Hikmet ERTÜRK

22 Şubat 2010

GERÇEK TAKVA SAHİPLERİ

Takva: Allah’tan korkmak, Kur'an'la amel etmek, aza razı olmak ve Ahiret Günü’ne hazırlanmaktır. (Ali b. Ebî Talib r.a)

Bakara suresinde ise Allah (c. c.) takva sahiplerinin özelliklerini şu şekilde açıklıyor;

177- Yüzlerinizi Doğu ya da Batı tarafına çevirmeniz iyilik demek değildir. Asıl iyilik Allah'a, Ahiret gününe, meleklere, kitaba, peygamberlere inanan; akrabalara, yetimlere, yoksullara, yarı yolda kalanlara, dilencilere ve boyunduruk altında bulunanlara (kölelere, tutsaklara) mallarını sevmelerine rağmen yardım edenlerin; namazı kılanların, zekâtı verenlerin, antlaşma yaptıklarında yapmış oldukları antlaşmaları yerine getirenlerin; zorda, darda ve savaş zamanında sabredenlerin tutumudur. İşte doğrular (sözlerinin erleri) onlardır, takva sahipleri de onlardır.

Yukarıdaki ayetlerde Müslümanların kıble değişikliği meselesinde Yahudilerin anlamsız tartışma ve itirazlarına cevaben açıklamalar yapılıyor. Yüzlerinizi doğu ya da batı tarafına çevirmeniz iyilik değildir deniliyor. Çünkü tarif edilen takva içi boş, hayata etkisi olmayan bir ibadet şekli değildir. Oluşan duygu ve düşüncelerin ve pek tabii eylemlerin (amel) bütününü oluşturan bir davranış biçimidir. Yani toplum içerisinde etkisini gösteren somut bir davranış biçimidir. Dikkat ederseniz ayette takvanın taşıdığı manaya yapılan vurgu, inançlarımızın, yaşadığımız topluluk içerisinde somut bir şekilde yaşanmasıyla alakalıdır. Yüzümüzü sadece doğuya ya da batıya döndürdüğümüz şekilsel bir ibadetten ziyade, mallarımızı sevmemize rağmen yoksullara dağıtmamızdan, zekât veriyor ve namaz kılıyor olmamızdan, antlaşmalarımıza sadık kalmamızdan, savaşta, zorda ve darda sabredip davamızdan vazgeçmememizden, ahiret gününe, meleklere, kitaba ve peygamberlere iman etmemizden bahsedilmiş. Doğru sözlü olmamız ve takva sahibi olmamız da bu şartları yerine getirmemize bağlanmıştır. Bunların hiç birini yapmıyor iken doğru sözlü olduğumuzu söylemek kendimizi kandırmaktan öteye gitmeyecektir. İşte Rabbimiz pratik hayatta uygulaması olmayan bu kuru ibadet şeklini kabul etmiyor. Zaten bu şekilde Kur'an'ın bizlere yol göstermesi de beklenemez. Çünkü ; "Doğru olduğu kuşkusuz olan bu kitap, takva sahipleri için hidayet kaynağıdır.’’ (Bakara–2) Peki neden takva sahipleri için hidayet kaynağıdır? "Çünkü onlar, öteki dünyanın varlığından bütün kalpleriyle emindirler.’’ (Bakara–4)

Japon araştırmacı Dr. Toshihiko İzutsu’da 'Kur’an’da Allah ve İnsan' adlı eserinde takva kavramı üzerinde de durmuş ve yukarıdaki ayette de geçtiği üzere takvanın ahiret günü düşüncesiyle yakından ilgisine dikkatleri çekerek şöyle demiştir : ”Bu meselenin mihveri, Allah’ın her şeyin tek ve mutlak hakimi olduğu, bütün insanların Allah’ın huzurunda başları eğik olarak sessiz duracağı uhrevi hüküm günü kavramıdır. Böyle bir günün düşüncesi, devamlı olarak insanların gözleri önünde tutulmalıdır ki, bu inanç insanları hayatta hafiflik ve dikkatsizlik yerine, tam bir istekle hareket etmeye sevk etsin. İşte İslam zühdüne hakim olan fikir budur. Kur’an’ı okuyan herkes, özellikle Mekke devri ayetlerinde, gelecek hüküm günü [yani ahiret] şuurunun çok kuvvetli olduğunu görür. İşte bu şuura orijinal anlamıyla takva denir."

Görüldüğü üzere takva, hüküm günü yani ahiretle ilgili bir kavramdır. O halde iki türlü bir hayat biçimi üzerinde olmaktan vazgeçmeliyiz. Zaten bu durum gerçek manada mümkün değildir. Çünkü ’’Her tercih bir vazgeçiştir.’’ Üstelik hidayete ve kurtuluşa ermemiz takvalı olmamızla direkt ilişkili olan bir meseledir. Yoksa öteki dünya ile ilgili kuşkularımızın olduğu ve bu kuşkularımızdan dolayı tavizkar bir İslam'ı yaşadığımız bir süreçte Kur’an bizler için hidayet kaynağı olmayacaktır.

Günümüzde ise takvaya yüklenen mana oldukça basite indirgenmiştir. Hatta gerçek manasından saptırılmıştır. Takva kavramı ahiretle ilgisi dışında daha çok dindarlık manasını almıştır. Hal böyle olunca iman ve takvanın olaylara müdahale eden eylemsel şekli kaybolmuştur. Giyim tarzımız, yemeği sağ elle yememiz, misvak kullanmamız, sakalımızı kaç santim uzatacağımız hatta gümüş yüzük takmak gibi birtakım konular takva olarak algılanırken Allah yolunda tavizsiz bir yaşantıyı tercih etmemize, inancımızı yaşantımıza yansıtmamıza bozgunculuk (fesad) manası yüklenmeye çalışılmıştır. Tabii bu toplumumuzun güç algısıyla da ilgili bir hadisedir. Hâlbuki takva iki hayat arasındaki tercihtir. Yani yukarıda anlaşıldığı üzere bu yaşamın bitiminde başlayan diğer hayata kalpten inanmamızdır. Takva konusunu en sağlıklı biçimde anlayabilmemiz Kur'an'da takva sahipleriyle ilgili kıssalara müracaat etmekle mümkündür.

İşte Kur'an'dan bir sahne:

Ta-ha suresinde korkunç bir tartışma yaşanıyor. Çağın Firavunu’nun tehdit dolu sözlerine şahit oluyoruz. Kendisine danışılmadan Musa’nın Rabbine iman eden sihirbazların topunu asmakla tehdit ediyor.

(Firavun) Dedi ki: "Ben size izin vermeden önce O'na iman ettiniz öyle mi? (Taha–71)

Sihirbazlar Musa’nın Rabbine iman etmişler. Artık Rabb (hüküm koyucu) olarak Hz. Musa’nın Rabbine tabi olacaklarını ilan ediyorlar. Tabii bu çok basit bir tercih değil. Ve arkasından Firavun’un tehdit dolu sözleri geliyor;

''Andolsun sizin ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama keseceğim, topunuzu asacağım." (Taha–71)

Bu ölüm tehdidi sihirbazlarda pek de korkuya sebebiyet vermemiş gibi görünüyor.

"Çünkü onlar, öteki dünyanın varlığından bütün kalpleriyle emindirler.’’ (Bakara–4)

Burada takva kavramının ahiretle ilişkisi çok güzel bir örnekle ortaya konulmuş. Sihirbazlar öteki dünyanın varlığına tam bir teslimiyetle inandıkları için Firavun’un tehditleri sihirbazlar üzerinde pek bir etki göstermiyor. Onlar daha çok öteki dünyadaki sonları ile ilgili bir endişe taşıyorlar. Yani Allah'tan asıl Rablerine inananların ilki oldukları için kendilerini affetmesini diliyorlar. Bu noktada Firavun'a da bir çift sözleri var, diyorlar ki;

"Sen, yalnızca bu dünya hayatında hükmünü yürütebilirsin. Gerçekten biz Rabbimize iman ettik; günahlarımızı ve sihir dolayısıyla bizi kendisine karşı zorlayarak-sürüklediğin (suçumuzu) bağışlasın. Allah, daha hayırlıdır ve daha süreklidir." (Taha–72–73)

Firavun'a hükmünün dünya hayatı için geçerli olduğunu söylüyorlar ve kendilerine yöneltilen tehditlerden korkmayarak yapmaları gereken davranışı da sergiliyorlar. Rablerinin karşısında sorguya çekilecekleri güne hazırlık yapıyorlar, zira o günün varlığına ölümü göze alma pahasına kalpten inanmışlar. Yaşanılan dönem itibari ile bu takva sahibi müminler Peygamberleri olan Hz. Musa’ya böyle bağlılık göstermişler ve onun Rabbine iman etmişler. Hz. Musa’nın iman ettiği Allah’ı yegâne Rabb (Hüküm koyucu) olarak kabul etmişlerdir. Peki, biz Müslümanlar karşılaştığımız bu ve benzeri olaylar karşısında Hz. Muhammed (S)’e aynı bağlılığı gösterebiliyor muyuz? Onun inandığı Allah’ı yegâne Rabb (Hüküm koyucu ) olarak kabul ediyor muyuz? Kabul ettiğimize dair birtakım işaretler hayatımızda müşahede edilebiliyor mu? Bu soruları kendilerini gayet iyi tanıyan kardeşlerimiz cevaplasınlar. Ama genel itibari ile şu anda bizlerin yaptığı şey, Mekke’deki Hanifler gibi sadece törensel bir din algılayışını hayata yansıtmamızdır. Öyle ki, mevcut otoriteye /sisteme / yönetime karşı gelen bir din/eleştiri anlayışına sahip değiliz. Şu bir gerçek ki, mevcut beşeri sistemler için kendi kendimize yerine getirdiğimiz gündelik ibadetler herhangi bir tehlike oluşturmuyor. Aynı şekilde Mekke’deki Hanifler için de müşriklerin putlarına tapmamalarına rağmen onlar içinde böyle bir tehlike söz konusu değildi. Çünkü mevcut sisteme karşı herhangi bir itirazları yoktu. Eğer Rabbimiz Haniflerin bu davranışını onaylamış olsaydı Hz. Peygamber'i (S) bu topluluğa uyarıcı olarak göndermezdi. Fakat Rabbimiz böyle bir din anlayışını kabul etmemiştir. Ve bizler için yaşam içerisinde tehlike oluşturmayan bu yüzdelikli din anlayışını da Rabbimiz kabul etmeyecektir. Peki, bu korkularımız, dünyaya bağlılığımız bizleri nasıl bir İslami anlayışın savunucuları konumuna dönüştürdü?

Bir takım çabalar gösteriyoruz ama bu çabalarımız kendi kimliğimizi yansıtan çabalar olmaktan epeyce uzak. Ötekilerin rahatsızlıkları karşısında yanlış anlaşıldığımızı düşünerek sürekli açıklamalarda bulunuyoruz. Üstelik onların doğru anladıkları konularda bile "siz bizi yanlış anladınız" gibi çok yakışıksız sözler sarf ediyoruz. Dilerseniz bu konuyu Hz. Şuayb Peygambere danışalım. Bakalım Hz. Şuayb Peygamber nasıl cevaplar veriyor:

"Soydaşları dedi ki; "Ey Şuayb, atalarımızın taptıkları ilahlara tapmayı bırakmamızı ve mallarımız konusunda dilediğimiz tasarrufları yapmaktan kaçınmamızı emreden, empoze eden faktör, şu kıldığın namaz mıdır? Aslında sen yumuşak huylu, uslu ve aklı başında bir adamsın. " (Hud-97)

Ayette geçtiği üzere aslında müşrikler Hz. Şuayb’ı çok doğru algılamışlar. Bu durumda da herhangi bir gariplik görünmüyor. Fakat yukarıdaki ayette müşriklerin sorduğu soruya Hz. Şuayb’ın verdiği cevap bizim verdiğimiz cevaplarla büyük farklılık arz etmektedir. Üstelik verdiğimiz cevaplardan öyle anlaşılıyor ki, kıldığımız namazın ötekileri rahatsız eden bir yanı da yok. Acaba böyle bir soru sorulmuş olsa nasıl bir cevap verirdik? Ayrıca bu yaptığımız şeyler batıl sistemler tarafından birer tehdit olarak görülmüş ise ’’ Siz beni yanlış anlamışsınız’’, ‘’aslında ben öyle demek istememiştim" mi derdik? İyi de insanlar; hep yanlış anlaşıldığımızı söylediğimiz, İslam'ın net-açık mesajını ortaya koyamadığımız bir ortamda İslam'la nasıl tanışacaklar? "Hz. Şuayb Peygamber de namazın anlamını, işlevini doğru algılayan düşmanlarına, "yok canım, siz beni yanlış anlıyorsunuz’’ mu demeliydi ?’’ (M.A. Durmuş) Rabbimiz açık bir şekilde Hz. Şuayb’ın diliyle bizlere müşriklerden ayrışmamız gerektiğini, onlarla aynı şekilde düşünemeyeceğimizi ve ibadetlerimizin onları rahatsız eden bir yanının olması gerektiğini bildiriyor. Yani bizzat kendi söz ve eylemlerimiz doğrultusunda müşriklerin bizleri yanlış (!) anlamalarını istiyor. Bizim ismimiz (müslüman), ibadetlerimiz onları rahatsız etmeli ve biz bu sebeple inancımızı gizlememeliyiz. Zaten Hz. Şuayb da öyle yapıyor. "Evet, benim kıldığım bu namaz sizin kurulu küfür düzenlerinizi yıkmamı emrediyor" diyor.

Bunlar gerçek takva sahiplerinin batıl karşısında vermiş oldukları mücadeleyi ortaya koyan güzel örneklerdir. Dışarıda bir kavga var ve iman iddiasındaki bizlerin mutlaka bu kavgada taraf olmamız gerekiyor. Çünkü “Hak ile batılın çarpıştığı savaş alanında olmadıktan sonra; çağının şahidi, toplumunun şehidi olmadıktan sonra nerede olursan ol! İster namaza dur, ister içki sofrasına otur; ne fark eder!” (Ali Şeriati)

Şunu hiçbir zaman aklımızda çıkarmayalım ki, her ne yapacak olursak olalım bunu bu dünyada iken, iş işten geçmeden yapmalıyız. Eğer bir günah bataklığında isek şu an hala sağ olmamız tüm bu çirkin hayatımızı değiştirmek için kaçırılmaması gereken bir fırsattır. Gerçek manada iman ve takva sahipleri olalım. Güç algımızı Allah’tan yana kullanarak korkularımızı yenelim. Bizi bu dünyaya bağımlı hale getiren ayartıcılara karşı direnç gösterelim.

Unutmayalım ki ; "Kim bu dünyada (hakikate karşı) kör ise; o ahirette de kördür. Yol bulmadaki şaşkınlığı daha da beterdir.” (isra:72)

Selam ve Dua ile…

Dipnotlar

Gerçek Takva Sahipleri ;

- Tağuta kulluk ( İbadet) etmekten sakınırlar (Nahl-36), Onlar asla tağutun huzurunda muhakeme olmak (hükümlerine boyun eğmek) istemezler. Tağutu inkâr etmekle (tekfir etmekle, lânetlemekle) emr olunduklarını bilirler. (Nisa-60),

- Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, ahiret gününe gönülden inanırlar (Bakara 4 ve 177),

- Onlar Allah’ın yanı sıra başka ilahlara yalvarmazlar, Allah’ın yasakladığı cana sebepsiz yere kıymazlar ve zina etmezler( Furkan–68),

- Gaybe iman ederler (Bakara 3, Fatır 18, Yasin 11),

- Ve onlar, Rablerinin yüzünü (hoşnutluğunu) isteyerek sabrederler, namazı dosdoğru kılarlar, kendilerine rızık olarak verdiklerimizden gizli ve açık infak ederler ve kötülüğü iyilikle savarlar. (Rad 22)

- Zekatlarını verirler (Bakara 177),

- Allah yolunda infak ederler (Bakara 3, Âl-i İmran 134, Teğabün 16),

- Yakın akrabaya, fakirlere, yetimlere, yolda kalmışlara yardım yaparlar (Bakara 177),

- İnsanların kusurlarını bağışlar onlara iyilik yaparlar (Âl-i İmran 134, Maide 93, Yusuf 90),

- Mallarından isteyenlere ve yoksullara verirler (Zariyat 19),

- Allah için mallarıyla ve canlarıyla cihad ederler (Tevbe 44),

- Geceleri az uyuyup, seher vakitlerinde Allah’tan bağışlanma dilerler (Zariyat 17 ve 1),

- Öfkelerine hakim olurlar (Âl-i İmran 134),

- Affedicidirler (Âl-i İmran 134, Nisa 149, Şura 37, 40 ve 43),

- Verdikleri sözü yerine getirirler (Bakara 177),

- Yapacakları işleri aralarında istişare ederler (Şura 3),

- Sabır sahibidirler (Bakara 45 ve 177, Âl-i İmran 17-20-186, Hud 115, Kehf 2),

- Kötülük yaptıkları veya nefislerine zulmettikleri zaman Allah’ı hatırlayarak tevbe ederler ve günahlarının bağışlanmasını dilerler, kötülükte ısrar etmezler (Âl-i İmran 134),

- Doğru söz söylerler (Ahzab 70),

- Emr edildiği gibi dosdoğru olurlar (Hud-112),

- Rablerinin davetine icabet ederler (Şura 3),

- Hesap gününden korkarlar (Ra’d 21, Mearic 26-27, İnsan 7). Irzlarını korurlar (Mü’minun 5-7),

- Boş şeylerden yüz çevirirler (Furkan 72, Lokman 5, Mü’minun 3),

- İyilikte yardımlaşırlar (Maide 2),

 

- Kimseye hakaret etmezler, yapılan iyiliği küçümsemezler ve müminlere karşı güler yüzlüdürler.(Hadis Tirmizi)

- Kötülüğü iyilikle savarlar (Ra’d 22),

- İyilik etmeleri nedeniyle Allah’ın sevgisini kazanırlar (Al-i İmran 134),

- Zulme uğradıklarında -haddi aşmadan- yardımlaşarak haklarını alırlar (Şura 39). Muhsin kimselerdir (Hud 90, Zümer 33-34). Salih amel sahibi kimselerdir (Meryem 60-63),

- Hidayet üzeredirler (Bakara 5).

 

-Faiz yemezler yoksa mahşerde şeytanın çarptığı kimseler gibi dirileceklerini ve orada Allah’ın kendilerini süresiz olarak cehenneme atacağını bilirler(Bakara–275),

 

- Gerçek takva sahipleri Allah’a ve resuluna iman eder, ondan sonrada asla şüpheye düşmezler, Allah yolunda malları ile canları ile savaşırlar( Hucurat-15),

 

-İslam’da üstünlüğün ölçüsünün dil, ırk, renk, kavim, soy-sop, yaşanılan coğrafî mekan ile değil sadece ve sadece “takvaları” ile olduğunu bilirler.(Hucurat 13)

 

- Allah’ın sürdürmesini emrettiği ilişkileri sürdürüler,Rablerinden korkarlar ve kötü hesaplaşmadan ürkerler(Rad-21),

 

-Onlar müminleri bırakıp kâfirleri dost edinmezler(Nisa–139)