Hikmet ERTÜRK

11 Mayıs 2011

BÜYÜKLENMEK

Büyüklenme (kibir); Kişinin kendisinin büyük ve yüce olduğuna inanması, dolayısıyla da diğer insanlara karşı büyüklük taslamasından ibaret nefsanî bir durumdur. Büyüklenmenin belirtileri ise, kişinin bu yöndeki tavır ve davranışlarıdır. Her ne kadar bu sıfat kendini beğenmişlikten farklı bir şeyse de bu rezil ve alçak özellik kendini beğenmişlikten kaynaklanan bir durumdur. Kendini beğenmişlik böbürlenmedir. Büyüklenme ise kendini başkalarından büyük görüp üstünlük taslamaktır. Ayrıca kişinin kendini mükemmel ve üstün sayıp bu durumuyla başkalarına naz ve edayla yaklaşması kendini beğenmişlik iken buna karşılık başkalarının kendisinden aşağı olduğunu ve kendisinin onlardan önde ve üstün olduğunu düşünüp buna göre tavırlar sergilemesine “büyüklenmek” denir.

Büyüklenmeyi tetikleyen birtakım etmenler söz konusudur. Öyle ki, sadece kendini düşünen kişi bencildir ve bencillikte aşırıya kaçarsa kendini beğenmişliğe sürüklenir, kendini beğenmişlikte aşırıya kaçarsa bu da büyüklenmeye sebebiyet verir. İşte tüm bu duygular önce kalpte başlar, etki ve belirtileri dışa yansır, davranışlarında göze çarpar. Üstelik bu hal üzerinde olan kardeşlerle birliktelikler kurmak, Allah’ın birleştirmesini istediği şeyi bir araya getirmek, ayrılıklardan uzak durmak, kardeşler olarak bir arada kalabilmek mümkün değildir. Çünkü bu tür sorunu olan bir kardeşinizle yıllarca hiçbir sorun yaşamadan ilişkilerinize devam etseniz bile bir başkasının takvaca üstünlüğünün oluşacağı yeni bir ortamda, yaşadığınız onca iyi şeye ve sıcak dostluklara rağmen kişi yeni oluşan bu durumu kabullenmeyecek, büyüklenerek o ortamdan uzaklaşacaktır.

Hatırlayın Hz. Nuh’un kavminin ileri gelenleri ne diyorlardı;

"Kavminden hakkı kabule yanaşmayanların ileri gelenleri: “Biz senin kişiliğinde bizim gibi ölümlü bir insandan başka bir şey görmüyoruz” dediler, “üstelik hemen ilk bakışta, içimizde, aşağı tabakadan birtakım (dar görüşlü) insanların dışında kimsenin seni izlediğini de görmüyoruz; dolayısıyla, bize karşı bir üstünlüğünüz olduğu görüşünde değiliz; tersine, yalancı kimseler olduğunuzu sanıyoruz !” (Hud–27)

Müşrikler büyüklenmeleri sebebiyle Hz Nuh’un yanında bulunan kişileri aşağı tabaka olarak görüyorlar ve bu kişilerle bir arada olmak istemiyorlar. Üstelik bunu mazeret olarak sunup doğru olduğunu düşündükleri Nuh’un mesajına da uymaktan geri duruyorlar. Dolayısıyla bu halleriyle zaten Müslüman olamayacaklar ve Hz Nuh’a inanmayacaklardı. Tabii bu büyüklenmelerinin "aşağı tabakadan" diyerek küçümsedikleri kimseler için herhangi bir zararı yok, aksine kendileri sırf bu yüzden hidayetten yüz çevirdikleri için öteki dünyada süresiz bir ceza ile yüz yüze kalacaklar. Anlatılan bu hadise aslında çok güncel bir hadisedir. Birçok kimse İslami yaşantısını ya da nerede nasıl bir İslam’ı yaşayacağını o grupta bulunan kişilerin statülerine göre belirlemektedir. Haliyle bir arada olma ölçülerinde kendi statüleri de etkilidir. Hatta bazı kimseler İslam’ın doğru bir din olduğunu kabul etseler bile sırf fakir, statüsü olmayan kişilerle isimlerinin yan yana anılmaması için, Hz Nuh’un kavminin ileri gelenleri gibi İslam’dan da yüz çevirmektedirler. Zaten büyük bir çoğunluk sadece isimlerinin Müslüman olmasıyla kendilerine cennetten köşkler vaat eden bir inanışı sahiplenmiştir. Bu şekilde bir arada olmadan da kendi başlarına normal hayatlarını yaşamalarının öteki dünya için bir sorun oluşturmadığı fikri nedeniyle, hakikatle yüzleşecekleri gerçeğini öteki dünyaya ertelemişlerdir. Eğer kendi başımıza dinimizi yaşamamıza izin verilseydi Rabbimiz bu fakir kardeşlerimizle bir arada olmak için zengin statü sahibi kişileri çağırmazdı. O halde din bir arada topluluk halinde yaşanmalıdır. Kendi başımıza bireysel bir din anlayışı bizleri ateşe götürecek bir anlayıştır. Bir arada olmamızı da o toplulukta bulunan kişilerin durumu belirlememelidir. Patlasak da, canımız istemese de bu durumdan çokça sıkılsak da bir arada olmak zorundayız. Aksi halde inandığımızı sandığımız bir süreçte Nuh’un kavminin inkâr edenleriyle aynı duruma düşeriz.

Fakat bir başka ayette daha vahim bir büyüklenme vakıasından bahsedilmektedir. Hidayeti bulmuş, Allah’ın yanında, üstelik cennette ikamet ettiği belirtilen, O’nu görmesine rağmen Allah’a karşı büyüklenen İblis’ten bahsediliyor. Allah tüm meleklere Hz Âdem’e secde etmelerini söylüyor fakat İblis bu duruma itiraz ediyor.

(Allah) Dedi: "Sana emrettiğimde, seni secde etmekten alıkoyan neydi?" (iblis) Dedi ki: "Ben ondan hayırlıyım; beni ateşten yarattın, onu ise çamurdan yarattın." (Allah "Öyleyse oradan in, orada büyüklenmen senin (hakkın) olmaz. Hemen çık. Gerçekten sen, küçük düşenlerdensin." (Araf -12–13)

İblis bizlerin bir ömür boyu elde etmek için çabaladığımız cenneti bir anda elinin tersiyle itiyor. Çünkü yeni bir durum söz konusu ve Âdem’e secde etmesi isteniyor. Bu yeni durumu kabullenemiyor. Çünkü Âdem’den daha üstün yetilere sahip olduğunu düşünüyor. Aslında şimdilerde de değişen bir şey yok. Doğruyu bile bile sizlerden uzaklaşan kardeşlerinizle karşılaşmadınız mı? Burada da sebep kişinin kendisini diğer kardeşlerinden daha hayırlı görmesi meselesidir. Bu nefsanî sıfatları üzerimizde taşıyorken İslam üzerinde sabit kalabilmek gerçekten de çok zordur. Herkesin kendisini üstün gördüğü, büyüklendiği bir süreçte İslam adına bir araya gelmemiz söz konusu olamaz. Üstelik bu kardeşlerimizin bir yandan beşeri sistemlerin sınıflandırdığı mevkii ve makam sahiplerine karşı net kabuller göstermesi, öte yandan ise Allah’ın sınıflandırmasına karşı çıkmaları hiç de anlaşılır gibi değildir. Çünkü yukarıdaki ayette bu sınıflamaya karşı çıkan İblis cennetten kovulmuş ve kâfirlerden olmuştur. İblis öyle bir şey yapıyor ki, oluşacak bir bütünü bozuyor, buna kabul göstermiyor. Kendi halimizi dikkatli bir şekilde kontrol edersek kardeşlerimizle tartıştığımız, küskünlükler yaşadığımız konular hep kendimizle ilgili konulardır. Bize söylenen sözler karşısında İslam’a söylenen sözlerden daha fazla tepkiler veriyoruz. Tartışmaların çoğunu da kişiselleştiriyoruz. Kendi benimize yapılan eleştirilere o kadar üzülüyoruz ki, insanın bu duruma gerçekten de şaşırası geliyor. Çünkü İslam için bu kadar hiç üzülmemişizdir. Dolayısıyla bu gibi hasletlerden uzak durmamız gerekiyor. Kendimiz için yapılan eleştirilere değil de İslam için yapılan çirkin nitelendirmelere tepkiler verir isek birçok sorunun da kendiliğinden aşıldığını görürüz. Bizleri ikaz eden uyarıcıların yanında diğer kardeşlerimizle düştüğümüz anlaşmazlıkların çözümünde Kur'an'ı hakem kılmamız gerekiyor. Yoksa kendi başımıza, kendimizi diğer kardeşlerimizden daha hayırlı görüp onlara verilen değer karşısında büyüklenir ve bütünü bozan taraf olur isek, İblis'in düştüğü hataya bizler de düşeriz. Bu da bizlerin cennete girmesine engel teşkil eder.

Kuşkusuz bu tür nefsanî sıfatlar oldukça karmaşık şeylerdir. Kendini beğenmişlik, ikiyüzlülük, öfke, kıskançlık, büyüklenmek v.b kötü sıfatları birbirinden ayırmakta da oldukça güçtür. Bunlar birbirlerinin basamakları gibidirler ya da birbirleriyle iç içedirler. Bu nedenle bütüncül bir mücadele şeklimizin olması gerekir.

Yukarıda verdiğimiz örnekleri de göz önünde bulundurursak büyüklenme kişinin yanlış iman ve hak anlayışından ötürü meydana geldiğini düşünmemiz mümkün. Aynı şekilde bu, Nuh kıssasında ve Musa ile Firavun kıssasında olduğu gibi küfür ve batıl inançlardan dolayı da olabilir. Kişilerde sahip oldukları üstün yetiler ve övgüye değer sıfatlardan dolayısıyla büyüklenme olabileceği gibi bu kişilerde uygunsuz ahlaki rezilliklerinden dolayı da büyüklenme söz konusu olabilir. Mesela bizler yaptığımız ibadet ve Salih amellerimizden ötürü büyüklenebiliriz. Aynı şekilde diğer kimseler de işledikleri günahları ve kötü amelleri birer övünç meselesi haline getirerek büyüklenebilirler. Kendilerinde büyüklenme olan kimselerin dünyaya da düşkün olmaları paralellik arz eder. Çünkü büyüklenmeye sebep etmenleri bu dünyada kazanmak zorundadırlar. Üstelik bu bencil ve egoist olmayı da beraberinde getirecektir. Tabii bu kimseler gösterdikleri bu davranışlara 'büyüklenmek' demiyorlar. Onlara göre bunun adı kariyer sahibi olmaktır. Hemen hemen hiç kimse gösterdiği davranışları 'büyüklenmek' olarak görmez. Kişi, Allah’ın kendisine verdiği nimetleri kendi ilminin ürünü olarak görür ise bu durumda kendisinden daha az kazancı ve statüsü olanlara karşı büyüklük taslayacaktır. Ancak bu büyüklenmeyi sadece bu dünyada yapabilirler. Çünkü öteki dünyada Allah’ın karşısında böyle bir şey yapma şansları olmayacaktır. Bu dünyada yaptıkları ayrımcılık ve başkalarını küçük görerek İslam’dan yüz çevirmeleri sebebiyle cehenneme atılacaklar. Zira bir kişinin soyu, malı, çocuğu, asaleti, yöneticiliği ve benzeri bir takım nedenlerden ötürü büyüklenmesi Allah tarafından yasaklanmış kötü amellerdendir.

İnsanlar çeşitli dönemlerde kendilerine gönderilen Peygamberlere dolayısıyla da Allah’a karşı büyüklenmişlerdir. Kendilerine iletilen mesajlara karşı sürekli şartlı bir yaklaşım sergilemişlerdir. İletilen mesajlara inanmama sebepleri kendilerini daha güçlü ve daha seçkin görmeleri idi.

Onlar dediler ki; "Kendimiz gibi birer insan olan şu iki adama mı inanacağız ki, onların soydaşları bize tapıyorlar?" (Mu’minun–47)

Yukarıda bahsi geçen inkârcı topluluğun kastettiği iki adam Hz. Musa ve kardeşi Hz. Harun’dur. Bu inkârcı topluluğun inanmama sebepleri ise Hz. Musa ve Hz. Harun’un kendileri gibi insan olmaları, kendilerinden üstün bir yanlarının olmadığını düşünmeleridir. Üstelik Hz. Musa ve Hz. Harun’un halkı daha henüz bu grubun sözüyle hareket ediyorken kendilerinin daha üstün meziyetlere sahip olduklarını söylüyorlar. Böylelikle Peygamberlerine ve Allah’a karşı büyükleniyorlar. İşte bu büyüklenme dolayısıyla Müslüman olmaya yanaşmıyorlar. Bunlar da diğer inanmayan inkârcı topluluklar gibi cehenneme atılacaklar. Öyleyse bizlerin uyarıcıları değerlendirme şeklimiz bu inkârcıların değerlendirme şekliyle aynı olmamalıdır. Ötekilerin güç ve otoritesine, çok olmalarına aldanıp bizleri Allah’ın mesajlarıyla uyaran kardeşlerimizi küçümsememeliyiz. Onlara karşı büyüklük taslayıp İslam’dan yüz çevirmemeliyiz. Güç ve iktidarı elinde bulunduranlardan yana bir tercihte bulunmamalıyız. Eğer böyle bir tercih yaparsak bizler de tıpkı geçmiş toplulukların mensupları gibi büyüklenmemizden dolayı cehenneme atılmaktan kurtulamayız.

Yüce Allah ve O’nun elçilerine karşı büyüklenme her asırda benzerlikler göstermiştir. Hz. Muhammed’in (S) uyarıcı olarak seçilmiş olmasına, O’nun halkı da yine değer ölçülerini birbirine karıştırarak cevaplar vermiştir.

Ve dediler ki: "Bu Kur'an iki şehrin birinden bir büyük adama indirilmeli değil miydi?" (Zuhruf–31)

Kur’an'ın iki şehrin (Mekke ve Taif) büyük şahsiyetlerinden birisine yani kendi aşiret reislerine indirilmesini umuyorlardı. Oysa bu din zenginlerin dini değil, değer ölçüsü de zenginlik değil. Allah’ın belirlemiş olduğu bu seçime / tercihe itiraz ediyorlar. Bu itirazları yerine getirilmeyecek. Zira kendilerince inançları olan bu topluluk kendi değer yargılarına uygun bir değerlendirme yapılmadığı için haktan yüz çevirmiştir. Aslında kendi bakış açılarına uygun bir seçim yapılsaydı seçilen bu elçiye uyacaklardı. Ancak bu durumda Allah’a karşı büyüklendiler.

Hak ve doğrular kimden gelirse gelsin bu hak sözü kabul etmek İslam’ın emirlerindendir. Bu kabulleri göstermemek büyüklenme belirtileridir. Mesela çoğu zaman herhangi bir konuyu kendi arkadaşlarımızdan duyunca bu anlatılanları şiddetle reddetmemize rağmen aynı konuyu bir din büyüğümüzden işitince hemen kabulleniveriyoruz. Ya da herhangi bir cemaate mensup isek, o cemaat büyüğümüzün söylediği sözlerin dışında diğer söylenenler doğru bile olsa bu sözlere itibar etmiyoruz. İşte bu yaptığımız şey bizlerin hakkın peşinde olmadığımızı gösterir. Sahip olduğumuz bu büyüklenme hak olanı görmemizi engeller. Daha değerli gördüğümüz, bizlere faydalarının olacağını düşündüğümüz bu büyüklere karşı yaltaklanmak ve yağ çekmek, hakikate karşı bizleri kör ve sağır yapar. Doğru olanı -her kimden gelirse gelsin- dinlememek büyüklenme belirtilerindendir. Dikkat ederseniz bu kötü nefsanî sıfatlar hak yolda iken bile ilmi seviyemiz ne olursa olsun, nasıl bir ceza ile karşı karşıya olacağımızı düşünmeksizin, kör bir cesaretle inkâra sebep olmaktadır. O anda hiçbir şeyi düşünemez hale geliriz. Ve bir ömür hiç sorunsuz yaşadığımız kardeşlerimizle olan ilişkilerimize son veririz. Bu terk edişle birlikte geri dönmek istesek dahi diğer kötü nefsanî sıfatlara kapı açtığımız için bu sefer de o nefsi sıfatlar sebebiyle kapılar kapatılmıştır ve bu geri dönüş gerçekleşmez. Bu yüzden anlık kararlar vermekten şiddetle kaçınmalıyız. Şeytanın kendisi de büyüklenme yüzünden cennetten kovulmuştur ve bizlerdeki bu zayıflığı çok iyi bilmektedir. Bunu anlamaya çalışarak şeytanla mücadele etme yeteneklerimizi geliştirmeliyiz.

Büyüklenmenin asıl sebeplerinden bir tanesi ise kişinin kendisinde bir mükemmellik bulunduğu kuruntusuna kapılarak kendini beğenmişliğe sürüklenmesidir. Bu olay nefis sevgisiyle de karışıp, dünyaya bağımlılığı da artınca artık başka insanların iyi yanlarını görmeye engel teşkil eder. Bu durum kendisine onlardan daha üstün olduğu düşüncesini telkin eder.

Yegâne kurtuluş, hakiki imanı elde etmek, birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye etmek, iyiliği emretmek ve kötülükten sakındırmakla mümkündür. Çokça kitap okumak, İslami ilimlere vakıf olmak insanda öyle bir hal uyandırır ki, kişi kendisini kusurlardan arınmış görmeye başlar. Eğer bu halini dizginleyemezse bu durum başkalarına karşı büyüklük taslamasına sebebiyet verir. Tüm insanların, hatta kardeşlerinin bile ilim ve imanlarının yetersiz olduğunu düşünmeye başlar. Oysa gerçek manada iman, başkalarına karşı alçakgönüllü olmayı gerektirir. Bizler insanlardan yüz çeviremeyiz. Yeryüzündeki fitnenin önlenmesi onlara karşı alçakgönüllü olup iyiliği tavsiye etmemizle mümkündür. Bakın bu konu ile ilgili olarak Hz. Lokman oğluna nasıl bir nasihatte bulunuyor.

“Büyüklenip insanlardan yüz çevirme ve yeryüzünde böbürlenerek yürüme. Çünkü Allah, kendini beğenip övünen kimseyi sevmez.” (Lokman–18)

Günahkârlıkları ve isyankârlıkları dolayısıyla hiç kimseye büyüklenme bağlamında bir tepki verme hakkımız yok. Her daim insanların yol göstericisi olmak zorundayız. Aldığımız onca bilgi edindiğimiz ilim, onları doğru yola çağırma adına yapılmıştır. Fakat bizler onlara karşı büyüklük taslarsak davetimize hiç kimse icabet etmeyecektir. Hatta bazen onları o kadar aciz görmekteyiz ki davet etme gereği bile görmemekteyiz. Üstelik din konusundaki yetersizliklerini de alay konusu edinebiliyor ve onları zaman zaman küçük düşürebiliyoruz. Bu hareketlerimiz İslami hareketler değildir, bizleri ateşe yaklaştıracak büyüklenme belirtileridir.

Görünen o ki, aldığımız onca bilgi, okunan onca Kur'an ayetleri, okuduklarımızla ilim sahibi olduğumuz kitaplardaki azıklar bizleri hiç bir şekilde birbirimize yaklaştırmamış, aksine daha çok büyüklenme ve kendini beğenmişliğe sürüklemiştir. Bu halimizle aynı doğruları farklı yerlerde dile getirmemize rağmen farklı cemaatlerdeki kardeşlerimizle bir arada bir çalışma içerisinde olamıyoruz. Bu toplulukların takvaca üstün liderleri şunu unutmamalıdırlar. Allah’ın huzuruna çağrıldıklarında bu durum kendilerinden sorulacaktır. Umarız aynı düşünceyi taşımalarına, aynı doğruları savunuyor olmalarına rağmen neden ayrı gruplar halinde güçlerini zayıflattıklarının ve kâfirlerin Müslümanlara zulüm edecek güce kavuşmalarına izin vermelerinin geçerli bir sebebi vardır. Dua edelim ki bu sebep 'büyüklenmek' gibi cennete gitmelerine mani olacak bir düşünce ve davranış olmasın.

Büyüklenmek ve diğer nefsi sıfatlar birbirleri için basamak gibidir demiştik. İnsan kendisinde büyüklenmek gibi bir nefsi durumun olmadığını zannedebilir. Hatta kardeşlerinizle bir arada iken de yıllarca böyle bir sorun yaşamamış olabilirsiniz. Fakat bir musibet anında eğer ilmine çok güvendiğiniz bu kardeşiniz sinirlenip öfkeye kapılır ise kişinin o doğal hali kaybolacak ve büyüklenmiş hali ortaya çıkacaktır. İlim ve takvasından kaynaklanan diğer şeyleri yüzünüze vurup size karşı üstün olduğunu söyleyecektir. Zaten bu kötü sıfat yok ise böyle bir söz de işitmezsiniz. Çünkü o kardeşiniz tüm amellerini yalnızca Allah için yapıyordur.

Aslında kendini Allah için ilime adamış fakat üzerindeki büyüklenme hastalığından kurtulamamış kişiler her ne kadar kendilerini üstün görseler de toplum tarafından sevilmeyen kişiliklerdir. Çünkü böyle kimseleri hiç kimse sevmez. Öyleyse büyüklenmemizi gerektirecek birtakım özelliklere sahip olsak dahi kardeşlerimize karşı tevazu sahibi olmalıyız. Zira büyüklenmeye devam edersek bu kötü huy iyi amellerimizi de yok edebilir.

Birde ahiret işleri ile dünya işleri arasında büyük farklılıklar vardır. Ahiretteki zillet, dünyadaki zilletten bambaşka bir şeydir. Nitekim o alemin nimet ve azabı da buraya göre farklıdır. Nimetleri bizim tasavvurlarımızın çok üstünde, idrakimizin ötesindedir. Hakeza azabı da öyle.. Orada umduğumuz şey bizim hayal ettiğimizden başka bir şey olabilir ve büyüklenen insanın işleri ateşin bineğine binmek anlamına gelebilir. Kâfirlerde görünen büyüklenme şekli ile ise bu binek nacak bizi ateşe yakınlaştırır.

Tüm bu anlatımlar gayet açıktır. Bizler hiçbir şekilde başkaları karşısında büyüklenmeye kalkışamayız, Allah’ın sözlerini ezberlemiş olmak büyüklenecek bir hadise değildir. Tüm bunları tevazulu bir şekilde başkaları hidayet bulsun diye onlara anlatmalıyız. Üstelik bu bilgilere sahip olmamız bizim gibi müslümanlığı tercih etmiş, İslami bir hayat süren kardeşlerimizle ayrılığımıza vesile olmamalıdır. Allah’ın mesajlarını yardımlaşarak insanlara anlatmalıyız. Övgüye değer olan şey bağlı bulunduğumuz cemaat değil Allah’ın sözlerinin yaşandığı mekânlardır. Cemaati değerli kılan Allah’ın sözlerinin doğru yaşanılıyor olmasıdır. Bu nedenle bölünmek yerine bir an önce bir araya gelmek öncelenmelidir.

Büyüklenmenin diğer sebepleri ise aklımızın küçüklüğü, kabiliyetimizin zayıflığı, düşkünlük, sabırsızlık ve tahammülsüzlüktür. İnsan kendinde bir üstünlük görünce hemen Allah katında yüce bir makama geldiğini düşünür. Ve bu haliyle insanlar üzerinde söz sahibi olduğunu düşünmeye başlar. Okuduğu bir kaç kitapla öğrendiği ilimden dolayı aynı ilime sahip olmayan kardeşleri üzerinde baskı kurmaya, sözünü dinletmeye çalışır. Bu durum daha sonra ona kardeşlerine karşı üstünlüğü olduğu vehmini verir. Kendi yaptığı hataları görmez ancak kardeşleri üzerinde gördüğü hatalara karşı çok acımasız eleştirilerde bulunur. Kendisine yapılan eleştirileri de asla kabul etmez. İşte sırf bu yüzden elde ettiğimiz bilgiler ve meziyetler karşısında çok çabuk heyecana kapılmamalı, bundan başka meziyetlerin de bulunduğunu ve bunların Allah’ın rızası adına yapıldığını unutmamalıyız. Unutmayalım ki daha bilmediğimiz birçok ilim ve hakikat var. Bilgiye sahip olmamız bizleri kardeşlerimizden uzaklaştırmak yerine Allah’a yaklaştırmalıdır.

Büyüklenme sadece zengin olanlara has bir sıfat da değildir. Büyüklenmeye nefsi bir hastalık olan kıskançlık da sebebiyet verebilir. Hatırlarsanız cennette maddi bir derecelendirme yoktur. Zengin fakir ayrımı da söz konusu değildir. Şeytanın Hz. Âdem’e secde etmemesi Allah’ın Âdem’e verdiği değeri kıskanarak büyüklenmesinden kaynaklanmıştır. Bu durum ilim hususunda da olabilir. Belli bir ilmi olmayan kişiler ilim sahibi kişilere karşı kıskançlık sebebiyle büyüklenebilirler. Yıllarca ilim tahsil etmiş bir kimse kendince yeni gördüğü diğer bir kardeşine karşı umursamaz ve küçük görücü tavırlar sergileyebilir. Söylediği sözleri dinlemez, başkalarının yanında sanki o yokmuş gibi davranışlar sergileyebilir. Bütün bunlar büyüklenme belirtileridir.

Herhalde büyüklenmenin ne olduğu ve bu hastalığın belirtileri konusunda çokça bilgiye sahip olduk. Elbette bunları öğrenmiş olmamız büyüklenme gibi kötü bir nefsanî sıfattan kurtulmamız yolunda ilk adımdır. Büyüklenme hastalığını besleyen en büyük sebeplerden birisi de dergimizin bir önceki sayısında işlediğimiz dünya sevgisidir. Bu hususta bizler dünya sevgisinin kalbimize yerleşmesine izin vermemeliyiz. Geçici bir hayatı yaşadığımızı, Rabbimizin katında yapıp ettiklerimizden dolayı hesaba çekileceğimizi unutmayalım. Bu dünyadan öteki dünyaya götüreceğimiz tek şey Salih amellerimizdir. Tüm sahip olduğumuz dünyevi kazançlar bu dünyada kalacaktır.

Şunu unutmayalım ki bu hayatı bizlere bahşeden, bizler var olmamışken bizlere varlık veren yüce Rabbimizdir. Bu nedenle bir hiç iken var olmayı Rabbimize borçluyuz. Varlığımızı ve elde ettiğimiz şeyleri kendimizden bilmek nankörce bir davranıştır. Eğer Rabbimizin nimetini idrak edebilir isek bizlere emanet olarak verilen dünyevi kazançlar noktasında hiç kimseye karşı büyüklük göstermeyiz. Çünkü hepimize hayatı bahşeden yüce Rabbimiz’dir. Nasıl ki hiçbir maddi varlığa sahip değilken bu dünyaya gönderilmiş isek yine hiçbir şeyi yanımıza alamadan öylece öteki dünyaya geri döndürüleceğiz.

Büyüklenme gibi kötü bir sıfattan kurtulmamızı sağlayacak bir diğer husus ise Kur’an’ı ve bizler için en güzel örnek olan Peygamberimiz (S) ve ashabının hayatlarını model almamızdır.

Rasulullah (S)'ın ilmi ilahî vahiyden kaynaklandığından tek başına milyonlarca insanın hissiyatına galip geldi. Tüm cahili adetleri ve batıl dinleri ayaklar altına aldı. Dünya ve ahiretin sultanı ve Allah'ın izniyle tüm çevrelerde sevilen biriydi, ama buna rağmen herkesten daha fazla mütevazı idi. Ashabın kendisine ihtiram için ayağa kalkmasını istemezdi. Bir meclise girdiğinde daima alt köşede otururdu. Yemeğini yerde yer ve yerde otururdu ve "ben de bir köle gibiyim, bir köle gibi oturur ve bir köle gibi de yerim..." derdi.

Yine Rasulullah (S) palanı olmayan merkebe binmeyi severdi ve Allah'ın kullarıyla daima alçak bir yerde oturur yemek yerdi. Fakirlere iki eliyle ihsanda bulunurdu. O hazret merkebe biniyor ve kendi kölesi ile veya diğer kölelerle bir arada oturuyordu.

Ailesine ev işlerinde yardımcı olmak hazretin siyeri ve âdetiydi. Kendi eliyle koyunları sağıyor, elbise ve ayakkabısını dikiyordu. Kendi kölesiyle el değirmeni çeviriyor ve hamur yoğuruyordu. Kendi geçimini kendisi sağlıyor, fakir ve miskinlerle oturuyor ve onlarla yemek yiyordu. Üstelik o dünyaya dair elde etmek istediği her şeye sahip birisiydi. 

Öyleyse Peygamberimiz (S) hem maneviyat hem de dünyevi kazanç bakımdan her şeye sahipti. Ama buna rağmen herkesten daha çok mütevazı idi. Bu İslami doğru bilginin ve anlamışlığın bir ürünüdür. Büyüklenme ise cehalet ve bilgisizliğin ürünüdür. Bu cehalet, ar ve utancı kendinden uzaklaştırır. Kişinin aslında Allah’ın kullarına, kardeşlerine karşı gösterdiği büyüklük utanılacak bir hadisedir. Böyle kötü bir sıfatın üzerimizde bulunması hepimizin çok utanması gereken bir durumdur.

Bu kötü sıfatı yok etmek için tevazu sahibi kimselerin ve Peygamberimizin(S) bu sıfatıyla anılmış olmak ve onun gibi davranmaktan daha iyi bir yol yoktur. Büyüklenmenin hangi mertebesinde bulunursak bulunalım ve hangi ilmî, amelî ve diğer dalların ehli olursak olalım, bir müddet nefsanî arzuların tersine hareket edersek böylelikle güzel bir sonuç elde edebiliriz. Eğer nefsimiz bizden meclisin başköşesinde oturmamızı ve başkalarından öne geçmemizi temenni ederse biz bunun tersini yapalım.

Eğer nefsimiz fakir ve miskinlerle oturmayı utanç kabul ediyorsa biz onun burnunu yere sürterek fakirlerle oturmalı, onlarla yemek yemeli, yolculuk etmeli ve onlara katılmalıyız. Nefsimiz bazen önümüze çıkıp der ki, "sen makam sahibisin, İslam’ın yayılması ve tebliği için makamını saklaman gerekir, fakirlerle oturmak senin saygınlığını, kıymetini kalplerden siler. El altındaki kimselere karışmak insanı hafif kılar. Böyle meclislerde oturmak senin makamını küçültür, o zaman da kendi İslami görevlerini hakkıyla yerine getiremezsin." Ve böylelikle ilim olarak henüz pek fazla mesafe almamış olan kardeşlerimizle görüşmeyi, onlarla sohbet etmeyi de hafiflik olarak görmeye başlarız. "Onlar ancak bizlerin tayin ettiği vekillerimizle görüşebilir" demeye başlarız. Bil ki, bütün bunların hepsi şeytanın tuzakları ve nefsin hileleridir. Resul-i Ekrem'in (S) dünyadaki makam ve mevkii bizlerden daha fazlaydı. O yüzden tüm bunları nefsimizin isteği dışında tersini yaparak yenebiliriz.

Bizler gerçekten hiçbir güce sahip değiliz. Rabbimizin emanetlerini kullanıyoruz. Büyüklenmemizi gerektirecek hiçbir sebep yok. Allah bizlere ilim vermiş ise bu ilim ile tüm kardeşlerimizi kucaklamalıyız. İlmimizi büyüklük taslayarak bu kardeşlerimiz üzerinde heveslerimizi giderme aracı olarak kullanmamalıyız. Ne seviyede olursak olalım hepimiz Allah’ın kullarıyız ve aciziz. Bize verilen yetenekleri fakir kardeşlerimizin mutluluğu için kullanalım. Bunlar öne geçmeye çalışacağımız, bir yerlerden köşe kapmaya çalışacağımız davranışlara dönüşmesin. İlmi seviyelerine göre kapımız onlara kapatmayalım. Tevazulu olalım. Yaptıkları yanlışlarda / hatalarda affedici olalım. Kapımız her zaman onlar için açık bulunsun. Kendilerini çok özel insanlar olarak görsünler. Özel insanlar olduklarını onlara davranışlarımızla gösterelim. Bizlere eğer Rabbimiz bol kazanç, mal-mülk nasip etmişte bunda fakirlerin hakları olduğunu bilelim. Çünkü iyi bir mümin olmak mallarımız üzerinde fakirlerin haklarının olduğunu kabullenmektir. Bunları bizlere ait kazanımlar olarak görmeyelim. İnşallah bu tevazu, alçakgönüllülük Rabbimizin de hoşuna gidecektir. Bunları salih amel olarak tarafımıza yazacaktır.

İnanıyorum ki konumuz anlaşılmıştır. Büyüklenme hastalığından kurtulmak başlangıçta zor gelebilir. Ama ısrarla nefsimize muhalefet eder ve onun isteklerine bir müddet dayanabilirsek bundan sonrası çok daha kolay olacaktır. Yoksa bu halimizle gideceğimiz yer cehennem ateşi olabilir. Sakın ola ki, şeytanın yakalandığı büyüklenme belasına bizler de müptela olmayalım. Öyle ki, Allah’a bu konuda çokça duada bulunalım. Umulur ki, Rabbimiz bizlere acır da bu hastalıktan kurtulmamıza yardımcı olur. Allah hepimizin yar ve yardımcısı olsun. En emin olan Allah’a emanet olun.

Selam ve dua ile…