Hikmet ERTÜRK

11 Nisan 2011

DÜNYA SEVGİSİ

Vahyi hayatımıza dönüştürememek gibi bir sorunumuzun olduğu artık açığa çıkmış gibi görünüyor. Tabii bu sorunumuzu ortaya çıkaran, tetikleyen sebeplerimiz var. Yürüyüşümüzü sürdürebilmek için vahyi kendi iç benliğimizde anlamlandırmak, değer yargılarına dönüştürmek zorundayız. Bu anlamı yakalayamadığımız gibi dünya kazancına ve beraberindeki rahat yaşama olan ilgimizi vahyi doğrular çerçevesinde çizememe sorunumuzda var. Bazen de vahye muhatap olan bizlerin bu mesajları anlayamamaktan ziyade hayatımıza aktarılanın bizleri aşıyor olması söz konusu olabiliyor. Demek ki, henüz vahyi algılamaya uygun durumda değiliz, bu yüzden içsel arınmamızı halletmemiz gerektiği bilincini kuşanmalıyız. Yoksa şeytana açık kapılar bıraktığımız bu savaşta kayıplar vermemiz, vahyi başkalarının isteğine uygun bir biçimde hayatımıza aktarmamız söz konusu olacaktır. Çünkü bu kimselerin sağdan yaklaşımlarına karşı durabilecek azık elde etmenin çabası içerisinde değiliz. Rabbimizin onca uyarıları var fakat bizler hala buna rağmen dünya kazancını sahiplenmeye çalışıyoruz. O’nun yolunda harcamamız istenirken hatalarımızda ısrarcı oluyoruz. Öyle ise burada edinmemiz gereken azık kendimize ait zannettiğimiz bu kazançların bizleri esir alıp Allah'ın sözlerini umursamayan bireylere dönüştürme riski olduğu bilincini kuşanmaktır.

Allah Resulünün; "Dünya sevgisi her hatanın başıdır. Bir şeyi sevmen, seni kör yapar, sağır eder." (Ebu Davud, Beyhakî) dediği gibi bu duyularımızı kaybedip, dünya hayatındaki geçici mutlulukların büyüsüne kapılıp öteki dünyaya dair elde edeceğimiz kazancı ebediyen kaybedebiliriz. Çünkü kör ve sağır bir insan mesajı algılayamaz, vahyi kuşanan kardeşleriyle birlikte yürüme endişesi taşıyamaz. Böylelikle bizlere ne anlatılırsa anlatılsın kendimizce haklı sebepler üretiriz. Rızk endişesi ya da şeytanın ya da başkalarının bizleri fakirlik ihtimaliyle korkutması bizlerin kendi bilgi ve alın terimizle elde ettiğimizi düşündüğümüz makam-mevkii ya da birtakım kazançlara karşı putperestçe yaklaşmamıza sebebiyet verecektir. En kötüsü ise bunun farkında olmayışımızdır. Ne yaparsak yapalım hep yaptığımız şeyleri Allah için yaptığımızı düşünürüz. Ama her nedense elde ettiğimiz kazançlar hep kendi ihtiyaçlarımızı, lüks yaşamlarımızı kolaylaştırıyor. Ve yaptığımız tüm alışverişleri zorunlu ihtiyaçlarımız olarak görüyoruz. Elde ettiğimiz kazançlar hiçbir zaman hayatının her döneminde maddi sıkıntı çeken kardeşlerimizin, dağlarda bir parça ekmekle özgürlük mücadelesi veren mücahitlerimizin, dünyanın dört bir yanında katledilen şehitlerimizin yetim kalan emanetleri olan çocuklarının, evine yiyecek bir şeyler alamayan ya da ısınma problemini bile çözemeyen yanı başımızdaki komşularımızın hayatlarını kolaylaştıracak bir araç haline dönüşmüyor. Bizler evimizin, arabamızın, günü gelen çeklerimizin ödenmesi endişesiyle hayatlarımızı sürdürüp gidiyoruz. Ya da bunlara sahip olmanın hayalleriyle günlerimizi geçiriyoruz.

Dünya Müslümanlarının maddi kazanca karşı aşırı ilgisi ve rahat yaşam hayalleri ne yazık ki bizleri yeni bir kavramla da tanıştırmış oldu. “Kötü olan her şeyi çıkarlarımız / rahat yaşamlarımız için meşrulaştırma hastalığı/hafifliği.” Kardeşlerimize biçtiğimiz dostluğun değer ölçüsü de dünya kazancının kaybolma endişesiyle yok olup gitti. Şunu hatırlamalıyız ki, Allah'ın mesajları açık anlaşılır şekilde duruyor ve hiçbir zaman da değişmeyecek. Ve ilahi mesajla yüzleştirileceğimiz bir gün olacak. Allah Resulü diyor ki; "iki kurdun bir bahçeye gelip yemesi ve orayı bozması, mal ve makam sevgisinin, Müslüman kişinin dinine verdiği zarardan daha zararlı değildir."(İbn Ömer (R.a.) Bezzâr) Mal ve makam sevgisi bize ait ahlaki değerler arasında yer almamaktadır. Övünmemizi gerektirecek, başkalarına karşı üstünlüğümüzü kanıtlayacağımız yetiler de değildir. Öteki dünyadaki dirilişimiz, dünyaya dair zenginliğimiz, statümüz ya da makamımız ile ilgili değil, takvamız / vahyi yaşamadaki sürekliliğimizle ilgili olacaktır. Bazen dünyaya öylesine dalıp gidiyoruz ki, hal ve hareketlerimiz Allah’tan başkasına eş ve ortak koşan kimselerle benzerlikler taşıyor. Rabbimizin biz iman edenlerin özelliklerini sıralarken bunların arasında kendimize ait özelliklerin gerçekte çok az olduğunu görüyoruz ve her an tövbeye muhtaç bir halde yaşıyoruz. “İnsanlar içinde, Allah'tan başkasını 'eş ve ortak' tutanlar vardır ki, onlar (bunları), Allah'ı sever gibi severler. İman edenlerin ise Allah'a olan sevgileri daha güçlüdür...” (Bakara–165)

“Allah’ı sever gibi sevmek” iman edenler için çok ürkütücü olsa gerek. Çünkü bu özelliklerin sahibi Allah’a eş ve ortak koşan müşrikler. İman edenlerin ise Allah'tan yana olan tercihlerinden bahsedilmiş. Aslında çok da yorum yapmaya gerek yok. Hayat içerisindeki söz ve eylemlerimizi, tercihlerimizi şöyle bir gözümüzün önüne getirebiliriz. Neleri nasıl ve kim için tercih ettiğimiz net bir şekilde ortaya çıkacaktır. Bütün kardeşlerimiz kimsenin kendilerini uyarmasına gerek kalmadan aynada kendilerine bakabilirler. Ticari rızk endişesi sebebiyle vahye dair ayıracak vaktimizin de olmadığını düşünürsek anlaşılması çok güç bir manzarayla karşı karşıyayız demektir. Şüphesiz ki, bizler için nasıl bir yaşantının daha hayırlı olduğunu en iyi bilen bizlerin yaratıcısı olan Rabbimizdir. Öyle ki Yüce Allah bu dünyadaki tek kurtuluşumuzun Allah korkusu ve onun hoşnutluğu üzerine kurulan bir hayat sistemi olduğunu söylüyor.

“Binasının temelini, Allah korkusu ve hoşnutluğu üzerine kuran kimse mi hayırlıdır, yoksa binasının temelini göçecek bir yarın kenarına kurup onunla birlikte kendisi de cehennem ateşi içine yuvarlanan kimse mi? Allah, zulmeden bir topluluğa hidayet vermez.”(Tevbe–109)

O halde "Dünyaya bağlılığımız noktasındaki ilişkilerimiz nasıl olmalı?" sorusuna gemi ve deniz gibi şeklinde bir cevap verebiliriz. Tabii ki deniz gemi için olmazsa olmaz bir etmendir. Deniz olmazsa gemi diye bir şeyin olmasının da bir anlamı yoktur. Ancak geminin bir yerinden bir delik açarsanız ve deniz suyu geminin içerisine girmeye başlarsa bu geminin sonu anlamına gelir. Deniz geminin dışında olduğu sürece çok faydalı iken gemi onu içeriye misafir ettiğinde onun sonu olabilmektedir. İşte bizlerin dünya kazancını elde etmeye dair duyduğumuz aşırı ilgi de böyledir. Eğer dünyanın süsüne aldanıp buna bağlanır ve kalbimize misafir edecek olursak bu bizim için ahirette sıkıntılar yaşayacağımız anlamına gelir. Dünya üzerindeki her şey gelip geçicidir ve onlara gönül bağlamamız bizleri sürekli bir biçimde asıl olandan uzaklaştıracaktır. Üstelik ahiret hayatımızdaki sonsuz mutluluğumuzu dünya hayatının geçici mutluluğu ile kıyaslamamız çok ucuz bir tercih olacaktır.

“Allah Resulü (S) kasemle ifade ediyor: “Allah’a yemin olsun ki, âhirete göre dünya, ancak sizden birinin parmağını denize daldırması gibidir. Baksın bakalım kendisine ne dönecek? Parmağı denizden ne getirebilecek?”(Hâkim, Müstedrek, 4/319)

Bakın dünya hayatı işte bu kadar basit bir zaman dilimini teşkil ediyor. Öyleki parmağımızı denize batırıp parmağımızdan kendimize getirebildiğimiz kalan şey kadar değerli bir hayattır.

Tabi ki Allah bizlere zenginlik verebilir. Bunun herhangi bir sakıncası da yoktur. Fakat bu durumda asıl mülk sahibinin Allah olduğunu aklımızdan çıkarmamalıyız. Öyle ki elde ettiğimiz bu zenginliğe gönlümüzü kaptırmamalıyız.

Bir gün yeni zengin olmuş bir adam Hasan-ı Basri'nin yanına gelerek:

“Kazandıklarım huzurumu bozuyor, namazda huşu duyamıyorum. Oysa siz daha varlıklısınız, nasıl huzur içinde namaz kılabiliyor sunuz?” diye sorar. İmam şu cevabı verir:

“-Aramızdaki fark şudur ki, ben develerimi ahıra bağlıyorum, sen ise gönlüne…”

Bizler bu konular üzerinde tefekkür etmeliyiz. Dünya bağlılığı noktasındaki zafiyetlerimiz sebebiyle inanın her yanımız dökülmektedir. Zannediyoruz ki müslümanca bir hayatı yaşıyoruz. Aslında tüm yaşantımız kapitalist bir hayat anlayışı içerisinde tükenip gidiyor. Şüphesiz ki fakirlerin bizlerin malları üzerinde hakları vardır. Bu hakları gerçek sahiplerine vermemiz bizlerin mallarını eksiltmeyecektir.

Bu tarz uyarılar elbette ki nefsimizin hoşumuza gitmeyecek. Dünyaya dair bağlılığımızın terk edilmesinin istendiği şey kişinin tekrar mücadele alanına geri dönmesi kaynaklıdır. Ve bu dünyadaki çağrıldığımız yer elbette ki cennet Firdevsleri değil cennete gidecek yol üzerindeki engellerle savaş alanı. Tüm bu konular ile ilgili tek azığımız ise çaresi olmayan ölümün her an bizlerle yüzleşecek olması. Bugün ölmek ile yarın ölmek arasındaki yaşantımızın bizi ne kadar esir aldığı bilinci yüreğimize söz geçirmişse, artık bizler için bugün ölmek ile yarın ölmek arasında fark yoktur demektir. Bu konuları yenebileceğimiz yegâne şey ahiretin varlığına hiçbir şüphe duymadan gönülden inanmaktır. Ve unutmayalım ki hepimiz ölümlüyüz ve vaktimiz dolduğunda bu dünyadan göçüp gideceğiz.

Fakat böyle bir tercihle yüzleşmek istemesek de ölüm zamanımızın bizim kontrolümüzde olmadığı da açıkça görünüyor. Ansızın gelen, çaresiz bir hastalık dünyaya düşkünlüğümüze dair bütün hayallerimizi de sonlandıracaktır. İşte bu anımız her şeyin sonlandığı, çevremizdekilere karşı ilgilimizin azaldığı, yalnız öteki dünyadaki görüşme saatimizin endişesinin arttığı bir andır. Çevremizdekilerin varlığıyla ya da varlıkları ile ilgilenmeyiz. Endişelerimiz hep kendimizle ilgilidir. Sahip olduğumuz bağlar bahçeler hepsi gözümüzde küçülmüştür. O an yaşadığımız şeylerin sahih ve çok doğru değerlendirileceği andır. Çünkü artık bizleri saran şeytani dürtülerimizin, hayatımızı kuşatan zindanlarımızın etkisi yok olmuş, işleri bittiği için onlar da bizleri terk edip gitmiştir. Geriye doğru şöyle bir baktığımızda her kötü tercihimizde "Bunun için mi?" diye serzenişte bulunacağız. Adımlarımızın ileri gitmeyişini, kardeşlerimizle yaşadığımız sorunların basitliğini, kölesi olduğumuz, vermediğimiz, arkamıza atamadığımız binlerce şeyin nedenlerini anlamlandıramayacağız. Neleri ne için tercih ettiğimize bizler bile inanamayacağız. Çünkü ölüm saati bakışımızın doğru olduğu andır. Kınayanlardan etkilenme son bulmuştur. Ayaklarımızın dünyalıklara takıldığı an son bulmuştur. Artık Rabbimizin bahsettiği günden korkma vakti gelmiştir.

"Ve onların hepsi, kıyamet günü O’na, yapayalnız, tek başlarına geleceklerdir." ( Meryem–95)

Evet yapayalnız, tek başımıza gideceğiz. Yanımızda yaptığımız her kötü şeyde, kendimizi haklı görmemizi sağlayan dostlarımız (!) malımız mülkümüz de bulunmayacak. Bir an için fırsat verilse üzerimizdeki bizleri Allah’ın dinini yaşamaktan, O’na yönelmekten alıkoyan neyimiz varsa hepsiyle vedalaşmak isterdik ama artık son saat değişmez sandığımız şeylerin değişme vaktidir. Geri dönüş biletimiz asla olmayacak. İşte o saat; Siz ey imana ermiş olanlar! Pazarlığın, dostluğun ve şefaatin geçerli olmayacağı bir Gün gelmeden önce size rızık olarak bağışladığımız şeylerden [Bizim yolumuzda] harcayın. Ve bilin ki hakikati inkâr edenler zalimlerin ta kendileridir. (Bakara–254) bu sözlerin ölümümüzden önce yerine getirilmesi gereken gündür. Eğer dünyadaki rahat yaşamımızın esiri haline gelip sorunluluklarımızdan kaçıyorsak bu zamanın kısa bir zaman olduğunu anlamalıyız. Hem dünyaya dair tercihlerimizden dolayı sorumluluklarımızdan geri durmamız Rabbimizin belirlediği ölüm saatimizi değiştirmeyecektir. Rabbimiz diyor ki;

De ki: “[Tabii bir ölümle] ölmekten yahut [savaşta] öldürülmekten kaçıyorsanız, kaçmak size bir fayda vermez; çünkü başarsanız bile hayatın zevkini ancak çok kısa bir süre tadarsınız!” (Ahzap–16)

Çok kısa bir süre tadacağımız zevkler için dünyamızı ve ahiretimizi karartmak herhalde iyi bir hesap olmasa gerek.’’Yaklaşmakta olan (Kıyamet iyice) yaklaştı." (Necm–57) ve artık çaresini bulamadığımız hastalık bizleri sıkı sıkıya sarıldığımız bu dünyadan alıp ebedi olana götürecek. Putlaştırdığımız heva ve heveslerimizin unutturduğu, başkalarının gündemine kapılıp kınayanların kınamalarından korktuğumuz için yönelmekten hep geri durduğumuz Allah’ın Kitabı’ndan sınava/sorguya çekileceğimiz yolculuğumuz başlayacak. Ama hala bu satırları okurken ölüm de bizlere ulaşmamışken bir şeyleri değiştirme şansımız var. O halde ne mi yapacaksınız. “Öyleyse [yalnız] Rabbinize yönelin ve [ölümün ve yeniden dirilmenin] azabı başınıza gelmeden önce O'na teslim olun, sonra size (bize) yardım edilmez.“(Zümer–54)

Şunu asla unutmayalım ki; Hiçbir şey Rabbimizin rızasını kazanmaktan daha önemli değildir. Bu dünyadaki yaşamımız gelip geçicidir. Hepimiz asıl olan dünyada mutlu olacağımız azığı toplamak için çaba sarf etmeliyiz. Dünya kazancının bizleri ayartmasına, gittiğimiz doğru yoldan saptırmasına izin vermemeliyiz. Kazançlarımızı kesinlikle kardeşlerimiz arasında üstünlük vasıtası olarak görmemeliyiz. Bu yüzden bizlerin dünya ile alakası Allah Resulününki gibi olmalı‘’ Benim dünya ile alâkam, yolculuk esnasında bir ağacın altında oturup dinlendikten sonra orayı terk eden bir atlının durumu gibidir." (İbn Mesûd (R.a) Tirmizî ) diyebilmek olmalıdır. Yoksa hayatımıza misafir ettiğimiz rahat yaşamın sonunda bizleri esir alması kaçınılmazdır. Çünkü "Dünya hayatı bir oyun ve eğlenceden başka bir şey değildir. Takva sahipleri için âhiret yurdu muhakkak ki daha hayırlıdır. Hâlâ akıl erdiremiyor musunuz?" (En’âm–32)

Selam ve dua ile