Mustafa ÖMEROĞLU
ENTELEKTÜEL ZORBALIK
1 Kasım 1928’den bu yana kendi geçmişiyle bağı dil-anlam bakımından koparılmış, bu sebeple hafızası silinmiş bir neslin torunlarıyız biz..
Hatırlarım, çocukluğumda mahalle bakkalından alışveriş yaptığımızda dükkan sahibinin kara kaplı deftere; o günkü alışverişimizin miktarını Osmanlıca, birilerinin kullanmayı çok sevdiği eski-mez yazı ve rakamlarla yazdığını görürdüm.O zaman farkında değildik olan bitenden.Bize okulda Latin alfabesine ait harflerden müteşekkil Türkçeyi okuyup-yazmayı öğretiyorlardı.Biz Türkçe öğreniyorduk ama bakkal amca son demlere gelmiş yaşlarda hala eski-mez yazıyla yazıyor ve alacak-verecekleri de eski-mez rakamlarla hesaplıyordu..Sorgulamadık,sorgulatmadılar belki bize, onlar niye öyle yazıyorlar da biz farklı yazıyor, okuyoruz diye.Geçmişle o denli bağı olan,geçmişten bugüne sahip oldukları eksik-fazla tüm kültürüyle köprü olabilecek insanlar yok artık aramızda.
Onlar aslında yaşayan tarihti de biz kıymetlerini bilmiyorduk, bilecek yaşlarda da değildik zaten.
Hayata şimdiki gibi anlam katarak,katmaya çalışarak bakmayı bilseydim, bilebilseydim eğer öğreneceğim çok şey olurdu onlardan.Şimdi geldiğimiz noktada neler kaybettiğimizin,bize birilerinin nelerden mahrum bıraktıklarının farkındayım artık ama ben eski-mez yazıyı hala bilmiyorum maalesef!.Öğrenmeye çok,çok niyet koysam da olmadı işte!
Şimdi öğrensem bile çocukluğumuzun ihtiyarlarının,o bakkal amcaların,teyzelerin duygularını çıkarabilir miyiz o harflerde,yazılarda?..Birebir konuşmak,dertleşmek gibi;nefesini yüzünde hissederek yüz yüze konuşmak gibi olur mu hiç sahipleri daru-l bekaya gitmiş satırları okumak?
***
Hafızası silinmiş bir toplum;geçmişiyle irtibatı zorla koparılmış ,eski-mez yazıyla yazan ve düşünen bir nesil; İslam’a ,İslam tarihine ait ne varsa arkalarında bırakması,unutması istenen bir halk!..
Ve şimdi inadına, siyasal erk ve ona yaslanan birileri engel koymaya çalışsa da yani her şeye rağmen geçmişi bugüne taşımak; kaybettiğimiz, kaybettirilen tarihin dokusunu olanca çıplaklığıyla geçmişten bugüne getirmek isteyen, hafızası sıfırlanmış halkın torunları…
Sevinmeli, mutlu olmalıyız; sorumluluğu üstlenme adına eski-mez yazıyı öğrenenlerimiz çoğaldı, çoğalıyorlar istenmemesine rağmen..
Şimdi onlar en olası cesaretle, yukarıda da değindiğimiz gibi siyasal erkin bloke ettiği ve nihayetinde konjoktürel baskılar nedeniyle kapılarını açmak zorunda kaldıkları arşivlerin tozlu raflarından indirdikleri sayfalarda gezinip gerçekleri sunuyorlar, sunmaya çalışıyorlar bizlere. Tarihin derinlikleri, dayatılan resmi tarihe rağmen onlar sayesinde sığlaşıyor artık.
Karanlık noktalar aydınlanıyor;doğru bilinenlerin yanlış,yanlış bilinenlerin bir çoğunun doğru olduğu keşfediliyor haliyle.Tarihi bilgilerin dışında, Dine dair ne varsa ve ne yazılmışsa eskilerde, çevirisi yapılıp öylecene bizim anlama gücümüze, idrakimize sunuluyor.Yakın gelecekte belki de oralarda geride kalan gizli-saklı her ne varsa ortaya çıkarılacak ve böylece gizemli tarih konusunda insanlar aydınlanacak,olur mu olur..
***
Osmanlıca ve onun dolayımında Arapça sadece bir örnek konumuz açısından..
İlahi mesajda da seslendirildiği gibi insanlık farklı bölgelerde kabileler halinde yaratılmıştır Mesajdaki önemli bir ayrıntıya dikkat çekersek burada “birbirimizle tanışma” vurgusu vardır. Farklı coğrafik bölgeler, dilleri, kültürleri birbirlerine yabancı kabileler nasıl olacak da birbirleriyle tanışacaklar?
Tabii ki Hz. Peygamber’in de devr-i zamanında uyguladığı gibi birbirlerinin dilini öğrenerek.
Bize en yakın tarih açısından kısa hatırlatmalar yaparsak;Osmanlı coğrafyasında denildiğine göre “Türkçe-arapça-farsça” dan mürekkep bir dil olan Osmanlıca, önceliği olan bir dil.
Batılılaşma temayülü, birçok aydının Batıda eğitim görmeleri ve bunun üzerinde öncelikli olarak Fransızcanın edebiyat ve hatta sözlü kültür üzerinde ki etkileri, daha sonra II. Dünya savaşının akabinde Amerikan rüyasının görülmesiyle başlayan İngilizce merakı, harf inkılâbının oluşturduğu zemini de sayarsak Osmanlıcayı kendi yurdunda öksüz ve garip bırakmış...
Lafı uzatmayalım, o döneme ait tarihi vesikalara ulaşmak ve geçmişimize dair bilgileri orijinalinden öğrenmek için Osmanlıcayı, dinimizi kendi asli kaynağından öğrenmek için Arapçayı; Dünyayı tanımak ve diğer milletlerle tanışmak vs. için onların dillerini öğrenmek olmazsa olmazlardandır.
***
Bu girişten sonra, en azından Osmanlıcayı, zımnen de Arapçayı bil-e-memenin ezikliğini dile getirdikten sonra, geçmişten bu yana devasa kültür hazinesini insanların hizmetine sunan “dil-lisan” bilen akademisyenlerin, nev-i şahsına münhasır araştırmacıların, üzerine basarak söylemiş olalım, bir kısmının takındıkları tavır ve tutumlarına eleştiri sadedinde değinmek istiyorum gücümüz yettiğince.
***
Mütevazı-tevazu sahibi olmak hem vahyi ölçekte ve hem de onun öğretisine muhatap olmuş ortak insan aklının öncelediği, ayrıca tavsiye ettiği değerler manzumesinde başat faktörlerden sadece biridir
İnsanlar sahip oldukları artı değerlerden dolayı alçakgönüllülüğü öncelemezlerse toplumun ahlaki normlar üzerinde şekillendiğini varsaydığımız dinamik yapısının bozulması kaçınılmazdır. Tevazu, alçakgönüllülük gibi hasletlerin yaşatılmadığı vasatta kibir, haset, kıskançlık, çekememezlik vs. gibi tersi olumsuzluklar isyan bayrağını açacaklardır haliyle.
Dolayısıyla Vahiy bağlamında ziyade edersek, tekebbür, istiğna, müstağni tavır ve benzerleri gayr-i ahlaki hususlarla beraber zemmedilmiş, muhatapları tuğyan edenler kategorisinde değerlendirilmişlerdir.
Osmanlıca ve Arapçayı neredeyse anadili gibi bildiklerini söyleyenlerin bu hususlardan haberdar olmamaları mümkün değildir. İnsanı tarif ve terbiye eden Kur’an-ın dışında geçmişin kültürünü yansıtan ve o zamanlarda oluşturulmuş disiplinlerin kaynağı olan Osmanlıca ve Arapça yazılmış eserlerde bahis mevzu olan konular İslami hassasiyetler bağlamında işlenmiş çünkü.
Bireysel çabalarla öğrenmenin dışında, İmam-hatip okullarıyla(Ne kadar katkı sağladığı tartışılır!) başlayan Arapça öğretme-öğrenme süreci İlahiyat fakülteleriyle devam ettirilmiş; özel okullarda, dil öğreten dershaneler vb. yerlerde öğrenim faaliyeti yayılma imkânı bulmuştur.
Yazılan kitaplar, çıkarılan dergilerde bu durumun zenginliğini gör-e-memek ancak önyargı tuğlalarıyla örülmüş bir duvarla mümkün olabilir.
Evet, hakkı teslim edelim, eskiye dair eser olarak ne varsa dil öğrenen ve bilenlerimiz sayesinde tercüme edilmiştir. Arşivler, rafları enikonu karıştırılmamış kütüphaneler elverdikçe eski yeniler meraklılarına ikram edilmeye devam edilecektir. Okuma kültürünü dinamik tutan insanlar iyi bilirler bu süreci.
Fakat ne yazık ki bu tercüme gayretini gösterenler veya genel anlamda herhangi bir sebeple konuştuklarının dışında dil öğrenenlerin bir kısmı ama yazılarıyla, ama söyleşileriyle, ama katıldıkları TV programlarında, ama davet edildikleri panel, sempozyum, konferans, kolokyum vb. yerlerde;ama sunum yaptıkları, ders verdikleri seminerlerde sahip oldukları bu özelliklerini tekebbüri bir edayla başa kakmaktadırlar..
Muhataplarına titrlerini,akademik kariyerleri,ihtisas alanlarını sormak;mevzu edilen konuya dair dil-i ne kadar bildiğini öğrenmeye çalışmak,kendi bilmesinin diğerine rağmen olduğunu ifade etmek ve daha neler vazgeçilmezlerden olmuş onlara göre !..
Kendini bilmez yaşlarda dil öğrendiğini söyleyenleri, akademik kariyerini karşı tarafa dayatanları, kitaplarının bilmem kaçıncı baskı yaptığını söyleyenleri, dilinin hafızı olduğunu seslendirmekten zevk duyanları, sülalesinin âlim olduğunu zikretmeyi ibadet telakki edenleri, okuduğu kitapların sayısını söylemeyi görev addedenleri duymayanımız, görmeyenimiz ve dahi dinlemeyenimiz yok gibidir.
Onlar öyleler ya, her şeyi en iyi bilendirler artık. Bu âlimlerimizin(!),aydınlarımızın(!) ağır abi olanlarımızın dünyasında tevazu kelimesi yoktur. Mütevazı olmak nedir bilmezler. Aslında onları tarif eden kibir kavramını da silmişlerdir lügatlerinden, yakıştıramazlar kendilerine bir türlü. Onları bu durumları hatırlatılınca;”Bizim öyle bir derdimiz yok, öyle anlıyorsanız sizin zafiyetinizden, kompleksinizdendir.” derler.
Gazete köşelerinde, dergi sayfalarında yazarlar ve bu arada muarızlarını konuştuğu dili dahi bilmemekle suçlarlar. Noktasını, virgülünü eleştirirler; cümle yapısını bilmekten aciz olduklarını seslendirerek “Ben seni noktamla, virgülümle döverim!” derler.
Bu ruh haliyle Arapça vb. dillerden çeviri yarışı yaparlar. Birileri ilim-bilim adına o çevirileri didik didik ederler ve nihayetinde “olmamış!” fetvasını verirler. Eleştirenler de az değildir hani, muhataplarını neredeyse nasıl rezil ederiz dercesine üslup takınırlar. Eleştirilen de, eleştirmene cevap hakkını kullanarak benzer bir üslubu taklit eder ve bu böylecene kör dövüşü şeklinde gider, gider de gider. Haklarını yemeyelim, onlar bütün bunları ilim adına yaparlar(!)…
Kendi akranlarına takındıkları bu tavrı anladık diyelim, ya okuyuculara-okuyucularına takındıklarına ne demeli?
Onlar çeviri yapıyorlar ayrıca kendi dillerinden kitaplar yazıp bize havale ediyorlar.
Bizler de alıp okuyor ve yazılanlara,çevirisi yapılanlara dair düşünce-fikir geliştiriyoruz..
Fakat öyle anlaşılıyor ki yazarlarımıza göre bizim düşünce üretmeye yetkimiz yok..Onlar “havas” biz “avam” ız çünkü..
”Bu kavramlar böyle mi anlaşılır?” denilmesin sakın!Anlayamayacaksak, okuduklarımızdan fikir-düşünce üretemeyeceksek, onlara sormak gerek;
“Sahi siz niye kitap yazarsınız, niye yabancısı olduğumuz eserleri dilimize çevirirsiniz?” diye.
Anlayamayacaksak niye sağda solda konuşursunuz, bildiklerinizi seslendirmek için niye çırpınıp durursunuz?
***
Sözü buraya getirdikten sonra, inandığımız dinin kaynağı olan Kur’an-ın Cumhuriyetin ilk yıllarında metazori olarak elan sahip olduğumuz dile çevirisinin yapılmasına ve “ona dair geliştirilen anlama sorununun neliğine değinmeye ve bu çerçevede gelişen tevazudan eksik tartışmalara da gönderme yapmaya çalışalım.
Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren başlayan “Türkçe Kur’an olur mu?” sorusunun geliştirdiği tartışmaların akabinde, bir rivayete göre bugüne kadar iki yüz yirmi adet Kur’an meali Türk insanına anlasınlar(!) diye ikram edilmiştir. Birileri “Onları üst üste koyamazsınız, biri diğerinden daha bir ustalıkla tercüme edil-e-memiştir..” dese de bu böyle.
Ünlem işaretine takılınmasın sakın,sonuçta bir anlama var işte..
Meallerin yanında Kur’an tefsirleri, Hadis Külliyatların şerhli tercümeleri, yabancı aydın-âlimlerden yapılan çeviriler anlama problemimizi halletmek için kütüphanelerimizde rafları doldurmuş vaziyettedir.
Bahsettiğimiz şey önlenemez bir sürecin geldiği noktadır. Artık olan olmuştur.
Geçmişteki insanların Kur’an'ı Türkçeye çevirme çabalarını tartışmanın, arkaplanında ne gibi niyet taşıdıklarını tespit etmenin, geleceğe dair aynı tuzaklara düşmeme açısından faydası umulur ama hemen şimdi yaşayanlar için, inanma ve öğrenme sorununu halletmesi açısından bir faydası yoktur. Bu sebeple Ümmet-i Muhammed’i alenen ve ya zımnen Arapça ve dahi Osmanlıca öğrenmeye zorlamanın anlamı yoktur. Velev ki böyle bir imkân ele geçti, yeniden bir hafıza inşa etmenin zorluğuyla karşı karşıya gelmeyecek mi insanlar?
Bir şeyin eksikliğini tespit edip, onun telafi edilmesi için kullanılan dile, üsluba dikkat etmek, eksik olanın kıymeti artırır; aksi halde sürecin tersine işlemesi kaçınılmazdır.
İçinde doğduğu toplumun diline ve o dile dair kültüre vakıf olmak için zaten olabildiğince çaba göstermesi gerekenlere, tarife muhtaç olmayan kuşatılmışlığın içinden çıkıp sair dilleri öğrenme şartını farz telakki ederek dayatmak ne kadar sağlıklı olacaktır?
Bu talip olma, gönül işidir; her şeyden önce imkân işidir.
Talip olanlar, talip olduklarına kavuştuklarında; imkânı olanlar, ellerindeki bu fırsatı değerlendirme becerisi gösterdiklerinde yapmaları gereken şey halisane bir niyetle, değer adına her neye sahiplerse insanlarla paylaşmaktır.
Ama takaza yapmadan, tekebbür göstermeden, müstağni bir tavır sergilemeden, aydın-a yakışan bir edayla ve ziyadesiyle âlimane bir tutumla ümmetin menfaatine sunmalıdırlar bildiklerini.
Zaten olan oluyor,üniversitelerde,özel okullarda ve değinildiği gibi bireysel çabalarla öğrenen öğreniyor her şeyi.Deruni boyutu hedefleyenler üniversite düzeyinde kalmayıp daha da ileriye götürüyorlar öğrenme sürecini..Öyle de olmalı zaten…
Halisane niyet koyanların hem ilahi ölçekte ecirleri vardır ve hem de toplum kalbinde yer tutmaları işten bile değildir. Hal böyleyken daha ne istenir?
Değerlendirme yanlış anlaşılmaz umarım; ilahi rızayı önceleyen, bunun için bildiklerini insanlarla paylaşanlara âlim denmiştir eskilerde… Toplumun rızasını önceleyenlere de malumatfuruşluklarını entelektüel kavramında içkinleştirdikleri için aydın(!) dense ne lazım gelir?
Yani..
Doğup büyüdüğü toprakların diline, kendi cinsinden olanlarla anlaşabildiği ölçekte vakıf olanlar; hiç bilmedikleri dillerden yapılmış çevirileri de; evrensel ölçekte mesaj verdiği söylenen Kur’an ‘ın kendi dilinde şekillendirilmiş mealini de anlayabilirler.
Korkulmasın, yukarıda da zikrettiğim gibi eğer doğruysa 220 adet mealimiz varmış zaten. Va’z ettiği hayat öncelensin, öncelenmesin artık her ev ve ailede birkaç adet Kur’an Meali bulunmaktadır. Biraz araştırma ve öğrenme gayreti taşıyanların kütüphanelerinde daha da fazlası yer tutmuş vaziyettedir. Bu arada konu-kavram çalışmalarının derlendiği çok sayıda sair kitap-eserleri zikretmeyi de ihmal etmeyelim. Bütün bunları mukayeseli, karşılaştırmalı okumak bizim anlamamızı ve anlamaya dair düşünce-fikir üretmemizi sağla-ya-maz mı?
Bilmediklerimizi bilenlere sorarak, sözlük ve ansiklopedilere başvurarak ve hele hele şimdilerde sanal kütüphane yöntemiyle en ücra köşedeki bilgiye ulaşarak anlama sorunumuzu halledemez miyiz?
***
Tekrardan seslendirelim; okuduklarımızdan faydalanıp, anlayamayacaksak; fikir-düşünce üretemeyeceksek niye yazılır-çizilir bunca eser?
Bizden daha fazla bilenlerimiz gazetelerde niye yazarlar ve dahi konferans, panel vb. yerlerde niye konuşurlar?
Sahih-doğru bilgiyi paylaşmak, Ümmet-i Muhammed-i cahillikten kurtarmak, en nihayetinde emr-i bil maruf ve nehy-i anil münker için değil mi?
Sorulduğunda öyle demezler mi?
Evet, itirazımız: Söylenenlere, yazılanlara karşı düşünce –fikir üretirken onların neredeyse, ”Siz ne bilir, ne anlarsınız ki?!” dercesine tavır takınmalarıdır.
Onlar yazacak, biz yazılanları okuyacağız; onlar konuşacak, biz dinleyeceğiz, elhak bu doğru olan; ama dediğimiz gibi okumak ve dinlemek beraberinde anlamayı getirmez mi?
Her söyleneni kafa sallayıp onaylayan insanlardan müteşekkil sürü mü olmamız isteniyor bizden?
***
Sorumluluğu üstlenmiş her akıl bir şeyler üretir ve ürettiklerini kendinde tutmaz paylaşır. Fakat bunu kendini yücelerde görerek yapmaz, yapmamalıdır.
O bilir ki, bilmelidir ki; ondan fazla bilenler de vardır. İlim-bilimde, anlama ve yorumlamada son yoktur. Okuduğumuz kitaplar ve yaşadığımız süreç bize bunu öğretti çünkü.
Evet, biz âlimlerden, aydınlardan, akademik kariyere sahip hocalarımızdan, gazetelerde yazan ağır ağabeylerimizden, romancılarımızdan, şairlerimizden ve dahi cemaat önderlerimizden bizleri sadece bilgilendirmelerini istiyoruz, hepsi bu. Kendilerine bu dünya ölçeğinde saygı gösterilmesini-duyulmasını istiyorlarsa, itibar edilmeyi bekliyorlarsa kibri değil tevazuyu öncelemeliler… Cahilliğimizi (!) yüzümüze vurmadan, aşağılamadan vermeliler vereceklerini.
Biz onların yazdıklarıyla, tercümesini yaptıkları eserlerle ve dahi Kur’an mealleri, tefsirleriyle anlayabildiğimiz kadar anlarız merak edilmesin.
Hem bu ara her şeye dair bizi bilgilendirdikleri ve aydınlattıkları, ilahi mesajı anlamamıza vesile oldukları için dualarımızdan da eksik etmeyiz onları, az şey mi bu?
Sahi mütevazı olmak, alçakgönüllü olmak çok mu zor?
Üslub-ı beyan ayniyle insandır demişler, eskiler…