Mustafa ATAV

10 Aralık 2011

DOSTLUĞU, KARDEŞLİĞİ YAŞATABİLSEYDİK EĞER

Telefondaki ses; ”Hiç dostum olmadı. Günlük mesaideki görevdaşlarım veya hizmet sunduğum insanlar var hayatımda ama onlarla münasebetimiz de malum, sadece iş gereği. Gerçekte yalnızım yani bir başıma yaşıyorum. Ama bir gün kedi, bir gün köpek derken, hayvan dostlarım çoğaldı birden. Onlarla konuşuyorum, dertlerimi onlarla paylaşıyorum her daim. Gören, duyan olsa mutlaka beni deli sanır! Şaşırtıcı olan şu ki bir insan olsun istemiyorum hayatımda. Böyle mutluyum çünkü..”…

Televizyon programlarından birinde, dostluğun neliğine dair gündeme gelen bir soruya verilen bu cevaplar ilginç geldi bana; dahası, aslında kalabalıklar içinde olan bir insanın yalnızlığını böylesine örnekliklerle ortaya koyması içimi acıttı benim ve tabii düşündürdü de…

Ama ne yazık ki bir hakikat bu… Telefon, internet gibi iletişim imkânlarının; son model, akla gelebilecek her türlü konforu haiz ulaşım araçlarının olabildiğince yaygınlaştığı bir vasatta bile ne gariptir ki insanlar yine yalnızları oynuyorlar. Sayılarının artmasıyla övündükleri sanal tanışıklıklarını dahi vicahiye çeviremiyorlar bir türlü…

Hayvan dostları yeter onlara, insana ne gerek var!

İşte sokaklar ve caddeler; yan yana, kolkola derin derin, sevgi ve saygıyla, dostça muhabbet edenlerden daha çok, kucaklarında kedilerle, yanlarında köpeklerle dolaşan insanlarla dolu artık.

Peki, dostluk nedir?

Bizim için anlamı ne, ne önemi var, hiç düşündük mü?

Romanların, hikâye, şiir, türkü ve şarkıların birçoğunun ondan bahsettiğini bildiğimiz halde...

Ve en önemlisi Kur’an’da, ona hayat verilmesine dair ciddi ikazlar olmasına rağmen…

Aslında dilimizdedir, eksikliğinden dem vururuz biteviye ve önemine binaen yaşatılması gerektiğinin altını çizeriz olanca bilgiçliğimizle. Müslümanız ya Kur’an’dan ayetler, Hz Muhammed ve ashabının birliktelikleri de kaynağımızdır hep...

Acı ve bir o kadar da gerçek, dilimizdedir ama aslında düşünmekten kaçınmışızdır onu…

Hakikati anlamaktan, ona ne kadar sadakatsiz davrandığımızın farkına varmaktan korkmuşuzdur belki. O yüzden bir şeylerle uğraşarak kaçmışızdır kendimizle yüzleşmekten…

Kalabalıklar arasında, dostlarla beraber olduğumuzu sanmanın avuntusudur duruşumuz adeta...

Mazeretler üretiriz hiç durmadan, aslında avuntu niyetine…

İş güç, zamanın yetersizliği bahanelerini ileri sürmek; daha ciddisinden sosyal ve siyasal problemler ve bunların hakkından gelmek için okumalar yapmamız ve tabii ki mücadeleye girişmemiz gerektiğine kendimizi inandırmak ama gerçekte televizyon görüntüleriyle, varsa sanal âlem sörfüyle avuntuyu sürdürmek itiyadımız olmuştur artık. Tercih ettiğimiz veya davranışlarımız sebebiyle zorunlu olduğumuz yalnızlığımızda vicdanımız zorlar bizi ve başka bir “Dost” umuzun varlığıyla teselli ederiz kendimizi. Öyle de O’ Dostumuzun bizim cinsten varlıklarla dost olmayı icbar eden uyarıları ortada iken ne kadar sahiciyizdir ki bu iddiamızda?

Örnek aldığımızı söylediğimiz Peygamberimizin sahip olduğu gibi derdimizi, sırlarımızı paylaştığımız, en mahrem konuları bile edep ve erkânınca konuşup tartışabildiğimiz; birlikte inancımıza, insanlığımıza özgü mücadeleye koyulduğumuz, yokluğunda da özlemini duyduğumuz bir dostumuz var mı sahi bizim?

Kaldı mı böyle dostluklar gerçekten?

Vardır elbette lakin yaygın olabilseydi sahici dostluklar, hayvanlarla bir başına yaşamayı marifet sayabilirler miydi çoğu insan?

Dertlerini, sırlarını onlarla paylaştıklarını söyleme yoluna giderler miydi?

Olabilseydi sahici dostluklar, insanlar birbirlerine kıyarlar mıydı? Kendi zanlarıyla şekillendirdikleri Din ve ideolojilerini silaha dönüştürüp “öteki” kıldıklarına kan kusturabilirler miydi? Yaşatılabilseydi, fedakârca davranıp yaşanabilseydi sahici dostluklar hiç zulüm zemin bulabilir miydi?

Olabilseydi sahici kardeşlik, verilseydi insana Müslümanca değer, kendilerine bela-musibet gelmeyeceğinin garantisini almışçasına, diğerlerinin deprem gibi, sel felaketi, açlık ve yoksulluk gibi en acı, en zor günlerinde bile “Oh olsun!” derler miydi?

Olabilseydi sahici yol arkadaşlığı tek tek dökülür müydük yollarda; kurtlara, çakallara yem eder miydik birbirimizi?

Okunsaydı ve gereğince anlaşılsaydı Kur’an; kulak verilseydi Hz. Muhammed’in sahih sözlerine, örnek alınsaydı onun ashabıyla münasebeti, kolkola gezilmeseydi kötülüğü şiar edinmişlerle, devam eder miydi yeryüzünde baskı ve işkence?

Kur’an’ın öngördüğü, Hz. Resulün örneklendirdiği dostluğun hakkı verilebilseydi eğer, ne milliyetçiliğin ne ulusalcılığın ne ırkçılığın ne faşizmin ne de diğerlerinin esamisi okunabilir miydi yeryüzünde; şeytani vesveseler karşılık bulabilir miydi insanlarda?

Sonuçta, telefondaki sesin sahibi için konulan teşhis yalnızlık sendromu; demiştim ya kalabalıklar arasında ama yalnız; insan yığınlarıyla beraber ama mutsuz…

Peki, ne yapsın isteniliyordu ki ondan?

Dünyaya geldiğinden bu yana beşeri öğretilerle beyin yıkama ameliyesine tabi tutulmuş birinin nasıl düşünmesi ve nasıl davranması isteniyordu ki?

Ama o hiç olmazsa evde, bir başına, dost bildiği hayvanlarıyla ve öyle ya da böyle kötülüğü sadece kendine, kendi gerçekliğine; doğruluğu bir başka mesele…

Peki ya diğerleri yani vahyin rağmına olan her şeyi dost edinmişlere ne demeli?

Görüyoruz işte, tüm zavallılıklarıyla ve tüm zulümleriyle insanlara kan kusturuyorlar…

Başkalarının acziyeti, mağduriyeti üzerinden siyaset yapıyorlar; iktidar hırsı, statükoyu koruma güdüsü, makam-mevki mal-mülk edinme yarışı, ırkçılık, milliyetçilik yani ideolojilerden herhangi biri ve tabii ki vahşet olmazsa olmazları; kanla, gözyaşıyla, zulümle besleniyorlar biteviye…

Onların dostları ancak kendileri gibi olanlardır çünkü…

Aynen Yahudilik öğretisinde “En iyi Gentile (Yahudi olmayan, diğerleri) ölü bir Gentiledir!” şeklinde denildiği gibi, onlar için de kendilerinden olmayan en iyi insan ölü bir insandır!

İşte o yüzden neredeyse her gün insan katlediyorlar?

Onlar öylelerdir ki; kirli ideolojilerini davadır diye yutturdukları insanların hem kendilerini hem de başkalarını öldürmelerinden haz duyarlar ve bu hazlarını da ulvileştirmekten hiç utanmazlar…

Kendilerinden olmayanların başlarına herhangi bir musibet geldiğinde de zevkten dört köşe olurlar; kendi harcamalarında sınırsızca davranırlarken, afete maruz kalmış, mağdur olmuş “öteki”ler için, üstelik “Oh olsun, bana ne” diyerek ellerini ceplerine götürmezler bir türlü…

İş paylaşmaya, mağduriyet gidermeye gelince ırkçılık, milliyetçilik damarları kabarıverir birden.

Vermeye gönülleri olmayınca bahane üretmeye üstlerine yoktur…

Niye böyle davranıyoruz diye de hiç düşünmezler ve kendilerini sorgulamazlar, hayvanlar gibi güdülerine teslim olmuşlardır adeta…

Öyle ya neden düşünsünler ve niye sorgulasınlar ki kendilerini, ne için vicdani muhasebe yapsınlar ki? Allah’ın vahyi, Din yok ki hayatlarında; Hz. Muhammed de zaten mitolojik yüklemeler yapılmış tarihsel bir şahsiyettir onlar için, ne için örnek alsınlar ki?

Ama yazıktır, en önemlisi günahtır, haramdır; Allah’a hesabı verilemeyecek işlerdendir liderlik ayağına, dava adına birilerinin katledilmesine vesile olmak ve bir başkalarının başlarına gelen bela ve musibetlere sevinmek. Kendilerinden önce yaşamışların başlarına gelen akıbetleri bilmiyorlar mı bu insanlar? Hiç mezarlık önünden geçmiyorlar mı; hiç yakınları, sevdikleri ölmemiş mi?

Yine sormak gerek: Elan yaşanan afetler, bela ve musibetler sebepsiz mi sanıyoruz biz? Kur’an’ın, geçmişte de şimdinin insanının doğal afet dediği olaylarla helak edildiğini hikâye eden kıssalar yoluyla vermeye çalıştığı mesajlar üzerinde kafa yorsak ya biraz. Boşuna mı va’z edilmiş o sure ve ayetler, Hz. Muhammed’in diliyle boşuna mı beyan edilmiş geçmiştekilerin başlarına gelenler?

Madem öyle, her şeyin kendi elimizle gerçekleştiğini iddia ediyoruz, hadi sıkıysa itiraz edelim, sıkıysa karşı çıkalım ölüme ve afetlere; korunmak için kendimizi sağlam kalelerde iskân edelim; Hz. Nuh’un oğlu gibi dağlara çıkalım, engelleyebilecek miyiz ölümü? Ölümlerden ölüm beğenmek, nerde ne zaman, hangi şartlarda öleceğimizi tayin etmeye hakkımız var mı bizim? Ne dersek diyelim, ne yaparsak yapalım, Rabbimiz koymuş kurallarını, tıkır tıkır işliyor. Bize mi soracak, bize mi danışacak neyin ne olması gerektiğini de biteviye Rabbimize, vahye isyan modunda yaşayıp gidiyoruz?

Denilecek son söz odur ki henüz gözler kapanmadan, henüz bilinç yitimine maruz kalınmadan, herkes derhal aklını başına devşirsin; demeye çalıştığımız gibi başımıza hangi saatte, hangi koşullarda nerede, ne gelecek bilmiyoruz çünkü…

Ve sığınalım Rabbimize beraberce, inananların yegâne dostu O’dur çünkü. Vahyin tarif ettiği istikamette biz de dost olalım birbirimizle. Kulluk bilinci olmadığını varsaydıklarımızı kazanma mücadelesini de yine malum dostluk ilkelerini yaşatarak gerçekleştirelim birlikte…

İnanıyorum ki işte o zaman emr-i hak vaki olacaktır, bu da böyle biline…

(Not: Bu yazı, İktibas Dergisi'nin Kasım sayısında yayınlanmıştır.)