Cemil ARSLAN

01 Temmuz 2008

FERT VE CEMİYET

Bu iki kavramın bir arada kullanılması kuşkusuz, rastgele bir olay ya da tesadüfî bir olgu değildir. Çünkü insan, yapısı gereği sosyal/toplumsal/içtimai bir varlıktır. Sosyal bir varlık olmak ise; diğer insanlarla birlikte yaşamayı, yardımlaşmayı, dayanışmayı, paylaşmayı, kederde ve sevinçte bir ve bütün olmayı hülasa “din kardeşliği”ni zorunlu kılarken; diğer yandan bireyselliği, bencilliği, faydacılığı ahlaki bir saplantı/çöküntü olarak telakki eder.

           

İnsanı diğer canlılardan ayıran en önemli nitelik de zaten budur. İnsan tek başına yaşayamaz ve ihtiyaçlarının hiçbirini tek başına karşılayamaz. Diğer insanlarla kurulan ilişkiler ve etkileşimler sonucu insan bulunduğu topluma özgü bir kimlik veya kişilik kazanır. Sosyal kimlik ya da sosyal kişilik dediğimiz bu özelik ise; insanları tanımamıza, algılamamıza ve tahlil etmemize imkân sağlar. Bu yüzden dolayı da ancak toplumsal yapı içerisinde saygın bir kimlik veya kişilik kazanan bireyler belirli bir statüye/konuma sahip olabilir.

           

Her toplumun kendine özgü toplumsal değerleri; hayat tarzı, ahlaki yapısı, sarsılmaz prensipleri ve kültürel dinamikleri vardır. Tarihsel süreç içerisinde kendi ahlaki/dini değerlerine bağlı kalan, kimlik ve kişiliklerini kaybetmeyen fertler yahut cemiyetler beynelmilel arenada daima başarılı olmuşlar; tam tersine değerlerine yabancılaşan, özünden koparılan, en küçük sosyal ve siyasi erozyonda dahi adeta ağaç yaprağı sağa-sola savrulan milletler ya da devletler gerek ekonomik alanda ve gerekse sosyal/siyasal alanda başarısız olmuşlardır. İnsanlık tarihi, bu durumun en canlı ve can alıcı tanığıdır.

           

Yüce dinimiz içtimai hayata oldukça önem vermektedir. Ortak menfaatler, toplumsal faydalar veya kamu çıkarları her zaman ön planda tutulmuştur. Yani “birimiz hepimiz, hepimiz birimiz için” prensibi evrensel bir ilke olarak benimsenmiştir.

           

Ancak ne yazık ki; dinimizin böylesine ulvi emir ve tavsiyelerine, kültürel dinamiklerimize karşın insanlarımızın büyük bir çoğunluğunun sadece kendi menfaati uğruna her türlü olumsuz davranışı gayet rahatlıkla sergileyebildiğini, dinimizin temel prensiplerinin çiğnenebildiğini, yeri geldiğinde beşeriyetin tüm değerlerinin ayaklar altına alınabildiğini gözlemliyoruz.

           

Sürekli bir şekilde duyarsızlaşan, tepkisizleşen, nötr davranan, vurdumduymazlığı ilke olarak özümseyen ve neme lazımcılığı benimseyen insanlarımız felaketler için adeta davetiye çıkarıyor, kendi istikbalini tehlikeye attığının farkına bile varamıyor ve cemiyetimizin geleceğini karartıyor.

           

Bunun canlı misallerine; başörtüsü hadisesi, imam hatip zulmü, Türkiye’deki her türlü hukuksuz ve keyfi uygulamalar, yasaklamalar, darbe çığlıkları ve çalkantıları, postal sesleri gibi toplumsal; Irak, Filistin, Afganistan, Lübnan işgalleri, dünyadaki açlık, sefalet ve yoksulluklar gibi küresel olaylarda tanıklık ettik. Gösterilen tepkiler, reaksiyonlar, atlan adımlar, yapılan ekonomik/sosyal yardımlar, hülasa “ümmet şuuru” maalesef oldukça yetersiz veya sığ kaldı. Neticede, insanlık olarak hepimiz sınıfta kaldık; kimse kendisini yaşananlardan muaf tutamaz. 

           

Ekseriyetle toplumumuzun problemlerine karşı yabancı olan, sosyal yapımızı tanımayan, değerlerinden kopuk yaşayan genç nesillerimize acaba geleceğimizi nasıl teslim edeceğiz? Bu nesille evrensel düzlemde yahut toplumsal hayatta başarıyı nasıl yakalayacağız? Doğrusu; düşünmekte, yanıt aramakta veya hayal etmekte dahi güçlük çekiyorum.

 

“Fırtına eken rüzgâr biçer” özdeyişini derince düşünmeli, idrak etmeli, geçmişte yapmış olduklarımızın muhasebesini yeniden yapmalı, hatalarımızı telafi etmek için gereken icraatları acilen uygulamaya koymalı, nesillerimizi bu kötü gidişattan bir an önce kurtarmak için “topyekûn seferberlik” başlatmalıyız.

 

Toplumsal bir varlık olması zorunlu olan insanlarımız, tüm dünyamızı tehdit eden küresel kuşatmanın, ablukanın, kapitalist üretim araçlarının ve tüketici kültürünün etkisi, zorlaması, dayatması ve baskısıyla kendi içine kapalı, içtimai hayattan kopuk, beşeriyetin sorunlarına/açmazlarına aldırış etmeyen bireysel bir varlık haline dönüştüler.

 

Bu değişim, dönüşüm, bunalım, kirlenme, çözülme veya tarihsel/toplumsal sapma bugün tüm hızıyla, kurum ve kurallarıyla varlığına sürdürmektedir.

 

Bunun içindir ki; bu toplumsal/küresel zalim, hain, gaddar ve hunhar kuşatmayı temelinden yarabilecek yahut yok edebilecek, insanlarımızı yeniden kendi özüne ve dini değerlerine döndürebilecek “içtimai/evrensel” ölçekteki stratejileri belirlemeli ve mutlaka acilen pratiğe dönüştürmeliyiz.