Hüseyin ALAN

11 Ocak 2010

DOĞRU OTURUP DOĞRU KONUŞMALI

Hükümetin, meselenin tam olarak adını koymaktan bile çekinerek yürüttüğü “açılım” politikalarına dayalı hamleleri, karşı darbelerde kapanma görüntüsü verince, sorunu çözmek için önceden tasarlanmış esaslı bir planlarının olmadığını hissettirmektedir. Sorunun yapısı gereği, gösterilmesi gereken yerde kararlı ve güçlü bir iradenin aksine ürkek görüntülerin sergilendiği her aşamada, Türk ve Kürt kamuoyunda ürpertici rahatsızlıklar doğurması kaçınılmazdı.

 

İki taraftan da, birçok sebebe bağlanabilir kutuplaşma yapısından beslenenlerinin hep olabileceği bu tür puslu havalarda, açıklığa, dürüstlüğe, tartışmaya, ifade ve ikna etmeye cesareti olanların değil, varlığını ve iktidarını kine, hileye, şiddete ve yok etmeye ayarlamış olanların daha aktif olması beklenmeliydi. Onların karşı hamleler yapabilecek yetenekte oldukları da bilinmeliydi. Şu an olanlar da budur.

 

Bu adamlar, buradan hareketle bir Türk-Kürt kutuplaşması hatta çatışması çıkartabilirler mi? Baştan ifade edeyim, hayır, asla. Şayet böyle bir işi becerilebilecek olsalardı, bu işi çoktan yapmış olacaklardı ve bizler şu an başka şeyleri konuşuyor olacaktık!

 

Türkiye de yürütülmeye çalışılan hatta değişik konularda devamı gelecek olan bu “açılım” politikalarının çerçevesi, akıbeti ve İslami kesimin sorumlulukları hakkında sağlıklı bir değerlendirme yapabilmek adına, konuya dolaylı ama etkili taraf olan küresel siyasetin yeniden tasarlanan konseptini, benzer konulara dair iradesini ve buna bağlı olarak Türkiye’nin kendi içinde yeniden dizayn edilmeye çalışılan ve merkezi iktidar iradesinden bağımsız olmayan iç siyasi-sosyal yapısını kısmen tahlil ederek devam etmek isterim.

               

ULUS ÖTESİ YENİ DURUMLAR

 

Yeni dönemde, ABD ve küresel sitem için “baş ağrısı” sayılan Filistin, Suriye, İran, Pakistan ve Afganistan sorunlu bölgeler olarak kodlanmıştır! Irak saldırısı ile bir kez daha kanıtlandı ki, savaşarak bir çözüme gitmek, hem insani hem de mali açıdan ABD’ye çok pahalıya patladığı halde istediği neticeyi almasına da her zaman hizmet etmiyor. Dahası, bu yöntemle özgürlükler ülkesi! barışsever! ABD’nin itibarı da sarsılıyor.

 

ABD’nin uzun dönemler boyunca çıkarı olan bölgelerde, küresel sitem açısından sorunlu olarak görülen ve muhakkak bir çözüme bağlanması gereken ülkeler, Müslüman toplulukların ülkeleridir. Beri yanda öteden beri stratejik müttefiki olan, ortaklığından da gayet memnun kaldığı ve halkının da Müslüman olduğu bir de Türkiye var. Üstelik Türkiye’nin o ülkelerle tarihi hatta kültürel bağları da var.

 

Üstüne üstlük Türkiye, eksikli de olsa, Batılı bir modeli temsil eden Müslüman! Bir ülkedir. Piyasa ekonomisi, zenginliği ve kalkınmayı hedef almış politikaları, modern kentleri, demokrasisi, laiklik-din uyuşması, tüketim kültürü, özgürlük ve birey haklarının çıtasının giderek yükseldiği bir model. Türkiye’nin önemi de zaten buradan gelmektedir. Son dönemlerde adı konan işbirliğinin “model ortaklık” olarak anılmasını da burada hatırlayalım.

 

Şimdi sorunlu sayılan ülkelerde siyasal İslamcılığın, İslami toplum ve İslami devlet taleplerinin kaynağı ve dolayısı ile küresel emperyalist sisteme başkaldırıp direniş hareketlerini örgütleyenlerin, fikirsel olarak beslendiği kurumsal yapılar yerine, Türkiye de başarılı uygulama örnekliği test edilmiş İmam hatip liseleri ve İlahiyat fakültelerinin önerilmesi, model ülkenin modelliğinin ilk transferleri olsa gerek!

 

Bu nedenle, yeni küresel siyaset açısından, Türkiye’nin model ülke olmasının avantajlarını yakalaması için, bu günlerde alttan alta dillendirilen “Osmanlı modeli” olması yahut daha doğrusu ile diğer Müslüman ülkelere model olarak ‘ağabeylik’ edecek pozisyonlarının güçlendirilmesi gerekmektedir. Bu durumun en önemli göstergesinin, topraklarından enerji nakil hatlarının güvenlikle geçişinin temin edilmesi gerekliliğine, ABD’nin yanı sıra Rusya’nın da destek vermesini sayabiliriz. Bütün bunlar için tabiidir ki, Türkiye’nin öncelikle kendi içinde huzuru, uyumu ve istikrarı yakalaması gerekmektedir.

 

Küresel siyaset artık, sisteme dâhil ülkelerde var olan yapısal sorunları, tek tek ülkeler bazında değil toplu çözüm yöntemi ile çözmeye bakıyor. Bunun için sorunların niteliğine bakılmaksızın piyasada, piyasa kuralları çerçevesinde değerlendirilip çözülmektedir. Bunun bir anlamı da şudur; ABD, çoğu zaman savaşsız da para kazanacağını, savaş yapmadan da hegemonyasını sürdürebileceğini görmektedir. Obama’nın başkan seçilmesi de bunun bir sonucudur. Sadece savaşta değil barışta da para kazanmanın yolu, serbest piyasa şartlarını her yerde geçerli kılmaktan geçiyorsa, ABD pragmatizmi açısından esas itibarı ile sorunların ve çözüm yöntemlerinin maliyet hesabına göz atması yeterlidir.     

 

Kapitalist piyasanın, liberal serbest pazarın yapısal olarak ruhu olmadığına, burada önemli olanın insan denen varlığın mutluluğu değil piyasanın karlılığı esas olacağına göre, küresel sisteme entegre toplumların ve ülkelerin gidişatı da piyasanın gidişatına bağlanacaktır / bağlanmaktadır, diyebiliriz. Şayet böyleyse, artık ulus devletlerden, ulusal egemenliklerden, ulusal bağımsızlıklardan ve ulusal çıkarlardan bahsetmek akıl sağlığı ile oynamakla eşdeğer hükmündedir.   

 

Ulusal egemenlikler; demokrasi, egemenliğin halkta olması, seçimlerle temsilcilerin belirlenmesi, halkın kendi kaderine sahip çıkması, seçilmişlerin halkının çıkarlarını kollaması vs ilkeler yerine ulus üstü şirketlerin, sermayenin çıkarlarının kollanması gibi esaslar ön plana geçmiştir. Bunun için ortaya konulmuş kriterler, kararlar, kurallar ve anlaşmalar vardır. Bu anlaşmaları denetleyecek, uymayanları caydıracak etkili güç teknikleri hazırdır.

 

Dolayısı ile, bundan böyle ulusal devletlerde ulusal hakları koruduğunu sanan, bağımsız kararlar alıp egemenlik haklarını kullanabileceğini uman “hükümet” ler den değil, küresel sermayenin dolaşımına açık, küresel sisteme entegre olan ülkelerde, pazarın kurallarını, sermayenin çıkarlarını teminle mükellef “seçilmiş” temsilci kalabalıklarından değil bu işleri yürütebilir uzmanlardan bahsedilmelidir…

 

Bu dönemde, küresel sisteme dâhil toplumların, gerek kendi içinde ve gerekse uluslararası planda, farklı toplumsal gruplarla kültürel olarak yahut birlikte bir geleceği paylaşmak adına, her konuda, illa da anlaşması gerekmiyor. Fakat tarafların birbirlerini, fikirleriyle muhatap alarak ortak sorunları hakkında konuşmaları, diyalog yürütmeleri gerekiyor.

 

Bu durumun normal olarak kabul edilmesi, ulus devlet politikalarının “tekçi” ve “dayatmacı” politikalarına göre ileri bir durum olarak görülebilir. Uzlaşma, diyalog ve konsensus gibi ilkeler, dışlamaların, çatışmaların ve savaşların olmadığı, tersine paylaşmanın, dayanışmanın, karşılıklı anlayışın olduğu dönemlerde ürün verirler. Diyalog kurabilme, tartışma yapabilme ve anlaşabilme gibi durumlar, bu dönemlerin ürünleridir zaten.

 

Ulusal devlet ve ulus toplum yapılarının doğası gereği karşılıklı uzlaşıyı değil çatışmaları beslediği tecrübelerle bilindiği için, ulus üstü veya ulus ötesi anlaşmalarla, kriterlerle, standartlarla küresellik dediğimiz yeni bir durum, kendi değerleri ile birlikte inşa edilmektedir.  Dolayısı ile ulusal iradeler, egemenlikler, sınırlar ve çıkarlar, küresellik ve serbest ticaret (sermaye ) lehine by pas edilmektedir.

 

Çatışma yerine çatışmama durumu da olabilir mi? Elbette ki olur ama bu, insanlığa bağlı bir şeydir. İnsanlar daha huzurlu, daha adil bir beraberlik istiyorlarsa, bunu da gerçekleştirebilir bir iradeye ve yeteneğe sahip sahibi olduklarını anladıklarında yapabileceklerdir.

 

Bu durum; sahih hattın temsilcileri, peygamberlerin takipçileri Müslümanların, tarihte yaptıkları tatilden dönüp dünya hayatını yeniden planlamalarına ve inzal edilmiş hakikatleri insanlığa yeniden örneklemelerine bağlı bir durumdur!

 

Çatışma durumu, normal olmadığı için seçilmiş olan, tercih edilmiş olan bir durumdur. Şayet çatışma durumu seçilmiş olursa, bilinmelidir ki çatışmalar başka niyetleri gizlemek için kamuflaj olarak ortaya sürülmüşlerdir!

 

ULUS İÇİ YENİ DURUMLAR

 

Türkiye Cumhuriyeti, ulus devlet yapısı, iktidar eliti, resmi ideolojisi ve politikası ile kuruluşundan bu yana kendi ürettiği ve taşıdığı yapısal sorunlarla uğraşmaktadır. Kürt ulusal hareketinin dayatması ile de tetiklenen yeni durumda, ikinci dünya savaşı sonrası gelişmelerinde olduğu gibi, kendini yeniden üretmeye, toplumsal yapıyı da yeniden gözden geçirmeye çalışmaktadır. Küresel gelişmeleri de dikkate alarak iç iktidar yapısını, sosyal grupların pozisyonunu yeniden tasarlamak durumunda kalmıştır.

 

Süreç sorunlarla yüklüdür. En büyük sorun da, TC iktidar bloğunun, dar bir çerçeve ile sınırlı olması ve bu haliyle esneme kabiliyetini gösteremeyişidir.  

 

Yapısal bir sorunu çözmeye aday siyasi partiler veya sosyal gruplar için işin zorluğu, ikinci bir iktidar olarak dışarıdan bir müdahale yolunu seçeceklerinden dolayı, çözüm bir sorundan daha da ötelerdedir. Söz konusu Kürt sorunu gibi yapısal bir sorunu çözmeye kalkmak, resmi tarih, resmi ideoloji ve resmi politika ile de hesaplaşmayı gerektirecek kadar ileri ve bütünsel bir şeyi göze almaktır.  

 

Özellikle sistem partileri için işin zorluğu da buradan kaynaklanmaktadır. Dolayısı ile şu an iktidar olan AKP, sorunun çözümünü temsil eden bir taraf olarak değil, devlet iktidarının ve küresel siyasetin gereklerini yerine getiren bir aktör olarak görülmelidir. Buradan iki tarafın da hayrına bir sonuç çıkar mı, beklentilere bağlıdır diyerek devam edelim. Ulusalcı Kürt hareketinin silahları bırakacağı bir pozisyona getirilmesi ve kamuoyunun bu noktada tatmininin sağlanması, hükümetlerin de görev sınırlarını göstermektedir.   

 

Türkiye vasatında verili şartlarla geçerli kural; gerçek iktidar merkezi bu konuda bir çözüm istemezse, AKP dâhil hiçbir sistem partisinin esaslı bir çözüm üretemeyeceğinin bilinmesi önemlidir. Türkiye’deki mevcut siyasi partiler, ta başlarda örgütlenmesini bu gibi durumları da çözmek üzere yapmadığı için, bu tarz yapısal sorunları çözebilecek kararlılıkta ve kudret de değildirler.

 

Dolayısı ile AKP dahil hiçbir partinin, resmi ideolojiye dair, ulusal yapıya dair, resmi devlet politikalarına dair, çözüme yönelik farklı bir paradigmaları ve ilan edilmiş programları yoktur ki, temsil yetkisini haiz sorun çözme kabiliyetleri de ellerinde olsun veya beklensin. Kaldı ki, AKP’nin de gerektiğinde sık sık vurguladığı “üniter devlet”, “tek dil”, “tek ulus”, “tek vatan” “tek bayrak” gibi “tek” ci ulus toplum-devlet ilkelerini ve tabularını savunması da gösterir ki, en azından kırmızıçizgiler noktasında, zihinsel olarak gerçek iktidar sahipleri ile aynı düşünceyi taşımakta olduğunu görebiliriz.    

 

Türkiye Cumhuriyeti bir ulus devlet kurgusu ile hareket ettiği için, bölücü ve ayrılıkçı olarak kodladığı ulusalcı Kürt hareketlerine karşı, sorunu ulusal kimliğine karşı bir sorun olarak görmeye ve onlara bu güne kadar düşman ve terörist muamelesi yapmaya devam etti. Bu paradigmadan hareketle de sert politikalar güttü. Orada insanlık dışı işkenceleri, faili meçhulleri, yargısız infazları, köy boşaltmaları, zorunlu göçleri, hayvanların ve ekili-dikli ürünlerin telefatı dâhil verilebilir her zararı vermekten kaçınmadı. Türk jetlerinin daha 30’lu yıllarda Dersimde zehirli gaz kullandığı iddialarının tartışıldığını hatırlarsak, günümüzde de benzer ulus değerleri yüceltenlerin ellerinden geleni yaptıklarını söylemek, çok şeyi söylemek sayılmamalıdır.  

 

Uluslaşma süreçlerinde “üretilmiş” olan “ulus” tanımlaması, yapısı gereği etnik bir nitelikten ziyade, kültürel bir özelliği çağrıştıran özelliktedir. Dolayısı ile Türk Ulusu ve kültürü, etnik olarak Türk’e ait bir şeyi içermez de önermez de. Dolayısı ile egemenliğin sahiplerince çatısı Batılı yaşam biçimini içselleştirmiş, laik, Kemalist, rasyonel düşünen kültürel özelliklere sahip bir “ulus” algısı ile çatılmıştır. Bu “ulus” tanımına girmeyen her dini veya kültürel muhalif unsur, buna kendini Türk hisseden ortalama da dahil, ya asimile edilmesi yahut da tasfiye edilmesi gereken bir “düşman” kodlamasındadır. Bu dünyanın her yöresinde de böyledir. Avrupa’da yabancı düşmanlığı ile kamufle edilen şey de budur.   

 

Türk-Kürt halkının başındaki bu sorun, benzeri etnik-inanç özellikli sorunlarının tümü gibi, 100 yıllık bir sorundur. Bu ülkeye hakim olan iktidar kadrosu ve iradesinin tercih ettiği ulus toplum yapılanmasının yukardan dayatılmasından da kaynaklanan ve halen de devam eden yapısal bir sorundur. Tek tip toplum, tek tip dil, tek tip kültür, tek tip vatan, tek tip bir ulus yaratmanın ve dayatmanın sonucudur. Dönemi gereği militarist politikalarla kendisini var kılarken muhalif gördüklerini de tasfiye etmeye devam eden kurucu irade zihniyetinin ısrarla devam ettirilmeye çalışılmasının bir sonucudur. Nihayet toplumu hala bir kışlaya döndürme ve kışla mantığı ile idare etme anlayışının acı sonuçlarıdır.  

 

Türkiye’yi yönetenler, hala benzer zihniyetten hareket ettiği, benzer politika yürüttüğü için, o anlayışa şartlanmış olarak başka çözüm yollarını da tıkıyorlar. Korku üreterek bir ulus yaratan ve iktidarını yürütenler, benzer durumdan hareketle, bölünme ve parçalanma korkusu yayarak meşruiyet sağlamayı sürdürmek isteyenler, muhtemel çözüm yollarını da böylece tıkamak istiyorlar.  

 

Hükümetin sorunu çözme yaklaşımı olarak sunduğu “demokratik açılım” politikası, gerçek iktidar sahiplerince “bireysel özgürlük” sınırları ile sınırlandırılınca, maksadın sorunu çözmekten daha çok ulusalcı Kürt hareketinin taleplerinin geriletilmesi veya küçültülmesi olduğu anlaşılmaktadır. Buna rağmen Türkiye’deki rejimin bürokratik-oligarşik niteliğini ve kendi geleceklerini düşüneceklerini de göz önüne alarak, gerçekten bir çözüm yerine, sorunun, mevcut pozisyondan daha ilerde bir görüntü ile kabul edilebilir sınırlara ulaşmasını temin iradesi gösterebileceğini umabiliriz.  

 

Kürt ulusal taleplerinin, ulusal hak iddialarının, siyasi talepten kültürel talebe dönüşmüş olacağı bir süreci işlettiğini düşünenler, bu noktadan itibaren orta bir yol bulunacağı anlayışına gelebilirler. En azından, 83 öncesi gibi silahsız bir döneme dönülmüş olması, Türk tarafı için yeterli olabilir. Kürt tarafı içinse, kültürel hakların elde edilmesi noktası, kazanılmış bir zafer hissini besleyeceğinden, gelecek vadelerde taleplerin devamı için uzlaşma noktası sayılabilir.

 

Kurtlar bulanık havayı severlermiş; adalete-açıklığa-dürüstlüğe -anlaşmaya-hakça paylaşmaya cesareti olmayanlar, havayı bulandırmayı özellikle sürdürmek istiyorlar ki, yapıp ettikleri anlaşılmasın. Bu havada iç savaş taktikleri, vur kaçlar, suikastlar yapılabilir. Buradan bir savaş çıkmaz ama sürecin daha zorluklarla ilerlemesine sebepler üretenlerin kısa gün karlarına katkı sağlanmış olunur.

 

Tarafların iç savaşa varacak şartları zorlamayacaklarını düşünmek, şiddete yönelik gelişmelerin durması gerektiği yerde durdurulacağını öngörmek makul olandır. İki tarafın da üstünde güçlü olan küresel iradenin, anlatılan şartlar gereği sürece müdahil olabileceğini de hesaba katmalıdır.

 

Açılımın zaman zaman daralması ve Şartların zora giriyor görüntüsü vermesi, Türk tarafının henüz çözüme hazır olmadığını düşündürtmektedir.  

 

MÜSLÜMANLARIN SORUMLULUĞU

 

Soruna müdahil olamayan, hükümetin açılım ile ilgili olarak uzak durduğu ifade edilen “Müslüman” kesimin durumuna gelince;

Şüphesiz tüm yorumlar, değerlendirmeler ve çözüm önerileri, belli bir ideolojik bakışın ürünleridir. Bu da gerisinde belli bir zihniyet yapısını ima eder. Zihniyetin de”referansı”, en temel belirleyicidir. Kürt sorunu olarak adlandırılan konu, bu nedenle, zihinsel yapılara göre tanımlanmakta, o ideolojilere uygun olarak da çözüm politikaları önerilmektedir.

 

Müslümanlar olarak evvela, sorunun adını doğru koymak gibi bir sorumluluğumuz vardır. Açıkça dillendirilmesi gereken şudur; taraflardan birisi Türk Ulus devleti, diğeri ise var saydığı bir ulusu yaratmak (tüm uluslar muhayyel bir varlıktır, üretilmiş bir varsayımdırlar, dolayısı ile gerçek hayatta bunların bir karşılığı yoktur) ve bu ulusun kültürünü inşa etmek için uğraşan bir hareketin öngördüğü toplumsal bir projesi var. Hareket olunca, düşman tarafının vermediğini iddia ettiği ulusal hakları için (bu tarafın da) terör ve şiddete başvurmaktan kaçınmadığı vahşi bir mücadele söz konusu. (Rakip ulusların ortak bir kaderi var; ikisinin de referansı ve yöntemi aynı.)

Ulusalcı Kürt hareketi de referansını ve yöntemini, vahyi red üzerine kurulu modern, laik, seküler bir paradigmadan almaktadır.

 

Cumhuriyet devletinin uluslaşma adına diğerlerine ve dahi Kürtlere karşı yürüttüğü ve yaklaşık100 yıldır süren baskı, şiddet, işkence, terör, aile parçalanması, köy boşaltmaları, ekin yakmaları, hayvanları öldürmeleri, tasfiye, tehcir, dolayısı ile her türden insanlık ayıbı zulümlere karşı sessiz kalmamak, mümkün olan her imkanla mazlum tarafa yardım etmek, en azından derdini dillendirip zalime buğz etmek başka bir şey,  oradan çıkan hareketin, zulme baş kaldırıyorum diye zalimi ile aynılaşma yolunda başka bir zalimliğe soyunması da anlatmak başka bir şeydir.  

 

Ulusalcı hareketler, 100 yıl öncesi Türkiye’sinde olduğu gibi, ekalliyet olduğu halde bile Müslüman halka hiç danışmadan, inançlarını kale de almadan, onları sapkın davalarında istihdam etme becerisi de göstererek, üstelik şiddeti politika eden bir yönetim biçimi kuruyorlar. Türk Ulusalcılığının yaptıklarına tepki olsun diye Kürt ulusalcılığının yanında yer almak yahut destek vermek, senin zalimin kötü benim zalimim iyi gibi ilkel ve tutarsız bir ölçüyü de geçerli kılmaktır.

 

Türklüğü Müslümanlığının önüne geçmiş hatta dinin belirleyeni olmuş hayli kalabalık bir grup dindar; vahyin kurucu, inşa edici, değiştirici veya gerektiğinde dönüştürücü en temel özelliğini ihmal edip, her hangi bir düşüncenin, ideolojinin eklentisi, belirleneni, tamamlayıcı bir unsuru derekesine düşürerek hakikati gölgelemek istiyorlar. Kürtlüğünü Müslümanlığının önüne geçirmiş benzerleri için de aynı yargıda bulunabilmeliyiz.  

 

Yanlış referanslardan hareketle, sistem tahlili yapmadan, siyasi-itikadi bilinçten yoksun olarak “devlet din ile artık barışmalıdır” gibi taleple Şamanist dedesinin dinini ihya etmeye çalışanlar, devletin Kürt ulusalcı hareketi ile olan sorunların çözümünde dindara ve din adamına yer vermediği gerekçesi ile Kemalist ideolojiye yol gösterenler, peygamberin öğrettiği dinin neresinde yer alıyorlar, hiç düşünmezler midir?  

 

Kürt’ü ve Türk’ü ile Müslümanlar için Türkiye de her şey yolunda gidiyor da aksayan şey sadece Kürt meselesi midir? Laik Ulus devlet yapısını, kurulmuşu kurulması düşünüleni ile, Kemalist-Marksist ideolojiyi, mevcut resmi tarih yalanlarını ve üretilmeye çalışılan aynen Kürt tarihi yalanlarını ve kurulu ve de kurulacak cahili toplum anlayışını; inzal edilmiş hakikatler ölçeğinde tartışmayı, eleştirmeyi ve çözmeyi düşünmeyen bir Müslüman irade, bırakın Kürt sorununa müdahil olmayı, hiçbir yapısal sorunla işi olamaz. Çözüme dair bir irade gösteremediği gibi kendisi de sorunun bir parçası yahut sorunun kendisi olarak çözülmüşlüğü hak eder!

 

Temel sorunu, sorunlar hiyerarşisini ve birbiri ile bağlantısını, doğru bir okuyuşla okuyamayan, kevni ayetleri bu bağlamda bir paradigma ile kavrayamayanlar, neyin yanında yahut neye karşı olduklarını nasıl beyan edeceklerdir? Kendini vahyin rehberliğinde bir çözümden yana değil de çağdaş çözümlerden bir kısmının yanında bulan bir Müslüman irade, öncelikle neden Müslüman olduğunun ve Müslümanlığının kapsama alanının sorgulamasını kendince yapabilmelidir.

 

Bir Müslüman’ın sorun çözme yeteneği olmayabilir, iradesi ve gücü buna da yetmeyebilir ama, her zaman ve her durumda, hak sözün temsilcisi, hakkın ve hakikatin duyurucusu olarak elinin altınsa var olan her bir araçla ve sahip olduğu imkanla, kamuoyunda tartışmaya katılabilir, insanlara dosdoğru yolu hatırlatabilir. Bu da onun Müslümanlığının en temel sorumluluğudur.

 

Kendisi bunu yapmayan bir Müslüman, yanlışın yayılması, fesadın hakim kılınmasında verdiği aleni veya zımni destekten ötürü, kıyamette vereceği cevabın karşılığını şimdiden düşünmelidir!

 

Türk Devletinin yaptığı baskı ve dayatmalar karşısında zora düşünce, Batılı demokrasilerde bu işlerin çözüldüğü varsayımını öne sürerek, yapılan propagandalar neticesi insanların topluca değer verdikleri var sanılan liberal, özgürlükçü çözümler “verili” ve “üretilmiş” “gerçekler” olarak algılanabileceğinden de istifade ederek, şu sıkıntılı durumu da aşmamıza katkı sağlar diye o tür çözüm önerilerini yaygınlaştıranlar, fesadı yaymakta olduklarını bilmeden gerçekte “hakikat”i mi dillendirmiş oluyorlar?

 

Bir Müslüman’ın hakikati, hakikat algısı, inzal edilmiş vahyi ilkeler ve muhkem değerlerdir. İki yüzyıldır modern dünya ve  çağdaş ideolojilerle kurulu sapkın zihinlerle İslamcı bir Müslüman’ın sürdürdüğü kavganın esası da, bu temel anlayışta, gösterilen referanstadır. İslam ed-din olan bir dindir. Dolayısı ile dünya hayatında mümkün her meseleye olduğu gibi bu meseleye de kendi bakış açısından en doğru çözümü önerecektir. Bu konuda da, gerçek olmasa bile tek hakikat bu değil midir? Müslümanların bu konuda, bu easata devreye girmeleri ve sözlerini söylemeleri gerekmez mi? İnsanların kabul edip etmemesi değil, hakikatin ve dosdoğru çözümün ortaya sürülmesi esas değil midir? Öyleyse nerededir bu hakikat “aşığı” Müslümanlar?

 

Türk Müslümanları alakadar ettiği kadar Kürt Müslümanları da alakadar edecek ve peşinden koşturacak olan görüş veya çözüm önerisi, özetle ümmet perspektifidir. Bu gibi bir soruna karşı da vahyin en güzel uygulayıcısı peygamberde görebileceğimiz çözümün, insanlar ve diğer topluluklar arasında, inanç temelli bir kardeşliğin inşa edildiği, insanlar arasında hayra yed eden bir topluluğun iradi olarak kurulduğu ve işletildiğidir. Ümmet açısından meseleye bakmak, bizleri bambaşka bir mecraya sürükleyecek açılımı getirecektir. Her konuda olduğu gibi özellikle de bu gibi konularda.

 

Modern paradigma ile çözüm önerileri sayanlar, Liberal yahut Marksist çözüm önerilerini Müslüman kimliği! İle sıralayanlar, sorunun gerçek çözümünü mü söylemiş oluyorlar yoksa insanımızın henüz tanımadığı modern köle tacirlerine peşkeş mi çekiyorlar? Çağdaş tezlerin ardında koşturan ukalalarımız, aynı çağdaş mantalitenin sürdürdüğü modern toplumsal sömürü projelerinde, özgürlükçü siyasal düzenlerde, yoksullaştırılmış milyarlarca insanın, karın doyurma pahasına nasıl köleleştirildiklerini de anlatmalılar.    

 

Kemalist ideolojinin hizmetine koşulmuş “devlet dinine” referansla çağrı yapanlar, Atatürk ilke ve inkilaplarının hizmetinde dini açılım sağlayanlar, ümmetin aczinden istifade ile dini araçsallaştırarak mevcut statükonun emrine sunanlar, çok yakında, nasıl bir uyanışla uyandırılacaklarını unutmamalıdır!..

 

Bütün bunların bir kısmını tespit ve tahlil niyetine, şikayet etmekten ve kaos üretmekten uzak durarak, sorumluluklarımızı hatırlamayı ve hatırlatmayı vesile olarak görebiliriz. Hakk değerlerin yaşayan örnekleri, insanları hakikate çağıran daileri olmanın, her şeye rağmen,  elimizden bir şey gelmiyor olsa da, tarihteki ensar-muhacir kardeşliği modelinin bir hayal olmadığını, bir esatir de olmadığını haykırarak yeniden dillendirebilir ve gerçek kurtuluşu birbirimize yeniden hatırlatabiliriz.