Hüseyin ALAN

24 Eylül 2010

HALA “GÂVUR” MU İZMİR?

Son referandum oylamasının pek de sürpriz olmayan sonuçları üzerine, Ege-Akdeniz kıyılarının dışında yaşayanların hemen aklına geliveren kimi sorulara, bölgeye ilişkin durumları eski bir deyim aracılığı ile de olsa, bazı analizler yaparak doğru bir cevap bulmak mümkündür. Osmanlı döneminde Levantenlerin ve “dini” azınlıkların çoğunluk, Müslüman nüfusun azınlık kaldığı günlerden kalma o meşhur deyimin karşılığı, İzmir için hala geçerliliğini korumakta mıdır? Kısadan cevaplanırsa, elbette hayır ama ortada duran bu siyasi kamplaşmanın da bir takım karşılıkları olmalı, değil mi?

Deyimin ne anlama geldiğini bilmeyenler ya da unutanlara, bölgeye ait kimi sosyal durumlara da izah kolaylığı sağlayacağı için, bu vesile ile tarihsel bir not düşerek başlayalım. Osmanlı devlet yönetimindeki hukuki sistem gereği, devlet idaresi altında bulunan tüm halklar ve toplumsal gruplar, devlet-toplum ilişkilerinde dini inançlarına göre tanzim edilir, dini aidiyetlerine ve gruplarına göre tanımlanır ve muameleye tabi tutulurlardı. Bu durum devlet katında ve sosyal hayat da statü ve hukuki sonuçlar doğuracak önemli bir tanımlama, sınıflandırma ve bağlayıcı genel kurallarla ilintiliydi.

Bu gün bilinen ve neredeyse kanıksanmış olan Türk, Arap, Kürt, Fars, Arnavut, Pomak, Boşnak, Laz, Çerkez gibi “etnik” aidiyet bildiren modern tanımlamalar ve hukuki statüler o günlerde geçerli değildir. Bu nedenle dini içerikli ve tanımlı “milletler” sistemi olarak bilinen o günkü yapıda, çoğunluk (Müslümanlar) veya ekalliyet-azınlık (diğer inanç grupları) statüsünü belirleyen hukuki sistemde dini inanç gruplarına göre tanımlananlar, devlet katında ve sosyal hayat da buna göre işlem görürlerdi.

Tanzimat fermanı ile başlayıp Gülhane hattı humayini ile devam eden ve cumhuriyet idaresi ile sonuçlanan “modernleşme” reformları sonucunda, devlet-halk ilişkisi Batıda olduğu gibi “seküler” hukukla tanımlanmaya ve değerlendirilmeye başlanınca, azınlık tanımı ve statüsü de milletler sisteminden “ulus” toplum çerçeveli “vatandaş” statüsüne geçilecektir. Yeni kurulan “ulus devlet” yapısında ve süreç içerisinde modern anlayışı ve statüyü pekiştiren “laiklik” ilkesi gereği dini kriterler, tanımlamalar ve statüler de devlet ve toplum hayatından dolayısı ile reel kullanım alanlarından çıkartılacaktır.

İmparatorluğun eski topraklarında yaşarken yeni kurulan devletin elinden ve egemenliğinden çıkmış kimi topraklarından Anadolu’ya getirilen “milletler” ile (dini tanım) burada çoğunluk sağlanmaya çalışılırken, buradan tehcire zorlanan Rum-Ermeni-Süryani gibi “milletler” in (dini tanım) yerine yerleştirilmeye çalışıldı. Yeni sakinler burada oluşturulan “ulus toplum” yapısı ve niteliği gereği etnik aidiyeti ne olursa olsun kendini Müslüman hissettikleri için “Türk” (modern ulus tanımı) olarak yeni devletin asli unsurları olarak görüleceklerdir. Anadolu’nun yerleşik kadim topluluklarından Kürt-Laz-Çerkez gibi etnik aidiyet belirten grupları da doğal olarak “Türk-Müslüman” (modern tanım) statüsünde yeni kurulan “ulus devlet”in tabii unsurları olarak sayılmışlardır. Bir bakıma Anadolu’nun “Türkleştirme” projesinin hikâyesidir de bu.

“Gavur” İzmir tabiri, o eski yıllarda Anadolu’da nadir rastlanan bir durum olarak gözüken Müslümanların azınlık, diğer dini grupların çoğunlukta olduğu dönemlerden kalma, o günkü nüfus yapısını ve demografik durumu anlatan bir deyimdir. Balkan yenilgisi ve coğrafyasının bozgunla terk edilmesinden bu yana ve önceden planlanmış projelerle Tüm Anadolu’nun “Türk”leştirilme politikaları sonucunda, kendine has özellikleri hariç İzmir de diğer büyük şehirler gibi bir şehirdir oysa.

Edirne ve Çanakkale’den başlayıp Antalya’ya kadar uzanan kıyı şeridindeki yerleşim bölgeleri, iklimi, tabiat yapısı, mekânsal mimarileri ve coğrafi yapısı ile binlerce yıllık tarihi geçmişe sahip kültürel atmosferini ve kimi farklı özelliklerini yerleşik insan unsuru üzerinden bu günlere kadar taşımış ve yaşatmıştır. Geçmiş toplumların medeniyet süreçlerini, kültürlerini ve yaşama tarzlarını bu güne taşıyan baskın atmosfer sayesinde, kendinden sonraki sakinleri ile kucaklaşacak ve ortak bir tarzda buluşacak kadar kültürel canlılığını koruyabilmiştir. Yeni sakinlerinin daha üstün kültürel ve toplumsal yeni bir çevre, mimari ve özgün bir yaşam tarzı üretemeden yahut eskiyi dönüştüremeden mevcut mekâna, kültüre ve yaşam tarzına uyum sağlamaları, eskinin ruhunun kendi üzerlerinde yansımasında önemli bir etken olarak devam edecektir.

Çanakkale, Balıkesir, Manisa, İzmir, Aydın, Denizli, Muğla ve Antalya gibi yerleşim yerleri, Selçuklu Türkmenlerinden kalma Çandar oğulları, Karesi oğulları, Aydın oğulları, Menteşe oğulları, Dulkadir oğulları, Yörükler, Avşarlar gibi boylardan oluşan, Osmanlı döneminden beri pek de değişmeyen demografik nüfus yapıları ile öne çıkmaktadır. Balkan bozgunu sonrası denizden ve karadan getirilip buralara yerleştirilen değişik ve karışık göçmen nüfus, kendi orijinalliklerini ve bazı kültürel çatışma noktalarını kendi içinde taşısa da, Osmanlı “kalender-dervişane” dini kültürünün de etkisi ile zaman içinde yerleşik ahali ile kaynaşacak, ortak bir kültür paydasında buluşacaklardır. Farklı etnik ve kültürel yapıların yoğun biçimde karıştığı ve “Türklük” kimliği altında kaynaştığı ilk örneklerdendir, buraları.

Farklı kültür ve yaşama biçimleri bu derecede erkenden ve ilk kez yakınlaşan ve karşılaşan bu topluluklar, tarım ve sanayide gösterdikleri başarılı deneyimlerle birlikte yaşamayı ve üretilen zenginliği paylaşmayı becerince, sosyal karışım daha da kolaylaşmıştır. Cumhuriyetin kuruluş yıllarını anlatan “kurtuluş” savaşı, Balkan bozgunundan sonra hüzünlü göç hikâyeleri yaşayanlarla Yunan işgalinin ağırlığını taşıyanları ortak bir “kaderde” ve “vatanda” buluşturmuştur, da denebilir. Cumhuriyet rejimi, cumhuriyetin “kazanımları”, “laik” ilkeler ve benzeri kavramlar ve durumlar, “yeni” oluşturulan ve kurulan “vatan” da ve bölgede “varoluş” gerekçesi olarak oldukça hassas bir karşılığa tekabül eder. Benzer şekilde macera yaşayan Kafkas göçmenlerinin de benzer macerayı yaşadığını düşündüğümüzde, Bursa, Eskişehir, Kütahya, Afyon, Uşak, Isparta gibi kıyıya komşu iç bölgelerde de benzer durumu gözlemleyebiliriz.

Modernleşme “projesinin” erken maya tuttuğu bu yerler, yüksek öğrenim görenlerinin çokluğu, kent hayatının ve karma kültürlerin en çok karşılaşarak kaynaştığı coğrafya olarak, görece zenginliklerin sahipliği ile de öne çıkmaktadır. “Bireyselliğin” çok yaygın olması, “özgürlüklerin” ve “demokrasi” kültürünün benimsenmesi ve taşınmasında, modernitenin erken benimsenmesinin rolüne de işaret etmektedir. “Cumhuriyet” değerleri ve “kazanım” ları olarak anlam bulan modern değerler ve yaşam biçimi, resmi olarak uygulanan “tek” ci ve “milli” eğitim politikalarının da sayesinde, kültürel ve toplumsal ortak bir payda oluşturabilmiş, her grubun öznel farklılığına rağmen kendiliğinden bir “hoş görü” vasatı üretilebilmiştir.

Özelde İzmir bağlamında genelde kent merkezlerinde Batılı tarzda yaşamayı seven, rehavete açık, barışçıl, serkeş bireylerin çokluğu ile karma kültüre ve birlikte yaşamaya bağışıklık kazanmış, sakin, huzurlu ve rahat yaşamaya düşkün yöre sakinleri, tatil ve ticari maksatlı denizaşırı ülkelerden gelen “yabancı” kültürlere de erkenden aşina olmuştur.

50’liyıllarda Orta Anadolu’dan başlayarak gelişen göç hareketleri öncelikle ticari maksatlı olduğu için bölgenin kültürel dokusuna çabuk uyum sağlayacak, dahil olduğu vasatın için de entegre olacaktır. Buna karşın, 80 sonrası artarak süren ve özellikle “zecri” sebeplerle devam eden doğu ve güney doğu kökenli göç hareketliliği, yörenin toplumsal çeşitliliğini ve kültürel yapısını bu defa farklı etkileyecektir. Bir zamanların, çeşitli nedenlerle emekli yerleşim yerleri ve rahat yaşam alanları olarak da ünlenmiş bölgenin toplumsal görünümü, yaşam tarzı bakımından da artık fazlası ile karmaşık hale gelmeye başlayacaktır.

Kentli bir yaşam tarzına, barışçıl ve huzurlu bir ortama alışık yerliler, farklı bir yaşam tarzını taşıyan diğerlerine, çeşitli nedenlerle hep kuşkulu olarak bakacaklardır. Yeni göç hareketliliğinin mahalli alandan giderek sosyal ve kültürel hayattaki çeşitliliğinin ve farklılığının gözlenmesi, onların Pazar ve piyasada görünür olmaya başlaması ile açık edilemeyen ama saklı tutulan ve kuşkulanılan tepkilerin, bu günlere yansıyan “korku”larının da kaynağını oluşturacaktır.

Bölgenin, zenginliğinin, refahının ve istihdamının kaynağını oluşturan geleneksel ticareti; orta ölçekli işletmelere, dış ticareti de yapılan zirai ürünlerin yetiştirilmesinde ve pazarlamasında yetenekli olduğu bilinen çiftliklere, küçük toprak sahiplerine ait çeşitliliğe ve verimliliğe ve nihayet kimi kıyı şeritlerindeki turizm gelirlerine dayanıyordu. Bölge halkının 80 sonrası Özal ile başlayan ve AKP ile giderek daha fazla hissedilen yeni ekonomik değişimlere ve tarım politikalarına uyum sağlamakta gecikmesi, zaman içinde görece fakirliği de beraberinde getiren sonuçlar üretecektir.

Eski günlerini arayan kentli elit çevre, orta ölçekli işletmeler, çiftçiler ve (pazarını Antalya’ya kaptıran) turizmciler, şimdilerde bölgenin aleyhine gözüken gelişmelerle birlikte dışlandığı hissine kapılmaya başlayacaklardır. 18. yüzyılda Türkiye’nin en büyük ticari işlemlerinin yürütüldüğü İzmir limanı şimdilerde kötü gidişatın ve ekonomik gerilemenin önemli göstergelerinden birisi olarak en düşük potansiyelle çalışabilmektedir… Tüm bunların diğer korkuları da harekete geçirecek temel tetikleyici unsurlarla buluşması ve bölgenin kaderini belirlemesi kaçınılmaz olacaktı.

Eskiden sahip oldukları rahatı, huzuru ve zenginliği sağlayan “şartların” ve” rejimin” cumhuriyetin “değerleri” ve “kazanımları” olduğunu propaganda edenler, bölge halkının böyle düşünmesine hazırlıklı bir vasatta olduğunu görünce, cumhuriyetin şu anda “tehlikede” olduğu görüşünü tutturmakta fazla zorluk çekmeyeceklerdir. Bu nedenle demokratikleşme ve AB projelerinin kimi politikaları, bu taraflarda “bölünme” ve “parçalanma” korkusunu yayanlara müsait zemin oluşturmakta gecikmemiş, bir süredir kaybetme korkusu ile yatıp kalkanları doğrudan etkilemiştir.

Hiçbir projesi olmayan, hiçbir politika da üretmeyen CHP ve MHP gibi partilerin, İzmir’de ve bölgede neden etkili olabildikleri, kitle desteğini nasıl bulabildikleri sorusu, bölge özelinde tartışılırken bir taraftan da Türkiye’nin değişimine ve gidişatına diğer yerlerin de nasıl tepki verdiğine ışık tutacak sonuçları da içerisinde taşıdığını göstermektedir.

Türkiye genelinde sürdürülen “demokratikleşme”, “özgürlük”, “insan hakları”, “serbest Pazar ekonomisi” gibi değişim politikalarından “nemalanamayan” ve sosyo-ekonomik “paylaşımdan” hak ettikleri payı alamadığını düşünen her bölgede olduğu gibi, bu bölgede de “laiklik”, cumhuriyet “değerleri”, “terör” ve “parçalanma” “korkusu” ile yürütülen politikalar semeresini vermiş, sonuçta yerleşik ahaliye kendilerini ifade edeceği tek değerler alanı olarak bırakılmış gözükmektedir.

Bu nedenledir ki, “korku”, “terör”, “iç düşman”, “parçalanma” gibi hassas noktalar, bölgenin demografik yapısına ve sosyo-ekonomik durumuna uygun düşen ve onların en hassas olduğu noktalar olarak öne çıkmaktadır. Bu durumda cumhuriyetin “temelleri” sarsılıyor, devlet “parçalanıyor” imajı oluşturanlar, kendilerine müsait bir zemini ve desteği hazır bulmuş oluyorlar.

Bu günkü konjoktürde “korku” ve “nefret” duyguları, kısmen “azınlıklar” ve yoğunlukla “Kürtler” üzerinden yürütülmektedir. CHP ve MHP gibi partiler de siyaseten bu duyguları ustalıkla kullanıyor ve bölgede karşılığını da bulmuş oluyorlar. Korkuların karşılığı, “laikliğin” elden gideceği ve “parçalanma” algısı ile “birleştirilince”, bu gün mevcut politikaları yürüten ve değişimi sahiplenen iktidar partisi AKP de doğal olarak “öteki” görülmekte gecikmiyor.

97 Şubatından bu yana, özelde ege ordusunun genelde G. kurmayın örtülü ödenekleri ile finanse edildiği konuşulan ve yoğun çalışmalar yaptığı söylenen kimi STK’lar, bahsedilen hususlarda ağırlıklı olarak bir “korku” üretmeyi başarmışlardır. Merkez medya, diğer STK’lar ve bürokrasi bu korkuları hep beslediler ve diri tuttular.

Cumhuriyetin kuruluşu ile başlayan ve dönemsel olarak değişen kadim korku “projeleri”, bir zamanlar “irtica” paranoyası üzerine yapılırken şimdilerde ”Kürtçü” ve “ayrılıkçı” terör üzerine yoğunlaşmaktadır. Yıllardır sürdürülen bu projelerin ve çalışmaların bu taraflarda daha erkenden ve çok çabuk karşılığını bulduğu söylenebilir.

Mevcut “korku” projelerine eklenmesi gereken kadim bir “korku” dan daha bahsedilmelidir. O da, alevi “yurttaşların” “kültürel” ve “kimliksel” haklarının, sunni mezheplerin “tehdidi” altında olduğu propagandasıdır. Bölgede zaten var olan ve göçlerle bir hayli de yoğunlaşan alevi nüfus, başından beri üretilmiş propagandaların daimi “müşterileri” olarak hep var sayıldılar. Onların bu korkuları , “Çorum”, “Maraş” ve “Sivas” olayları ile de canlı tutulacak, böylece “alevi” zihinler belli merkezlerin yönlendirmesine bağışıklık kazandırılacaktır. CHP’deki son lider değişikliğinin bu proje ile uzak-yakın bağlantısı olduğu dahi düşünülebilir.

Son yıllarda, bir zamanların kendi sakinlerine geçim kolaylığı, huzurlu ve rahat bir yaşam sağlayan kıyı yerleşim yerleri, modernleşmeden ve ekonomik gelişmelerden yeterli pay alamayınca, karmaşık hale dönüşen demografik yapının da etkisi ile artık işsiz, geleceğe güvensiz bakan genç insanlarla dolup taşmaktadır. Son dönemlerin en çok teşvik edildiği ve neredeyse tüm sahil şeritlerini kuşatan turizm hareketinin ekstaradn sağladığı rant, genele dağılmayıp belli gruplar arasında ve profesyoneller tarafında yoğunlaşınca, orada ve gözler önünde beliren lüks yaşam ve refah, kendisini “öteki” hissetmeye hazır olanlar tarafından can sıkıntısı ile gözlenmektedir.

Bir projeye dayalı olarak üretilmiş olan tüm bu “korku” lara dayalı sonuçlar, aslında zihinlerde kodlanmış esaslı başka bir “korku” projesinin üzerine oturmaktadır. Kemalist Cumhuriyet idaresinin en başından beri sürdürdüğü önemli “güvenlik” politikalarından birisi olan, “Anadolu topraklarının dış düşmanlarla çevrili” bir ülke olması, hala zihinlerde tazedir. Buradan hareketle devamlı işlenen ve hafızalara kazınan en büyük düşman “onlarla iş birliği” yapan yahut “yapma potansiyeli” taşıyan “iç düşmanlardır.” Şimdilerde bu “iç düşmanların” kimlere tekabül ettiğini anlamak, “projeyi” ve konuyu anlamak bakımından önemli hale gelmektedir.

Bölgenin yoğunluklu nüfus yapısını oluşturan Balkan göçmenleri, yüzyılın başından başlayarak devam eden mübadelelerle dolu acıklı bir geçmişe, hüzünlü hikâyelerle dolu bir hafızaya sahiptir. Hem geldiği yerler hem de yerleştiği yerler olarak hüzünlü türküler ve dramatik hayat hikâyeleri ile yaşlılarda yaşayan ve genç nesillerde yaşatılan bir “düşman” korkusunun canlılığı ve şahitliği hala tazedir. Öte taraftan İzmir hariç Diğer yerlerde, “Türkmen” ağırlıklı homojen yapının “Yunan savaşı” yıllarından kalma nefret ve “düşman” korkularına dayalı hayat hikâyeleri, “kurtuluş” savaşı kahramanlarına karşı beslenen bir “tapınma” politikası ile her daim gündemde kalabilmektedir. İki tarafın da mevcut “korku” larını birleştirmek ve yönlendirmek, Türkiye gibi sığ siyaset yapılan ülkelerde, iş bilir politikacılar için ne büyük kolaylıktır!

İşin gerçeği, Cumhuriyet idaresi ve ideolojisi kendi oligarşik iktidar yapısını sürdürebilmek adına, tüm bu “korkuları” ve yeni “korku” mekanizmalarını üreterek, kendi devamlılığını sağlamaya çalışmaktadır. Öte taraftan, bir yandan “ulus” olma genel politikası gereği, bir muhayyel “Türk” “ırkına” dayalı “ulus devlet” projesi, kendi “öteki” lerini belirlemek ve “fark” lılığı beslemek zorundadır. Bu da “doğal” olarak bir takım “korku” ları üretmek ve yaşatmak üzerine kurulu bir düzen demektir.

Bir anlamda ve İzmir özelinde yüzyıllık bir “ulus” laşma hikâyesinin bir özetini anlamaya ve anlatmaya çalıştık. Evet, bu hikayeden anlaşıldığı kadarı ile İzmir hala “gavur” değil ama bu deyimle Müslümanların da ne “olamayacağı” anlaşılmış olmalıdır. Anadolu’da Yüzyıllık yaşanmış bu hikâyeden “Türk” ulusalcılığının geçiş serüveni, şimdilerde “Müslümanların” da şaşkınlaşarak benzer savunma pozisyonuna geçip, tıpkı “kültürel” ve “kimliksel” “doğal” haklarını talep ettiği “Kürt” ulusalcılığına da bir ibret dersi çıkartılabilir mi?

Dini kriterlerle kurulu “milletler” topluluğundan “modern” kriterlerle” tanımlı bir muhayyel “ırk” a dayalı “ulus” yaratma projesi, Cumhuriyetin başından beri yürüttüğü politikalara bağlı olarak oluşturulmuş önemli “farklılıkları” ve yaşanmış tecrübeleri şöyle sıralayarak konuyu bitirelim;

A- Dini kimlik ve aidiyetin çözülmesi. Bu aidiyet, ulus devletin kurucu aidiyeti olan muhayyel bir “ırk” yaratma kimliği ile yer değiştirmesidir. Bu nedenle din, devlet kurumlarının içinde “laiklik”le dönüştürülmeye çalışılmıştır. Osmanlı devlet geleneği de bunu kolaylaştırmıştı zaten. O nedenle “irtica” korkusu cumhuriyet boyunca koruyucu kalkan olarak hep kullanılmıştır. Demek ki, “ulus” toplumun temel dayanağı olan bir “etnisite” üretme projesinin en önemli “ötekisi”, din olacaktır. Din’den, dini bilgiden “özgürleşmenin”, “bağımsızlaşmanın” ve “kurtulmanın” gereği olarak da, olması gereken, ortak bir “kültür”, ortak bir “dil”ve ortak bir “kimlik” yaratmaktır… “Kürt” ulusalcılığı, Kürt “kimliği”, Kürt “kültürü” ve Kürt “dili” oluşturmak isteyenler yeni bir yol keşfetmeyeceğine göre, “Kürt oligarşik iktidar” yapısı toplumsal macerada farklı bir yol da izlemeyecektir.

B- Azınlıklarla ilgili durum. Katliamcı ve baskıcı uygulamalar, sindirme politikaları ile sürdürülürken, “düşman” kodlaması başka “korku” ve “öteki” ler üreterek gerçekleştirilmektedir. “Dini” azınlık statüsünde olanların cumhuriyet idaresi boyunca başlarına neler geldiğini artık bilmeyen kalmamıştır… “Kürt” ulusalcılığı kendi modern kriterlerine göre kendi toplumsal yapısında benzer “azınlık” lar üretecek ve benzer katliamcı ve baskıcı politikalar uygulayacaktır. Farklı bir anlayış ve uygulama beklemek, “kültürel” ve “kimliksel” tabana dayalı ve kendi “öteki” sini üreten “ulus” üretme projesini yeterince anlayamamaktır. Bu güne kadar olup bitenlere bu gözle bakılacak olduğunda, söylenenlerin zaten uygulanmakta olduğu fark edilecektir.

C- Kürtler ve bölünme “korkusu”. Türkiye de son dönemlerde üretilmiş en çok korkulan ve ürküten kimlik “Kürt” kimliğidir. Bölünme ve parçalanma “korkusu”, “ya sev” ya “terk et” sloganlarını canlı tutulan cenaze törenleri, sokaklardaki gösteriler ve sürdürülen kavgalarla bu korku beslenmektedir… “Kürt” kimliği ve “kültürü”, benzer yol izleyerek kendi ürettiği “öteki” sini belirleyecek, “birlik” ve “beraberliği” korumak adına yapması gerekli politikalarını meşrulaştıracaktır. Elan kendi halkı içindeki muhalefete karşı ürettiği “işbirlikçilerine” ne tür muamele yapıldığı bilinmeyen şeyler değildir.