Cemil ARSLAN
İKİ KUTUPLU TOPLUMSAL KAMPLAŞMA SÜRECİ
İKİ KUTUPLU TOPLUMSAL KAMPLAŞMA SÜRECİ
Türkiye’nin gündemi; Genelkurmay Muhtırası, Anayasa Mahkemesi’nin yasal olmayan kararı ve son günlerde şiddetli bir şekilde pompalanan, tırmandırılan, hormonlanan ve pervasızca tezgahlanan kitlesel mitinglere kilitlenmiş durumda…
Siyasi, etnik ve ideolojik kamplaşma gün geçtikçe belirginleşiyor, saflar netleştiriliyor, sürekli “gerilim senaryoları” üretiliyor, “psikolojik savaş” taktikleri geliştiriliyor, topluma “korku politikaları” empoze ediliyor, “nokta atışları” yapılıyor, neticede ülkenin ve toplumun tüm enerjisi tüketiliyor, maddi ve manevi dinamikleri yok edilmek isteniyor!
Belirsizliklerden nemalanmaya çalışan bazı elit(!) kesimler, bu tür olaylardan maddi menfaat sağlamaya çalışıyor, birkaç gün içinde ülkenin ve toplumun milyarlarca Dolar kayba uğradığı dile getiriliyor. Bu fatura, sonuçta yine hakla en acı ve ağır bir şekilde yansıyacaktır. Bundan kimsenin en küçük bir kuşkusu olmamalıdır. Yani sonuçta masum halk, bütün olumsuzlukların bilançolarını ödemeye mahkum ve mecbur ediliyor, adeta iliklerine kadar sömürülüyor!
Malum kesimlerin iktidar savaşları, egemen olabilme mücadelesi, derin güçlerin toplumsal yapı üzerinde tahakküm kurma niyet ve çabaları, kolektif bilinci/toplumsal iradeyi yok sayma arzuları tüm sosyal katmanları mağdur etmeye yetiyor, toplumda ayrışma, bölünme ve kamplaşma toplumsal ahengi, birlikteliği ve bütünlüğü sekteye uğratıyor.
Her türlü korkutma, yıldırma, tehdit, boykot, abluka, restleşme, kandırma, küstürme, etkisizleştirme, tepkisizleştirme v.b meşru olmayan yöntemler yaygın bir davranış haline geliyor, toplumsal çatışma süreci hızlandırılıyor, mitinglerde İslam Dinine kin kusuluyor, İslam’ın en kutsal değerleri ayaklar altına alınmak ve yok edilmek isteniyor. Kimsenin olup-bitenlere karşı kılı kıpırdamıyor yahut cılız birkaç küçük tepkiden başka ortak bir irade ortaya konulamıyor. Müslümanlar, gün geçtikçe toplumsal olaylara veya sorunlara karşı daha duyarsız hale geliyor, İslam düşmanları, bütün güçlerini haince ve hoyratça sergilemekten kaçınmıyor.
“Durum, muhtıranın ötesine geçti. Askeri müdahale ihtimalinin, cumhurbaşkanlığı seçiminin, rejim tartışmasının, laikliğin, başörtüsünün, kurumların denetiminin, siyasi ve ekonomik iktidarı elde tutmanın, asker-sivil restleşmesinin, demokrasi mücadelesinin dışına çıkarak derin toplumsal bölünme, ayrışma, kamplaşma ve hesaplaşma çizgisine doğru sürükleniyor. Müdahaleler hep ülke için, halk adına yapılır. Ama halk desteğinin ne olduğu, ne kadar olduğu, halkın ne kadar bu müdahalenin yanında olduğu hiçbir zaman bilinmez. Daha doğrusu, halk adına yapılan müdahalelerde halk hiçbir zaman yoktur.”
(İbrahim KARAGÜL: 02.05.2007, Yeni Şafak Gazetesi)
Birlikte yaşama, paylaşma, yardımlaşma ve dayanışma bilinci planlı ve kasıtlı bir şekilde zayıflatılıyor, insani değerler geri plana itiliyor. Sözde laiklik, demokrasi, yurtseverlik, kamu yararı, “vatan elden gidiyor”, “cumhuriyeti kurtaralım” v.b soyut ve göz boyamaca ifadelerin arkasına sığınılıyor, bu kavramlar çoğunlukla ve yoğunlukla sloganlaştırılıyor.
Bu tür hadiseler, gelecek süreçte zıt kutuplu bir toplumsal yapının Türkiye’de hakim olacağının işaretlerini veriyor. Etnik ve ideolojik temele dayalı, birbirinin değerlerine yabancı ve birbirini algılamakta zorlanan, ontolojik ve epistemolojik açıdan farklı bir kimlik ve kişilik sorunuyla karşılaşacağımız tartışma götürmez bir gerçektir.
Ülke nüfusunun kahır ekseriyeti yok sayılmakta, halk kesimleri hep dışlanmakta, alaya alınmakta ve sosyal yaşamdan soyutlanmaktadır. Mutlu azınlığın çıkarları ülke siyasetine hakim olmakta, azınlığın çoğunluğa tahakkümü artarak devam etmektedir. Bu azınlık, kendi menfaatlerinin tehdit edildiğini gördüğü veya hissettiği bir vasatta anında “darbe çığırtkanlığı” rolünü oynamakta, balans ayarlarını, asker postallarını ve tank paletlerini “demokratik bir mücadele metodu” olarak telakki etmektedir.
Halka hep tepeden bakan, halkı küçümseyen, halkın beklentilerine yanıt vermeyen, halk kitlelerine “sürü” nazarıyla bakan, halkın kutsallarına saldıran bir yaklaşım biçiminden, perspektiften, paradigmadan, metodolojiden ülkeye ve topluma ne hayır gelebilir?
Bu süreçten sonra büyük bir ihtimalle; laik-anti laik, modern-geleneksel, merkez-çevre, sol-sağ, Alevi-Sünni, ilerici-gerici, seçkinci-halk v.b kavramsallaştırmalar, parçalanmalar ve ayrıştırmalar diyalektik mücadeleye, sosyal kutuplaşmaya, kavga, çatışma ve çarpışmalara zemin hazırlayacaktır. Bilinçli, planlı ve maksatlı bir şekilde bu ortam oluşturulmaya, geliştirilmeye ve yaygınlaştırılmaya çalışılmaktadır.
Militarist, hoşgörüsüz, duygusuz, sevgisiz ve saygısız, eleştirmeyen, sorgulamayan, diğerini/ötekini kabullenmeyen, sürekli değerler çatışması yaşayan, dini ve ahlaki ilkelerine yabancı, toplumsal yozlaşmayı çağdaşlık olarak algılayan, aidiyet duygularından koparılmış ve sonuçta adeta “iğdiş edilmiş”, tek düze bir toplum modeli dayatılmaya yoğun gayret sarf edilmektedir. Bu durumu asla kabullenmemeli, bu tür oluşumları etkisizleştirmek yahut yok edebilmek için kolektif bir irade, şuurlu bir aksiyon veya aktif bir “direnç mekanizması” mutlaka geliştirilmeli ve uygulamaya dönüştürülmelidir…