Beytullah Emrah ÖNCE

29 Mart 2011

DIŞ POLİTİKANIN MAKYAJI AKIYOR

Hükümet’in en çok konuşulan, ilgi gören ve beğenilen yönü izlediği dış politika oldu. İlk yıllarda Avrupa Birliği’yle ilişkilere ağırlık verildi. Görüşmeler hız kazandı ve nihayet müzakerelere başlandı.

Hükümet, AB vesilesiyle belirli alanlarda reformlar yaparak nispi bir rahatlama yakaladı. Tabi burada ağırlığın, kendi siyasi iktidarının yolunu açacak düzenlemelere verildiği ortaya çıkıyordu. Hükümet, AB yolunda kendi politikalarında, özellikle de ekonomik ve askeri konularda, ağır taşları yerinden oynatarak zihinsel bir dönüşümü gerçekleştirecek düzenlemelere gitmeyi pek tercih etmedi.

AB de AK Parti’yi askeri vesayet karşısında sivil bir iktidarın temsilcisi kabul ederek uzun süre kritik konuları öne sürmekten imtina etti. Fakat siyasi iktidarın gücünü arttırmasına rağmen bunu AB ile ilişkilerde ve beklenen maddelerdeki görüşmelerde yapıcı bir noktaya ilerletmekten kaçınması, zamanla ilişkileri gerilimli bir noktaya getirdi.

Gelinen noktada Hükümet’in bir yandan sürecin devam ettiğini söylerken diğer yandan milliyetçi tonu koyulaşan bir söylem kullanması AB temsilcilerinin kafalarında soru işaretleri oluşturmaya başladı.

HALK AYAKLANMALARI DENGELERİ SARSIYOR

Tabi Hükümet’in dış politikayla imtihanı bu kadar da değil. Özellikle Dışişleri Bakanlığı’na Ahmet Davutoğlu’nun getirilmesinden sonra Türkiye’ye biçilen rolün bir anda haddinden fazla büyütüldüğüne tanık olduk.

Büyük Ortadoğu Projesi Irak işgalinde bir bakıma yalan olunca, boşluğun ‘İslam ile Demokrasi’nin barıştırdığı iddia edilen Türkiye’nin rol-modelliğiyle doldurulabileceği farz edildi. Oysa biliyoruz ki cari sürecin ne İslam’la, İslamcılıkla alakası var, ne de sıfatı “ileri” denilse dahi demokrasiyle…

“Yakın ve ortadoğuda lider bir Türkiye imajı” Davutoğlu konseptinin, Soğuk Savaş sonrası bir türlü düzenin kurulamadığı bölgedeki dengeler üzerinde dikkatli adımlar atmasıyla güçlendirilmek istendi. Arka koridorların açık bırakıldığı noktalarda aktif bir diplomatik ağ ören Hükümet, bu süreçte belli bir sermaye sınıfını da kapitalist hegemonyanın yatırım için doğrudan girmediği alanlara yöneltti.

Ekonomik bağlantılar kurulurken, bölgedeki diktatörlük rejimlerine dönük herhangi olumsuz bir tavır sergilenmekten sakınıldı. Diktatör Kaddafi’nin verdiği para ödülünün kabulü örneğin olduğu gibi, reel politik adına türlü çelişkiler göz ardı edildi.

AK Parti, özellikle yakın, orta ve uzak doğuya dönük dış politikasını ince hesaplanmış dengeler ve sıkı örülmüş ilişkiler üzerinde yürütürken; sosyal ve siyasal gerilimin yüksek olduğu fay hatlarındaki hareketlerin ise mümkün mertebe dondurulmuş vaziyette kalmasına dikkat etti.

Belki burada İsrail’in hariçte bırakıldığı söylenebilir… Ama bu noktada da, büyük resme bakınca İsrail’in sadece Türkiye’yle değil neredeyse birçok devletle ilişkilerinde sorun olduğunu görüyoruz. Ve bir hatırlatma daha: İsrail’in işgal güçleri ordusu komutanı Gazze’deki Kurşun Dökme Operasyonu sonucu Ankara’ya gelebilmişti ama aynı gün İngiltere’ye gitse savaş suçlusu sayılacağı için tutuklanacaktı. Onun Türkiye’de savaş suçlusu olarak yargılanmasına izin vermeyen ise Adalet Bakanı olmuştu.

ÖNCE FÜZE KALKANI, ŞİMDİ LİBYA TEZKERESİ

Elbette herşey her zaman istenildiği gibi gitmez. Siyaset ise kritik zamanlarda rengini belli eder ve politik aktörlük iddiası zor anlarda kendini ispat etmeye muhtaçtır. Bu bağlamda bölgedeki gerilimin yükseldiği ve dengelerin sarsılmaya başladığı ilk konu NATO Füze Kalkanı projesi oldu.
Bu ABD’nin bölgeyi istediği zaman vurmasına karşı ABD’ye cevap verilmesini engellemeye dönük bir proje ve bir boyutuyla da bölgenin eli kanlı ordusu ve işgalcisi İsrail’i korumaya…

Peki ne oldu? Hükümet, NATO çerçevesindeki bu projeye onay verdi. Bölge halklarını tehdit eden bu projenin finansmanını da halktan toplanan vergilerle sağlanmasına imkan tanındı.  

Belgede İran’ın adının geçirilmemesi hâlâ başarı olarak kamuoyuna takdim ediliyorsa da, nihai noktada projedeki füzelerin bölgenin geleceğine doğrultulduğu gerçeği değişmiyor!

Yakın zamanlarda ise bölgedeki fay hatları yeniden ve daha derinden hareketlendi.

Halklar, kendi diktatörlerine karşı ayaklandı. İsyan dalgaya dönüştü. Her devrilen diktatör, bir sonrakinin habericisi oldu.

Hükümet ise süreci yakından takip ederken; diktatörlerin gideceği belirginleşen noktalarda, Tunus ve Mısır gibi, açıktan sesini yükseltti. Fakat isyan dalgası Libya’da Kaddafi’yi vurduğunda farklı bir politika izleyince işin rengi de değişti. 

İlk anlarda Libya’daki işçilerin can güvenliği ileri sürüldü. Libya’daki binlerce insanın hayatını riske atacağı düşüncesiyle tepki verilmediği söylendi. Lakin tahliyelerden sonra da durumun değişmediği görüldü…

Bu sebeple 17 Şubat Hareketi Gençliği adına yayınlanan açık mektubun “Esefle belirtelim ki, Sayın Başbakan Tayyip Erdoğan sizden daha hayırlı ve olumlu bir tutum beklentisi içersindeydik. Üzülerek belirtelim ki, uluslararası konjonktürün, ticari piyasa endişelerinin ötesinde bir niyet ve tutum ortaya çıkmadı.” şeklinde başlaması tesadüf değil, sadece görünen köyün işaretiydi...

Tabi bu sürecin bir de NATO boyutu var. Başbakan birkaç hafta önce açık ve net bir tavırla “NATO’nun Libya’da ne işi var” diye çıkışmış, bölgedeki aktörlük iddiasını yeniden ortaya sürmüştü ama Koalisyon Güçleri’nin operasyonuyla adeta şaşkına döndü. Sonra da o çıkışını unutturmak istercesine Meclis’ten jet hızıyla tezkereyi geçirdi ve uçu açık, hedefi muğlak, görev tanımları belirsiz şekilde NATO ordusunda Türkiye’nin rol almasını sağladı. Üstelik komuta merkezi de İzmir’de kurulacak gibi…

Böylece Hükümet 2003’te, Irak’ın işgal sürecinde geçiremediği tezkereyi Libya için rahatlıkla geçirirken, içerideki koltuğunu sağlamlaştırdığını da gösterdi. Kamuoyu ise neden başka çareler aranmadığını sorgulamadan, oldu bittiye getirilen süreçte "kırk katır, kırt satır" kıskacına alındı.

STRATEJİK ÇELİŞKİ!

Daha önce tekrar eden ve Libya sürecinde daha güçlü şekilde somutlaşan stratejik çelişkiler, Türkiye’nin bölgedeki abartılan gücünün reel-politikte o karşılık bulmadığını; bu sebeple NATO kontrolündeki müdahaleye bundan sonra belirli noktalarda etki etse dahi nihai karar gerektiren önemli durumlarda, denkleme mevcut dengeleri bozacak şekilde giremediğini ortaya koydu.

Dolayısıyla gerek işgalci koalisyon güçlerinin gerekse NATO’nun sicili ortadayken; Irak, Afganistan ve Pakistan'daki yaralar kanamaya devam ederken, Türkiye’nin şimdi de Libya'da ortak olduğu/olacağı gelişmeleri aklayacak doneler aramak, ne adına olursa olsun, vicdanımızı teskin etmeyecektir.

Benzer çelişkilerin önümüzdeki günlerde Suriye ya da Yemen gibi halkların ayaklandığı diğer ülkelerde yaşanmaması için bir sebep olduğu kanaatinde değilim. Daha şimdiden Suriye’de onlarca insan katledilmişken ikili ilişkiler aynı sıcaklık ve muhabbet içinde devam ediyorsa, meselenin adalet, hak ya da halkın istekleri değil pragmatizm ve çıkar olduğunu iddia etmekten neden sakınalım ki?

Görmek isteyen için gelişmeler birçok şeyi ifşa ediyor sanırım…