Beytullah Emrah ÖNCE
HANGİ "YENİ" TÜRKİYE?
"Yeni Türkiye", Hükümet’tin ve muhafazakâr medyanın diline pelesenk olan bir tabir. 12 Eylül referandumundan sonra daha sık kullanılmaya başladı. Tabir, “eski” Türkiye’nin darbelerle malul günlerini geride bıraktığı ve siyasi iktidarın artık askeri bürokrasi üzerinde otorite kurduğu, toplumsal ve siyasal sorunların müzakere edilerek adil çözümler üretebileceğimiz yeni bir zemine kavuştuğumuz gibi iddialara atıf yapıyor.
Ergenekon’la başlayıp, İrticayla Mücadele Eylem Planı ve Balyoz Darbe Planı ile devam eden dava süreçlerinde muvazzaf ve emekli askerlere dokunulması ve yüksek rütbeli orgenerallerin bundan muaf tutulmaması bu kanaati pekiştiren bir argüman… Önümüzdeki günlerde bunlara 12 Eylül Darbesi ya da Diyarbakır’daki insanlık dışı işkencelere dair davalar da eklenebilir.
Herhalde “Yeni Türkiye” lafzını heyecanla kullananlar, değişimin ya da ‘devrimsi’ bir sürecin yaşandığını ifade edenler; siyasi iktidarın artık sivillerin yönetimine girdiğine, ekonominin rayına oturduğuna, temel hak ve özgürlüklerin teslim edildiğine, dünyada saygınlık kazanmış ve bölgesinde liderlik pozisyonu almış “yeni” ya da ‘ikinci’ Cumhuriyet devrine girdiğimize ya da girmek üzere olduğumuza inanıyorlar.
Kafasındaki soru işaretlerini kenara bırakamayanlar ise yeni bir anayasayla kalan sorunları da çözeceğimizin umudundalar. İddiaya kendini ziyadesiyle kaptıranlar 2023 vizyonu etrafında bütünleşmekten bahsediyor!
Peki, tüm bu tespitlerin doğruluk payı nedir? Tasvir yaşadığımız gerçekliğe ne kadar uyuyor? Gösterilenler görmemiz gerekenin ne kadarını oluşturuyor?Belki estirilen rüzgâra kapılmamak için temel sorunlar bağlamında bazı genel değerlendirmeler yapmak görüntünün gerçeğin yansıması olmadığını anlamımıza yardım edebilir.
RESMİ İDEOLOJİ HÂLÂ KEMALİZM
Devletin resmi ideolojisi olan Kemalizm meselesinden başlayalım. Şayet yeni bir Türkiye’den bahsediliyorsa Kemalist ideolojinin eskide kalması kesinlikle şart! Anayasada ifadesini bulan tek tipçi militarist anlayışla yüzleşmiş olmak, cumhuriyetin kuruluş sürecindeki uygulamaları tartışarak gecikmiş özürleri dilemek, eğitim sisteminden bu hâkim ideolojinin izlerini silmek değerlendirmede temel parametreler sayılabilir.
Herhalde kuruluş aşamasındaki ya da darbe süreçlerindeki gibi militarizm yoğunluklu ideolojik bir tasallutun yaşanmaması resmi ideolojinin sorun olmaktan çıktığı şeklinde algılanıyor. Oysa buralarda en ufak bir esneme dahi yaşanmadığı gibi tersine bir süreçle Kemalizm daha geniş bir kesim tarafından tartışılmaz bir ortak ideoloji payda halini alıyor.
Birçok örnek verilebilir ama sadece iki tanesini zikredelim: Geçtiğimiz günlerde ilköğretim öğrencilerine zorla dayatılan “Ant” töreninin iptaline ilişkin davanın hangi gerekçeyle reddedildiğini hatırlamak Kemalist ideolojinin hâlâ sistemin temelinde yattığını göstermesi için yetebilir. Bir de anayasayı değiştirmek istediğini söyleyen AK Parti'nin ilk üç maddeye bir türlü dokunmak istememesi bu konuda dikkate değer bir durumdur.
Peki, Kemalist ideolojiyle yüzleşmek neden önemli? Basit. Bu temel noktada esastan bir hesaplaşma gerçekleşmeden bu ülkede yaşayan hiçbir halk, inanç ya da kültür grubu gerçek anlamıyla haklarını ve özgürlüklerini alamaz.
Kemalizm meselesi tartışılmadığı sürece değişen Türkiye'nin iktidar yapısı değil o iktidar yapısının ürettiği ranttan faydalananların eli olabilir. Nitekim bugün eski seçkinlerle yeni seçkinlerin bu rant düzeni üzerinde belirli bir çıkar ortaklığına girdiğini görüyoruz.
KÜRT SORUNU ÇÖZÜLDÜ MÜ?
Kürt meselesinde gelinen noktayı bakalım.
Eski Genelkurmay Başkanı’nın “bireysel haklara evet, kültürel haklara hayır” dediği çizgiye dahi yaklaşabildik mi? Başbakan, istediği kadar AKPM’de esip gürlesin Türkiye’nin temel hak ve özgürlükler konusundaki karnesinin ne kadar da iyi olduğu hakkında, gerçek öyle mi? Anadilin eğitim dâhil olmak üzere her alanda kullanımı talebine verilen tepkiler ortada değil mi?
Kürt meselesinin konuşulmasıyla, TRT Şeş’in ve Gülen Cemaatine ait özel bir televizyonun devletin resmi ideolojisine uygun Kürtçe yayın yapmasıyla ya da buna benzer devlet patentli açılımlarla on binlerce insanın canını alan ve milyonlarca insanı yerinden yurdundan eden bir sorunda ne kadar yol alındığı iddia edilebilir ki?
Sivil itaatsizlik eylemleri şeklinde başlayan süreçte yaşanan tedirginlik de dikkate değer. Meşruiyet sorununu aşamamış Diyanet İşleri Bakanlığı üzerinden Kürt sorununu "din kardeşliği" söylemiyle çözmeye niyetlendiği bir esnada ellerinden alınan kozun kızgınlığı gerçekten dikkat çekici!
Kürt sorunu bir kimlik sorunuyken, Hükümet hâlâ teknokratça yaklaşarak, bazı bürokratik adımlar atmakla ya da hizmet söylemiyle ya meseleyi hâlâ anlamıyor ya da anlıyor fakat boş söylemlerle günü kurtarmanın peşinde olduğu için halkın umutlarıyla oynamaya devam ediyor. Dolayısıyla kendi içindeki Kürt sorununu çözememiş bir Türkiye’nin yakın ve orta doğudaki ülkelere hamilik iddiası da havada kalıyor! Nitekim Arap halklarının ayaklanması süreci de bu abartılı rolün reel politik geldiğinde hangi kılığa büründüğünü de açık etti.
BAŞÖRTÜSÜ SORUNU ÇÖZÜLDÜ MÜ?
Başka bir meseleyle devam edelim… Mesela başörtüsü sorununu ele alalım…
YÖK gibi 12 Eylül artığı bir kurumun inisiyatifiyle kampuslerle sınırlı bir serbestliğin çözüm kabul edilmesine razı olan var mı?
Hükümet yetkililerinin dahi “hizmet alan-hizmet veren” ayrımını telaffuz ettiği bir süreçte ve Meclis’e girme ihtimali bulunan partilerin başörtüsü sorununu bir sonraki seçim dönemine ya da muhtemel anayasa değişikliğine istismar etmek için bıraktığı şu günlerde başörtüsü yasağına dair Türkiye’nin “yeni”liği nedir?
Müslüman kadınların 28 Şubat'ının bittiği söylenemez. Bu sebeple üniversitelerle sınırlı ve konjonktörel bir serbestliği sorunun çözümü gibi lanse etmek ve bununla yetinilmeyeceğinin ifade edildiği noktalarda konunun "istismar edildiğini" söylemek ya da provokasyon yaftalamasına yapışmak tam bir samimiyetsizliktir. Bir süre önce Bolu'da başörtülü bir doktorun görevden alınma hadisesi gündeme gelmişti... Gündeme gelmeyen yüzünde ise milyonlarca kamu çalışanının, ilk ve ortaöğretim öğrencisinin her gün başını açmaya zorlandığı gerçeği yatıyor. Şimdi bu durum gün gibi ortadayken, başörtüsü meselesinin bittiğini iddia etmek ne kadar doğru?
ALINTERİ HÂLÂ SÖMÜRÜLMÜYOR MU?
Emek sorunundaki çelişkiler ise kapitalist dünya sistemine entegre olan Türkiye’de aynı eskiliğiyle devam etmiyor mu?
İşsizlik tehdidiyle asgari ücrete mahkûm edilen milyonlarca insan var. Her çalışandan biri açlık sınırının altında bir maaşla çalıştırılıyor. Üstelik 4/B, 4/C, ücretli öğretmenlik gibi formüllerle emek sömürüsü bizzat devlet eliyle teşvik ediliyor.
Ayrıca devlet maaş için asgari ücreti şart koşarken, o para karşılığındaki çalışma şartlarından hangisini garanti altına alıyor? Örneğin o maaş karşılığında günde en fazla 8 saat çalışması gereken insanlar ortalama 11–12 saat mesaiye mecbur bırakılırken ve bunun için herhangi bir ek ücret almazken, devlet bu emek sömürüsünü engellemek için hangi tedbiri alıyor?
Üstelik son bir yılda maden göçüklerinde, patlamalarda, tershanelerde, inşaatlarda ölen işçilerin sayısı hızla artmışken çözüm için hangi adım atıldı?
TEKEL sürecinden sonra şimdi Samsun’daki BAT çalışanlarına uygulanan şiddet ortada.
Casper örneğinde olduğu gibi sendikalı işçilerin patronlar tarafından anında kapının önüne koyulması gerçeği de değişmedi…
Yaşananları sıralasak liste kabaracak. O halde dünden bugüne bu sorunda Türkiye’de yeni bir döneme girdiğimizin emareleri nelerdir? Devletin ülkedeki ve dünyadaki konjonktöre bağlı kalarak ve üstelik Avrupa Birliği’ne uyum için attığı mecburi adımları ve yapması gereken reformları abartılı bir değişim süreci gibi yansıtmak ne kadar sahici? Ekonomik göstergeler milyonlarca insanın ölmeyecek kadar yaşama mahkum edildiği bir ülkede ne ifade ediyor?
Dikkat ederseniz ne bu meseleler ne de sorular yeni… Daha önce de konuşuldu, yazıldı, tartışıldı… Fakat çözüm konusunda toplumun beklentileri karşılanmış değil...
O halde temel çelişkilerin muhafaza edildiği ve giderek derinleştiği bir vasatta “Yeni Türkiye” söyleminin sahiciliği gerçekten sorgulamaya muhtaç bir hal alıyor.
Tabi bunun için de sanırım öncelikli olarak eski Türkiye’nin yeni iktidar seçkinleriyle yüzleşmek gerektiği gerçeğini kavramak lazım…