Mustafa ATAV
ÇUVALLADIĞIMIN RESMİDİR
Üzgünüm dostlar, çuvalladığımın resmidir...
Meğer birçok şeyi yanlış bilir, yanlış söyler, yanlış eylermişim...
O yüzden şimdi yazacaklarım, bu zamana dek kendilerine Dindir, İslam'dır; günahtır, sevaptır diye güya tebliğ ve telkinde bulunduğum insanlardan özrümün beyanıdır...
Demem o ki; Türkiye Cumhuriyeti kurucuları da, anayasada laikliği teminat altına alanlar da demokrasiyi, parlamenter sistemi va’z edenler de özrümü kabul etsinler...
Keza Liberalizme, Kapitalizme, Sosyalizme dair getirdiğimiz eleştirilerden muzdarip olan dostlar da kusurlarımı bağışlasınlar...
Hakeza iş arkadaşlarım, konu komşularım, hısım ve akrabalarım, bir şekilde tanış olduğum, muhabbet ettiğim insanlar, geçmişte Demokrat Parti, sonra Milli Görüş geleneğini, ondan sonra T. Özal’ın politikalarını, şimdi de AKP namıyla meşhur iktidar partisini tenkit ederek yanlış istikamete yönlendirmeye çalıştığımdan dolayı beni affetsinler…
Henüz kendini ispat etme derdinde olan Has Parti mensupları da...
Meğer Din, sadece bireylerin vicdanlarında yer bulacak bir şeymiş, sadece Allah ve sadece birey arasındaki manevi iletişim aracıymış...
Meğer demokrasi şura’dan, istişareden, danışma ve meşveretten yani İslamın bizatihi kendisinden başka bir şey değilmiş...
Meğer Müslümanlığımızın asıl garantörü laiklikmiş, laik devletimizmiş...
Meğer Dinde zorlama olmadığını söyleyen Kur’an’da; ister inan ister inanma; ister sevap işle, ister günah diyerek; yani iman edip etmemeyi ve gereğini yapıp yapmamayı serbest yani özgür bırakarak aslında laiklik, aslında liberalizm öngörülüyormuş...
Meğer yığdıkça yığmak, zenginleşmek, paylaşmamak, mal mülk nevinden ne varsa sınırsızca sahip olmak, insanları asgari ücretle çalıştırmak yani kapitalizm; yani yine liberalizm, Kur’an’ın bizatihi tavsiye ettiği kabullerdenmiş...
Meğer Kur’an’da sosyal adaletin sağlanmasını, eldekini paylaşmayı, yoksulu, yetimi, öksüzü koruyup gözetmeyi emreden; öte yandan zenginlikten, mal mülk yığmaktan, cimrilikten sakındıran ayetlerden mülhem Sosyalizm de varmış...
Zaten Kur’an bir devlet modeli, bir biçim önermediğine göre; zaten Hz. Muhammed’in Medine’de şekillendirdiği, sonra Mekke’nin fethiyle daha bir pekiştirdiği hem Dini hem sosyal hem de siyasi liderliğinin Kur’an’da ismi geçmediğine ve sonraki süreçte Hz.Ebubekir, Hz. Ömer gibi güzide şahsiyetlerin hilafeti Arap cahiliyyesinden kalma adetten başka bir şey olmadığına göre; biteviye haksızca eleştirdiğimiz Batı Medeniyet tarihinin kendi kazanımı olarak son şeklini verdiği demokrasiyi, bir yönetim biçimi olarak sahiplenmenin ne mahzuru vardı ki?
İslama tabi olan bireylerin, Kur’an’dan ilham alarak yazılan bir anayasayla yönettikleri devlet Dini bir devlet olacağından ve sonrası itibari ile geçmiş örneklerde görüldüğü gibi teokrasiye, monarşiye, hanedanlığa, saltanata filan dönüşeceğinden; kutsalı yani İslamı korumak adına tercih edilmesi gereken yegâne yönetim biçimi demokrasiydi, laiklikti...
Bir şey bilirmiş gibi bütün bunlara niye itiraz ettim, niye şerh düşmek durumunda kaldım ki ben?
Paylaşmak, öksüzü, yetimi, fakir fukara, garip gurebayı koruyup kollamak, kırkta bir zekât vermek için zengin olmak şartı varken; öldürmeyip süründüren asgari ücretle insanları çalıştırıp bir kısım sermaye sahibinin daha da zengin olmasına; onlara bu imkânı sağlayan iktidara yani bir anlamda kapitalizme ne için itiraz edip durdum ki?
Geçmişten bu yana yaşanmış bir dolu Firavunvari, despot, zalim, faşist, jakoben, tiran, zorba, darbeci, Ergenekoncu iktidar örnekleri varken demokrasiyi, parlamenter sistemi, laikliği savunanları, var olanı daha bir ileriye götürmeyi vaat edenleri öpüp başıma koymam gerekmiyor muydu?
Kalkıp terk-i diyar eyleyemediğime göre, eylem bazında icraat sergileyemediğime ve Kur’an’dan ve İslamdan mülhem alternatif modeller öneremediğime göre, eldekine yani demokrasiye, laikliğe şükretmem olması gereken değil miydi; İş mi, bela mı arıyordum kendime?
Sürüm süründürüyorlar ama olsun, hiç olmazsa öldürmüyorlar; kendi kazandıklarının yanında esamisi bile okunmayan ücretlerle bile olsa insanların bir kısmına taşeronlar, müteahhitler kanalıyla iş veriyorlar. Yeşil kart gibi, fak-fuk-fon gibi, yüz kızartıcı olsa da öldürmeyecek kadar imkânları insanlara bahşediyorlar. Emeklileri üç beş simitle, yanında birkaç çay parasıyla da olsa memnun ediyorlar.Böylesi bir kapitalizme, insanları sömürenlere “bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” diyenlere; altta kalanın canını çıkaran, paranın, malın yani sermayenin serbest rekabetle misliyle artmasına vesile olan liberal ekonomiye ve genel anlamda emperyalizme karşı çıkmamızın, sık aralıklarla, bıkmadan eleştiri getirmemizin ne anlamı vardı ki?
Nasıl olsa, lüks bir lokantada yenilen bir öğün yemeğin bedelini karşılamasa da aç insanların açlığını bastıracak bir paylaşımı gerçekleştiriyorlar, az şey mi bu, durduk yerde niye itiraz ettik ki?
Dimyata pirince gönderirken insanları, eldeki bulgurdan da mı yoksun bırakmak istiyorduk ne!
Din kanaati öngörüyordu, eldekine şükretmeyi, kadere razı olmayı tavsiye ediyordu; rızkı veren Allah’tı çünkü. Hal böyleyken zenginin malına çene yormak işimiz mi olmalıydı?
Zenginlik bir imtihan doğru ama fakirlik de bir imtihan değil miydi? O halde iken imtihanın nasıl kazanılması gerektiğini öğretseydik ya insanlara, göz dikeceğimize zenginin malına?
İşte saydığım ve sayamadığım, öldürmeyip süründüren bütün bu imkanları bize ikram eden demokrasiydi; inancımıza, günahımıza, sevabımıza karışmayan ve tamamen özgür bırakan laiklik, liberalizm gibi kabullerle bizi yöneten iktidar ve mensuplarıydı..
Onlara oy verip vermeme meselesini niye tartışıp durdum ki?Varsın binlerce genç kız tesettür/ başörtüsü mağduru olsun, varsın binlerce kadın işinden olsun..
Varsın binlerce genç işsiz kalsın, varsın binlerce genç kıymet-i harbiyesi olmayan okullarda hipnoza tabi tutulsun, varsın binlerce çalışan çok saate ama az paraya zenginlerin kölesi olsun, varsın binlerce insan, gelir getiren birer meta/mal gibi özel hastanelere peşkeş çekilsin, varsın çalışana ve emekliye verilen üç kuruşluk zam, onlarca misliyle geri alınsın, varsın binlerce esnaf, işveren iflas etsin, yüz binlerce insan banka mağduru olsun ne önemi var?
Nasıl olsa şükretmek diye bişi var, nasıl olsa Allah var problem yok..
Nasıl olsa bazılarımız iktidardan nemalandı, makam mansıp, statü, itibar, saygınlık nevinden şeyler kazandı, nasıl olsa görece rehavet, görece özgürlükler sağlandı...
Nasıl olsa bu imkânları bize bahşedenler Allah, Din, Kitap, Peygamber filan diyorlar…
Varsın yanında demokrasi, daha daha ileri demokrasi desinler...
Laiklik deyiversinler, liberal ekonomiden bahsetsinler, Din devleti değil demokratik parlamenter sistemle yönetilen devlet öngörüversinler, hepsi birbiriyle kardeş hısım akraba değil mi, hepsi Kur’an’da yok mu ve hepsini savunanlar bizden birileri değil mi zaten?
Eleştirip durduğumuz laikliğe rağmen camiler açık değil mi, devlet erkânı hep birlikte namazlarını eda etmiyorlar mı? Dini bayramlar birlikte kutlanmıyor mu? Dinimizi, diyanetimizi gözetip öğreten kurumlarımız, üniversitelerimiz, okullarda verilen derslerimiz yok mu?
Üzerine elzem mi ki anayasa da İslam hukukunun öngördükleri olsun, ladini, profan çağrışımlar, beşer iradesini hâkim kılan unsurlar yer almasın filan demek?
Açıkça söylenmese de meri hukukta var olan bütün maddeler yani insanlığın asırlardır uğruna mücadele ettiği kazanımlar bizatihi İslamda, bizatihi Kur’an’da zaten var…
Ortada her şey…
Kur’an’ı yanlış yorumlamış, yanlış yorumların peşinden gitmişiz yıllardır. Yetmezmiş gibi en yakınımızdan başlayıp, diğer insanları da zehirlemişiz..
Anladık ama geç anladık...
Bunun için geçmişte bizim düşüncemizi çekip çeviren ama ne hikmetse bizden önce demokratik, laik ölçülerde hidayete eren ve şimdilerde yazı ve söyleşileriyle bize taptaze, pirü pak; hurafeden, ehl-i sünnet dışılıktan, dahası tarihselcilikten, modernizmden, reformizmden arındırılmış yollar gösteren dostlara, alim, aydın ve aktivistlere; geçmişin darbe ve 28 Şubat mağduru parti liderlerine ve şimdinin iktidarına ve onları iktidara taşıyan insanımıza ne kadar teşekkür, ne kadar minnet duygularımızı ifade etsek, ne kadar şükranlarımızı sunsak azdır.
Bu saatten sonra bize yakışan da nasıh, nusuh tövbesi etmek…
Ama AKP’de ama SP’de ama Has partide siyaset yapmak...
Ama en iyisi iktidarın gücü adına AKP ‘de boy göstermek…
Çok şükür, saçımız dökülmedi daha…
Diyeceğim ama…
Tabii ki şartlarım, tabii ki cevaplandırılmasını istediğim sorularım var…
Seksenli ve doksanlı yıllarda bahis mevzuu olan konularda şimdikinden farklı şeyler söyleyenler, dünün ve bugünün sahih İslam düşüncesi nokta-i nazarında muhasebesini yapıp, gerekçelerini enikonu ortaya koymalılar... Kendilerini takip edenleri balık hafızalı olarak görmüyorlarsa ve kafa karışıklığına vesile olmak istemiyorlarsa şayet, içe kritik bakış olmazsa olmazdır.
Geçmişte yazılanlar arşivlerde ve henüz onları açıkça ve usulünce tekzip eden de yok..
Kavramlar dizini içinden özgün çalışmalar sadedinde ele alınıp Tevhide, Hz. Muhammed’in geleneğine aykırı görülen Demokrasi ve laiklik ve dahi liberalizm ne oldu da birden İslamileşiverdi?
Hal böyleyken, öte yandan kapitalizm eleştirisi yapanları, azgınlaşan Müslümanlara İslamın paylaşma, infak etme emri mucibi gereğince istikamet göstermeye çalışanları sosyalizme mahkûm edip karşı cephe oluşturmak, İslam düşünce geleneğine aykırı görmek ne kadar isabetli bir tavırdır?
Yani sosyalizm tu kakadır da demokrasi, laiklik, kapitalizm, liberalizm nimetten midir?
Malum kavramlar ekseninde siyaset yapan ve bir zamanlar statükonun, sistemin gereği olan Milli Görüşü sembolize eden partiler ve şimdiki AKP’nin sahih İslam düşüncesi karşısındaki durumları bugün neye bağlı olarak birden meşrulaştı?
Şimdi AKP revaçta, olur ya dengeler bozulduğunda istikamet HAS Parti mi olacak?
Geçmişte Milli Görüş geleneğinin İslami hareketin seyrini baltaladığını, sisteme entegre ettiğini, özgün, sahih İslam düşüncesine uygun bir tarz-ı siyaset takip etmediğini, şimdi de aynı geleneğin mensubu ve uzantısı olarak AKP’nin Müslümanları kimliksizleştirdiğini, devletin tahsildarı ve memuru yaptığını, sağcılaştırdığını, sinikleştirdiğini, pasifize ettiğini; yine AKP’nin kimlik ve siyaset açısından İslamcılığın tam aksi istikamette bir konumda bulunduğunu; 28 Şubat sürecinde ortaya çıkan zaafların bir sonucu olduğunu, İslami talepler açısından AK Parti ile birlikte İslamcıların ciddi anlamda bir dönüşüm geçirdiklerini, Ak Parti'nin temsil ettiği anlayış ve yönelimin İslamcılığın temsil ettiği kimliğin tam zıddı bir noktada yer aldığını, küresel sistemle uyum içinde olan bir İslam anlayışını öne çıkarttığını; Milli Görüşün mücadelesinin, tevhidi bilinci yaygınlaştırma çabası veya İslami hareket olarak tanımlanmasının mümkün olmadığını; Demokrasi, tarihselcilik, görelilik tartışmaların hem geleneksel cemaatler ve dönek aydınlar hem de devlet tarafından sürekli olarak ısıtılıp ısıtılıp İslam'a ilgi duyan ve onu yaşamlaştırmak isteyen çevrelerin gündemine sokulmaya çalışıldığını dile getirmek bir hata mıydı?
Ha bu ara, hurafelere karşı mücadele edip dururken, bir zamanlar hurafeler bizatihi tevhidin kendisidir diyen bir zat-ı muhtereme şiddetle karşı çıkmışken, şu birkaç gün içinde bir dolu hurafeyi gözyaşları eşliğinde meşrulaştırmak da neyin nesi?
Bu sorular cevap bekliyor...
Nasıl olsa öğrenmenin de yaşı yok…
Ve mutmain olalım ki hala yanlışlarda ısrar etmeyelim...
Neyse,iyisi mi ben biraz daha düşüne durayım...
Vesselam...
(Not: Bu yazı, İktibas Dergisi'nin Nisan 2011 sayısında yayınlanmıştır.)