /iktidar hırsı insan fıtratında  mündemiç olduğundan, insanlığın varlık âleminde yer tutmasından bu yana  “öteki” nin düşünce ve buna bağlı eylemlerinin engellenmesinin karşılığı  olagelmiştir.

Sansür, egemen güçler açısından tetikte bekletilen bir  otokontrol sistemidir ve istenildiği ölçüde hayatın her alanında kullanılmak  üzere alesta bekletilmektedir. Ve bu haliyle de söz ve eylemlerine müdahale  edildiği gerçeği ile karşı karşıya kalan insanlar için muhalefet edilmesi  gereken bir uygulama/anlayış biçimidir.

Sansürün uygulandığı alanlar aslında saymakla  bitmez…

En bilinenleriyle tarih, edebiyat, sanat ve tabii ki  diğer ilim/bilim alanlarının her çeşidi egemen siyasetin ideolojik yapısına  göre sansüre muhatap olmuşlardır.

Tarih olgusunun bile resmi ve gayr-i resmi olarak  tasnife tutulması sansürün bir başka yönü ile hayatımıza egemen olduğunun bir  göstergesidir.

Din ve ideolojilerin tarihi serüvenlerini  okuduğumuzda muhalifleri tarafından nasıl baskılandığını, bu sebeple  insanların canına kastedildiğini, sürgüne gönderildiklerini görebiliyoruz ki  bunun karşılığı da sansürün tarifinde saklıdır.

Şimdiki siyaset zeminine dikkat çekersek yakın  tarihte yaşanmış birçok olayın gerçekte ne olduğunun sansür bağlamında  tartışıldığına şahit olmaktayız.

Bunlar asıl konuya girmek için yaptığımız küçük  hatırlatmalardı sadece

Asıl meselemiz, İslami camiada sansürün, kavram  olarak kullanılmasa bile anlamı itibariyle nasıl meşrulaştırıldığına işaret  etmektir.

İslam düşüncesinin farklılığı herkesin malumudur.  Tarihi gelişmelerden de anlaşıldığı gibi kaynağı vahiy olan bir öğretinin  mensupları, vahye rağmen kendi içerisinde muhalefet üretmekten hiçbir zaman  geri durmamıştır.

Çok bilinen şekliyle vahyin son bulduğu demlerden  hatırlatma yaparsak, daha Hz. Peygamberin defin işlemi gerçekleşmeden siyasi  sıkıntıların geliştiğini ve o sıkıntıların neredeyse İslam itikadına girecek  formülasyonların üretilmesine sebep olduğunu söyleyebiliriz.

O günden bu yana, sayıları saymakla bitmeyecek  siyasi, itikadi, ameli mezheplerin; mistik sürecin karşılığı olarak  tarikatların ve sosyal doku ve düşünce uyuşumlarının yol açtığı cemaatlerin  ortaya çıkmasının; başta ifade etmeye çalıştığımız insanın fıtratında  mündemiç olan iktidar hırsının, güya İslam vahyi çerçevesince ve hakikati  arama kılıfıyla meşrulaştırılmasından başka bir şey olmadığının cesaretle  altını çizelim.

Vahiy, bizatihi dini karşısına alanlarla mücadeleyi  esas kıldığına göre, İslam toplumlarında ve İslam düşünce tarihinde gelişmiş  ve özellikle kamplaşmalara, savaş ve kırgınlıklara yol açmış itiş/kakışların  başka türlü bir izahı olmasa gerek.

Yaşanılan zamana kendi ölçeğinde şahit olan biri  olarak geçmişin uzantılarının yine çok kullanıldığı şekliyle modern  biçimleriyle elan yaşatıldığını ve her düşünce mensubunun üstelik kendisini  vahiyle irtibatlandırarak ayrışmaları tetiklemekle meşgul olduğunu  söyleyebilirim.

Bu kargaşayı Hz. Peygambere isnat edilen  “ihtilafta rahmet vardır” sözüyle  meşrulaştırılmasını anlamaya çalışabiliriz ama bu söze yaslananların  kendilerini Fırka-i Naciye görüp diğerlerini sapıklıkla, yoldan çıkmışlıkla;  cehennemlik olduklarını açıkça söylemekten çekinerek insanları ve üretilen  düşünceleri modernist, reformist, tarihselci ve daha nelerle suçlamamak  koşuluyla…

Bazıları (kişi/camia) vahyin ilk muhatabı  kendileriymiş gibi-ki iman eden insan elbette iman etmede ilk muhataptır,  kastettiğimiz Hz. Peygamber ve onun ashabıdır-yani vahyin orijinal anlamı  kendilerine dikte edilmiş gibi bütün yapıp etmelerini İslam düşünce  merkezinde konumlandırmaktadırlar. Haliyle kendilerinin rağmında  gelişmiş/gelişen her düşünceyi merdud ilan etmeyi kendilerini iş  edinmişlerdir.

Bunu, bu yazıya sebep olan şekliyle söylersek sanal  âlemde faaliyet gösteren dergi ve sitelerde yayımlanan yazılardan ve o  yazılara düşülen yorumlardan anlamak pekala mümkündür.

İstisnalar bir tarafa, bazıları yani site editörleri  ve sanal köşe yazarları, yeni yetmelerin -ki bunlar genellikle  ilahiyatçıdırlar ve cemaatlerden bağımsız olduğu varsayılan kişilerdir ve  hatta onlara rağmen gelişmiş cemaatlerin düşün adamıdırlar- İslam düşüncesi  bağlamında söylediklerini takibe alıp onları cehennem ateşiyle tehdit  etmektedirler.

Geleneğin ezbercisi, tıpkıbasım olarak bugüne  aktarıcısı vaziyetinde iş tutanların aslında geleneğin içerisinde zaten  tartışılmış yani keşfi yeni olmayan düşüncelere ve o düşünceleri yeni  kavramlarla biçimlendirerek sunan insanlara acımasızca saldırmalarının,  baştan beri anlamı üzerine bir şeyler demeye çalıştığım sansür kelimesine bir  başka biçimde hayat verdikleri gerçeğinin altını çizelim.

Bütün bunları neden dile getirme ihtiyacı  duyduğumuzu açıklamaya çalışalım.

Bir okuyucu olarak bazı sanal dergilere ve sitelere  gönderilen yazıları okuyor ve onlara gerektiği ölçüde; ama katkı amaçlı  eleştiri sadedinde; ama yazının içeriğini övmek maksadıyla yorumlar  yazıyoruz. Gönderilen yorumlarsa site ve dergi karakteristiğine uymadığı  gerekçesi ile editörler tarafından süzgeçten(sansür) geçirilip yayınlanmamaktadır.  Böyle bir hakları elbette vardır. Hakaret, tehdit, şantaj vs. içeren  yorum/eleştiriler elbette yayınlanmamalıdırlar. Ama İslami hassasiyetleriyle  temayüz ve tebarüz etmiş insanların yorumlarının (bu elbette yorum niyetine  yazılmış yazının içeriğinden anlaşılacak bir şeydir), yazı sahibinin ve  yazının yayınlandığı sitenin düşünce dünyasına uymadığı gerekçesi ile  yayınlanmaması anlaşılır bir şey değildir. Arzu edilen şudur: Övgü, takdir  içeren yorumlar da yayınlansın, yazarın şahsiyetini rencide etmemek koşuluyla  yazıda verilmeye çalışılan düşünceyi eleştiren yorumlar da yayınlansın ki  yazar kimse artık sonrasında daha da verimli olabilsin.

Devamla söylersek, sair medya mensuplarını sansürcü  olmakla eleştirenlerin yani yasakçı, düşünce ve ifade özgürlüğünün önünde  engel olarak görenlerin iş kendilerine gelince onlardan daha fazla yasakçı  olmaları, üstelik İslam düşüncesine sahip olup yaşamak ve seslendirmek  konusunda mağdur edilmişlerin takınacağı bir tutum olmasa gerektir.

Kendi arzu ve istekleri doğrultusunda yapılmış  yorumları yayınlamak yazı/düşünce sahibini belki daha da üretmesi için teşvik  edebilir ama yapıcı ve katkı sağlayıcı eleştirilere kulak verilmesi halinde  ortaya çıkacak ürünün daha bir kıymeti olacağı da açıktır.

Yorum yazılarının dışında, kendi çapında bir şeyler  ifade etmeye çalışan ve bunu kabiliyeti doğrultusunda yazıya döküp paylaşmak  amacıyla İslam düşün dünyasında yer tutmuş sanal dergi/sitelere göndererek  yayınlanmasını isteyen kişilere karşı gösterilen refleksleri de aynı  kategoride değerlendirebiliriz.

Temel gerekçe düşüncelerin uyuşmaması gibidir.  Yazı/imla kurallarına uyum, edebiyat literatürüne vukufiyet ve tabii ki  verilmek istenen düşüncenin derinliği (bu neyse artık) işin cabası.

Nobel ödülü almış yazarların, yıllardır gazete  köşelerinde yazan üstatların(!) yazarlıklarının ve üniversite hocalarının  ilim adamlıklarının tartışıldığı bir vasatta yazmak kolay iş değildir  elbette. Birbirlerine hakaret içeren sözlerle saldıran ve kendi  yazar/çizerliğinin üstünde birini görmek istemeyenleri maalesef biz de okuyor  ve tartışmalara böylelikle biz de şahit oluyoruz.  Kibirli olmak, kendini beğenmişlik,  müstağnilik vs. İslam düşüncesi çerçevesince kabul edilmeyen davranışlar olsa  da bütün bunlar ne hikmetse ve üstelik bizim camiada hep göz ardı edilir.

Aslında bütün bunlar, egemen durumda olanların kendi  anlayışlarına uymadığı gerekçesi ile yorumlara ve yazılara uyguladıkları  sansür gerekçelerinden başka bir şey değildir.

Devletin düşünce ve ifade özgürlüğünü engelleyen  kanun ve yasaları şimdilik bir tarafa bazı yazarların dergi ve gazete  patronlarının dümen suyunda yazdıklarını ve patronlarını eleştirmek  cesaretine sahip olmadıklarını ve tabii ki patronların yazarların  düşüncelerine sansür uyguladıklarını söyleyenlerin ve bu sebeple onları  yerden yere vuranların kendi içlerinde bu davranışın başka bir versiyonunu  kullanmaları gariptir.

Düşünce ve ifade özgürlüğü bağlamında yıllardır  mağdur rolünü oynayan İslami camianın içinde düştüğü bu garabetin farkında  olması gerekmektedir artık.

Yukarıda da dediğimiz gibi vahyin ilk muhatabı  olmayan insanların, kendilerine tevarüsen gelen bin dört yüz yıllık mirasın  verilerinden ne anladılarsa artık, oradan mülhem oluşturdukları anlam  dünyalarına mutlaklık izafe edip , kendilerine rağmen ortaya çıkmış ama  İslami olduğu iddia edilen düşüncelere engel koymaya çalışmaları, düşünce ve  ifade özgürlüğü bağlamında geliştirdikleri tartışmada samimi bir tavrın  içinde olmadıklarının göstergesi sayılabilir.

Elalemi sansürcü, düşünce ve ifade özgürlüğü karşısında  yasakçı olmakla suçlayanların aynı zaafı kendi iç dinamikleri açısından  göstererek, güya vahyin orijinalitesini bozduğu iddia edilen düşünceleri  seslendirenlere karşı yasakçılığa soyunmaları anlayışla karşılanabilecek bir  durum değildir.

Üstelik bunu kılü kal gerekçelerle yapmaları hepten  abesle iştigaldir.

Yok, efendim noktayı/virgülü yanlış yere koymuş; yok  efendim kelime ve kavramları düzgün yazamamış; yok efendim düşünce derinliği  yokmuş; yok efendim kurulu düzeni sarsacak/bozacakmış vb. gibi gerekçelerle  Müslümanların anlam dünyalarında oluşmuş kabullerini seslendirmelerini ve  paylaşmalarını engellemek, dediğimiz gibi düşünce ve eylemleri yıllardır  yasaklanmış ve bu sebeple özgürlükleri kısıtlanmış Müslümanların tercih  edeceği bir yöntem olmamalıdır.

Ama görünen o ki asıl sansür, asıl kural koyuculuk  ve yasakçılık, üstelik hem de din adına İslam düşüncesini seslendirmeye  çalışanlardadır... Her gurup, her cemaat, her tarikat kendi kabullerinin  dışında dile getirilenleri gayr-i İslami, nifak çıkarıcı, sapık, modernist,  reformist, tarihselci vs. olarak değerlendirmekten geri durmamaktadır.

Hani şu karşı çıkılan laiklik, liberalizm, demokrasi  vs. var ya böyle giderse…

Bilmem anlatabildim mi?

Herkesin edebiyatçı, yazar, şair vs. olduğu yerde!

Herkesin ilim/bilim adamı olup konuştuğu yerde!

Herkesin entelektüel olduğu bir demde!

Bizim esamimiz okunur mu?

Şimdi, bu yazı yayınlanabilir bir kalitede midir?

Noktası, virgülü yerli yerinde midir?

Cümleler kurallara göre kurulmuş mudur?

Düşünce derinliği var mıdır?

Belli bir düşünce biçimine uygun veya muhalif midir?

Birilerinin kabullerini rahatsız edecek mahiyette  midir?

Bu sebeplerle sansür uygulanıp yayınlanmaz mı, yoksa  hatırı kalmasın kabilinden yayınlanır mı?

Yayınlanır ve yorum düşülürse o yorumlarda ne  yazılır?

Ben bilmem…

Yazdım gitti!

(Not: Bu yazı ilk olarak Haksöz Haber sitesinde yayınlanmıştır.)