Mustafa ATAV
İKTİDAR-LAR-I ELEŞTİRMEK NE ZAMANDIR KABAHAT OLDU?
Türkiye, öncesi bir tarafa Osmanlı’nın son bulduğu zamandan bu yana, üzerinde çok zor süreçlerin yaşandığı bir coğrafya yani dememiz o ki; bu coğrafya üzerinde İttihat ve Terakkinin entrikalarına, yedidüvele ve iç düşmanlara karşı yapılan savaşlara, M.Kemal’in kendi insanının hayrına gördüğü ama gerçekte hem toplum hafızasının silinmesinin hem de kendi geleneğinden koparılmasının oluşturduğu türlü problemlerin kaynağı olan inkılâpların uygulanış biçimine ve maalesef bütün bu faktörlerin sebep olduğu zulüm ve gerilimlerin yaşanmasına şahit olan bir tarihimiz var bizim..
Keza tek şef döneminin zulmü, o döneme yine erbabınca malum sebeplerle son verdiği söylenen DP iktidarının Başbakanı Menderes ve iki mesai arkadaşını idama götüren 27 Mayıs 1961 ihtilali gibi başka bir zulümle sona erdirilmesi; darbe ve muhtıra geleneğinin o günkü konjoktürde yaşatılmasını ve kendi ikballeri için sivil otoriteyi hizaya çekme adına gerçekleştirilen 12 Mart 1971 muhtırası; devamla yine beceriksiz iktidarların, kendi hırsları nedeniyle bir türlü görmek istemedikleri ve yüzlerce gencin, insanın ölümüne sebep olan türlü entrikaların şekil bulduğu 12 Eylül darbesiyle alaşağı edilmesi ve 12 Eylül istibdat rejiminin, kendi zulümlerini sorgulanamaz kılan bir kabulle dayattıkları anayasayı alternatifsiz koşullarda tescil ettirilmesinin sağladığı güven duygusuyla iktidarı teslim ettikleri; ama ikram edilen iktidar nimetini insanlığın hayrına değerlendirmeyen, bilakis mutlu azınlıklara peşkeş çekerek har vurup harman savuran Özal dönemi; yine beceriksiz ve yine kendi insanına zulmetmeyi marifet sayan iktidarların fırsat verdiği 28 Şubat gibi tarihi kırılmaların hep kahır, hep kahır eksenli yaşandığı bir geleneğe sahibiz..
28 Şubat’tan sonra egemen güçlerce iktidar kılınanlar, bir türlü eksilmek bilmeyen arzu ve hırslarını önplana çıkararak, her zaman olduğu gibi ülkeyi siyasal, sosyal ve ekonomik krizlere doğru yelken açtırmışlardır. Haliyle, bunun halk nezdindeki karşılığı da global ve derin güçlerin bile tahammül edemediği basiretsizliklerin karşılığı da kökü Milli Görüş geleneğine mensup ama T.Özal’ın partisinde olduğu gibi içinde başka siyasal renkleri de barındıran ve yılların mağduriyeti sebebiyle de bütün Müslümanların umut bağladığı AKP’ye iktidarı devretmelerinden başka bir şey değildi.. İktidar olmasının akabinde Milli görüş geleneğinden geldiklerine vurgu yapılarak aba altından sopa gösteren muhalefetin baskısı sonucuyla, biteviye İslamcı bir parti değil, aksine laik ve demokrat bir parti olduğunu deklare eden AKP’nin uyguladığı politikalara dahi razı olamayan derin unsurlar, sonrasında hakkında bir çok şey söylenen 27 Nisan 2007 E-Muhtıra geleneğini başlatarak mevcut hükümeti hizaya çekmek istemişlerdir..
Geçmiş geleneklerin aksine bu tür baskılara boyun eğmeyen bir görüntü veren AKP, halkın da teveccühüyle yaklaşık 9 yıldır iktidardadır. AKP’nin yine geçmiş yıllara inat ve kendi söylemine uygun olarak “Demokratik Açılım Paketi” çerçevesince ülkeyi ve ülke insanını rahatlatacak girişimlerde bulunması, ulusalcıları, Kemalistleri, milliyetçileri vb. kanatları rahatsız ederken, Müslüman kamuoyunu ve yıllardır “öteki” muamelesi gören diğer kesimleri memnun etmiş ve bu sürecin AKP ile omuz omuza desteklenmesi gerektiği yine bu kamuoyuna mensup sivil toplum örgütlerince, kendilerini solcu, demokrat, liberal ve özellikle İslamcı diye tanıtan aydınlarca seslendirilmeye başlanmıştır..
Kürt Dosyası, Alevi Açılımı ve Roman Açılımı, Demokratik Açılım gereği ve içeriğince yürütülürken, bunlardan rahatsız olanların süreci akamete uğratma girişimleri ortadadır ki bunun karşılığı da nevzuhur bir iddia olan “Sivil Darbe” söylemidir.
Düne kadar hükümete destek veren sol-liberal kesimlerden bazılarının, nasıl olduysa süreçten rahatsızlıklarını ve ülkenin giderek “Tek Parti” dönemine evrildiğini dillendirmelerinin kime hayır getireceğini ve kimlere hizmet ettiğini de yaşayanlar görecektir.. Müslüman kamuoyu denilince Türkiye’de etkin rol sahibi, üstelik geçmişte bir üstadın dediği gibi, destek verdikleri partiyi iktidar kılacak kadar güç ve çoğunluğa sahip cemaatlerin akla gelmesi tabiidir. Nur cemaatinin, diğer cemaatlerin ve tarikatların kendilerine ait TV, dergi ve gazeteler vasıtasıyla süreci destekledikleri ayan beyan ortadadır ki bu da eşyanın tabiatı gereğince zaten olması gerekendir..
Fakat bunun yanında, malum sürecin görünen ve iddia edilen şekliyle tüm insanlığa fayda sağlayacağı ihtimalini göz ardı etmeden, aslında açılımların gölgesinde saklı tutulan ve insanlığa reva görülen haksız uygulamalara, eksik ve zaaflara, inandığı değerler adına iyiliği emir ve kötülüğü men esasına işlerlik kazandırarak tepki gösteren Müslüman âlimler, aydınlar da var.. Ama onlar, bilhassa Özal dönemi merkeze alınarak ve sanki kendileriyle oturup istişare edenler, danışanlar varmış gibi kendi hayırlarına gördüğü günümüz açılımlarının önü alınacağı vehmiyle maalesef aymazlıkla, cehaletle, basiretsizlikle suçlanmaktadırlar..
Oysaki bir söyleşi sırasında(M.İslamoğlu); ”Müslüman âlimler ve aydınlar arasında da kafası karışık olanlar var. Yani bu taktik ve stratejik bir karışıklık değil, çok temel bir karışıklık. Bu bana Özal’a bakıştaki yamukluğu hatırlatıyor. Özal döneminde de kimi İslamcılarımız, hatta İslamcı üstatlar, İslamcı ağabeylerden bazıları şimdi hatırlıyorum, acayip bir muhalefet yürüttüler. Peki, dönüp baktığımızda ne oldu? Onlar mı haklı çıktı, yoksa gerçekten Özal mı haklı çıktı? Özal’ın attığı o temeller olmasaydı bu gün bu bağırsak temizliği nasıl yapılabilirdi? Maalesef elini ve kalbini taşın altına koymayan bazı İslamcılarımız dışarıdan gazel okumayı daha çok seviyorlar. Ve bu noktada ben siyasi basiretsizlik görüyorum. Ciddi bir siyasi basiret zaafı var. Olayı ait olduğu bütün içinde okuma körlüğü yaşanıyor.” tarzında yapılan bu açıklamalar, Müslümanların insana hizmet merkezli, bilhassa Tevhid eksenli olarak sürecin daha iyiye doğru gitmesi için dillendirilmesi gereken tenkit ve eleştirilerin önünün almaktan başka bir şey değildir.
Açıkça ifade edelim ki, kendi dışındaki Müslüman kesimleri bu tarz beyanlarla töhmet altında bırakmak yani muhalif söylem sahibi Müslümanları, Özal dönemine adeta rahmet okuyarak yamuklukla nitelemek, bilelim ki yazının devamında ele almaya çalışacağımız Hz. Resul örnekliğiyle bağdaşan bir durum değildir. Ta eskiden bu yana, Müslümanlara demokrasi başta olmak üzere liberalizm, Makyavelizm, pragmatizm vb. gibi kavram ve karşılıklarına İslam inancı ve düşüncesinden yola çıkarak mesafeli olunması gerektiğini tavsiye ve telkin edenlerin, söyleşide ifade edildiği şekliyle sürece ve süreci yönlendiren partinin ideolojik kabullerine eklemlendirecek karşı önerilerde bulunmaları, altını çizerek ve buradan bakarak söyleyelim ki anlaşılır ve kabul edilir değildir.
Üstelik ister Özal dönemine mahsus olsun, ister elan yaşadığımız sürece ilişkin olsun, birçoğunun rahmet-i rahmana kavuştuğunu umduğumuz tevhidi duyarlılık ve anlayışlarla muhalif söylem geliştirenlerin, söyleşide ifade edilen şekliyle basiretsizlikle ve yamuklukla tanımlanmaya çalışılması ise asla kabul edilir değildir. Erbabınca malumdur, sosyo-psikolojik ve siyasal kabuller gereğince İktidar, erk ve benzerleri sorunlu kavramlardır. Bu kavramların beden bulduğu şahsiyetlerin yani yönetici durumunda olanların karşısında, vahiyle ve Hz. Resul örnekliğiyle sabit olan tenkit ve eleştiri, hak ve adalete davet, iyiliği emr ve kötülükten men gibi esasların hakkını vermediğimiz sürece, Hz. Osman dönemiyle başladığı kabul edilen, Muaviye ve oğlu Yezid’in türlü zulümlerle muhkem kıldıkları iktidarlarıyla şekillenen fitnelerin ve iktidar kavgalarının benzerlerini günümüzde de olduğu gibi biteviye yaşanması ve yaşatılması kaçınılmazdır..
Özellikle vurgulayalım ki bir takım girişimlerinin hakkını vermek adına, siyasi basiret ve süreci iyi okumak adına Hz. Peygamber ve sonraki olumlu sürecin örnekliğinden daha çok, geçmişin Özal döneminden ders alınmasını tavsiye ederek AKP’yi dokunulmaz kılmaya çalışan refleksler inandığımız değerlere yakışan şeyler değillerdir. Bunu seslendirmek de insanların, toplumların ve özellikle şimdilerde vurgulanan şekliyle Müslümanların faydasına olanları görmezden gelip inkâr etmek ve bu faydanın önünü almaya çalışmak değildir. Öte yandan iktidarın, demokratik açılımlar hatırına, bilhassa zaten mağdur, zaten yoksul ve işsiz olan insanları daha da garibanlaştıracak uygulamalarını gözden kaçırmak veya görmezden gelmek bir Müslümanın göstereceği refleks değildir. Fakat ne yazık ki bu tarz eleştiriler zaman ve zemin hesabı bahanesi ile yersiz bulunmakta ve hafife alınmaktadır. Özetle karşı eleştiri anlamında dile getirilenler şunlardır:”İnsanların işsiz, mağdur, yoksul, sefil oldukları gerçeğine değinilmesinin şimdi zamanı değildir..
Hem zaten rızık Allah’tandır ve insanlar her şeyi hükümetlerden beklemeden, kendi girişimleriyle kendi sorunlarını çözmelidirler. Üstelik işsizlik, açlık, yoksulluk sınırlarına ilişkin rakamlar mübalağa cinsindendir ve zaten tüketim kompleksine sahip olanlar ve şükür, kanaat nedir bilmeyenler tarafından belirlenmişlerdir (!). Ve bilinsin ki sırf bu sebeplerle iktidara muhalefet edilmesi demokratik (!) süreci akamete uğratacaktır. Ve ayrıca, Müslümanların süreç sonunda elde etmeleri kuvvetle muhtemel özgürlüklere de kavuşulmaması demektir. Yani dem yoksulluğun, işsizliğin vb. insana dair sorunların dile getirileceği dem değildir. Aksine sonuçta yine insana hizmet edeceği, insana hizmet götüreceği varsayılan demokratik açılım zamanıdır. Ve bunu da ancak E-Muhtıra dolayımında TSK’yı hizaya çeken, darbe heveslilerine de Ergenekon dosyasıyla, kozmik oda soruşturmasıyla kafa tutan AKP gerçekleştirebilir.” İçinde haklılık payı var gibi görünen yani yılların öfkesinin ve ezilmişliğinin harflerle biçimlendirildiği bu söylemlerde saklı olan kabullere göre, önemli olan devlet, iktidar ve toplumları temsilen kurumlardır ve bu bağlamda gelişen tartışmaların arkaplanına bakarsak, aidiyettir, mensubiyettir. Bireyin öncelikleri, insan olarak arzu ve istekleri ertelenebilir bir şeydir çünkü!
Oysaki Hz Muhammed’in örnekliğiyle gelişen, Hz.Ebubekir’in, Hz. Ömer’in ve kısmen de diğer halifelerin örneklik mirasının hakkını vermeleriyle devam eden Müslüman hassasiyetine göre, kurumlardan daha çok “insan” önemlidir.. Yönetim ve teba arasındaki ilişkinin insan merkezli olarak sağlıklı yürütülmesi de şimdi sırası gelmişken açmaya çalışacağımız asr-ı saaadet dönemiyle gelişen örnekliğe bağlıdır.Hz. Muhammed, bilindiği üzre yaşamı boyunca bireysel ilişkilere hassasiyetle önem vermiş, beraberinde toplumsal düzenin sağlanması adına Kur’an’ın öngördüğü istişare, şura, meşveret, danışma vs. gibi kavramlara işlerlik kazandırmış ve böylelikle kendisinden sonraki süreçte insanların birbirlerine nasıl davranması gerektiği husunda usvetül hasene kabülünce örneklik göstermiştir.
Hz. Peygamberin, Akabe beyatında insanlara hiçbir kınayıcının kınamasından çekinmeden doğruları seslendirmelerini tavsiye etmesi; Bedir savaşında ashabının onayını aldıktan sonra savaşa çıkması ve mevzilenecek yer konusunda ashabdan birinin tavsiyesine itibar etmesi; yine esirlere gösterilecek muamelenin biçimi hususunda, Hz. Ömer’in sonrasında ayetle teyit edilen önerisine kulak vermesi (Enfal:67); Uhud savaşında çoğunluğun tavsiyesine uyarak Medine dışında savaşma kararı vermesi; Hendek savaşında, Selmani Farisi’nin Medine etrafında hendek kazma önerisini kabul etmesi; İfk hadisesinde Hz. Ayşe’ye nasıl davranması gerektiğini insanlara danışmanın akabinde eşini baba evine göndermesi; Huneyn savaşında, ganimet taksimi konusunda yapılan itirazlara kınayıcı ve ororiteryen tavırla karşılık vermemesi; köle eşlerin aralarındaki problemlerde kendi tavsiyesine itiraz eden bir kadına ses çıkarmaması; Hudeybiye antlaşmasında, sonrasında haklı çıktığı kendi kararına şiddetle tepki gösteren Hz. Ömer’in tavrını olgunlukla karşılaması; Hz. Ömer’in, yine ayetle teyit edilen münafıkların namazlarını kılmama hususunda gösterdiği tepkiye (Tevbe:84), ”Ben ne diyorsam o!” şeklinde icbar edici bir tutum sergilememesini hikâye eden rivayet örneklerinden de anlaşılacağı üzre istişare, meşveret, şura, danışma vs.nin hakkını verdiği, tenkit ve eleştirilere, farklı fikir ve düşüncelerin beyanına imkân tanıdığı hem Kur’ani ve hem de tarihi bir gerçekliktir..
Hz. Muhammed’in rıhletinin akabinde halife seçilen Hz.Ebubekir’in; “Eğer doğru hareket edersem, bana yardım edin. Yanlış yaparsam, beni düzeltin. Şurası muhakkaktır ki, doğruluk bir emanet, yalan ise bu emanete hıyanettir. Aranızda zayıf olan, Allah’ın izniyle hakkını kendisine verene kadar benim yanımda kuvvetlidir. Aranızda kuvvetli olan, Allah’ın izniyle zayıfın hakkını ondan alıncaya kadar, benim yanımda kuvvetlidir. Allah’a ve Rasulüne itaat ettiğim sürece bana itaatle mükellefsiniz. Eğer bu yolu terk eder, sınırların dışına çıkarsam bana itaat etmek zorunda değilsiniz. Ben, ancak Allah ve Resulünün yolunun takipçisiyim”… Ve Hz. Ömer’in; “Ey İnsanlar! Size anlatmak istediğim şudur: Emanet olarak tarafıma tevdî ettiğiniz devlet işlerini yürütebilmem için benimle işbirliği yapacaksınız. Ben de sizin gibi bir insanım. Bugün, siz hangi haklara sahipseniz benim de aynı haklara sahip bulunduğumu, sizinle eşit olduğumu belirtmek isterim. Aranızda isteyen benimle aynı fikirde olabilir, farklı düşüncede olan da olabilir. Ben size, mutlaka benim isteklerime uyacak ve benim dediğimi yapacaksınız demiyorum” şeklindeki beyanları, Resulullah’ın örnekliğini kuşandıklarının göstergeleridir. Öte yandan üçüncü halife Hz. Osman döneminde ise tenkit ve eleştiri, özgür düşünce ve fikir beyan etme durumunun fitnelerin başlamasına sebep olacak bir şekilde kısıtlandığını ve bu tarz uygulamayı da Hz. Ali gibi statü sahibi güçlü şahsiyetlerin eleştirilerine kulak verilirken, Ebu Zer ve Amr b. Zürâre gibi güç, statü, kabile desteği olmayanları sürgüne gönderildiğini ve Hz. Peygamber’in bazı tavsiyelerine itibar edilmediğini hikâye eden rivayet örneklerinde görmek mümkündür..Son halife Hz. Ali, Hz. Resul’den devraldığı mirasın hakkını vermeye çalışsa da Muaviye’nin bu mirasa itibar etmeyerek geliştirdiği entrikalar nedeniyle esas tarihi kırılmaların önü alınamamış ve onun oğlu Yezid’le de devam etmesi istenen bir sürece davetiye çıkarılmıştır. Muaviye ve oğlu Yezid’e Kur’an’dan, Hz. Muhammed’den yola çıkarak tenkit ve eleştiri getirenlerin başlarına gelenler ise herkesin malumudur.
Vahye rağmen ve bizatihi Hz. Muhammed’in şahit olunan örnekliğine rağmen biçimlenen iktidar hırsının, insanlara tahakküm etme, mala, mülke, ganimet vb.lerine sahip olma arzusunun Kur’ani karşılığı ise zalimlikten başka bir şey değildir. Hz. Muhammed ve Halifeler dönemi örnekliği bağlamında dile getirdiklerimizi özetlersek; Hz. Peygamber, kalbine ilka edilen vahyi dillendiren biri olmasına rağmen ashabına, çevresindeki insanlara hiç bir zaman dayatmacı yani otoriteryen bir tavır sergilememiş, bilakis her konuda onlara danışarak düşünce ve fikirlerinden faydalanmaya çalışmıştır. Ve böylelikle, zaten Kur’an’ın da emri olan şura/istişare ilkesine, yaşadığı her vasatta işlerlik kazandırarak gelecek nesillere vazgeçilemez örneklikler göstermiştir. Bu örneklikleri sahiplenenlerin bireysel, toplumsal ve siyasal anlamda başarılı oldukları ve aksine davrananların da fitne ve fesada yol verirken, zulüm kavramına da meşruiyyet kazandırdıkları yine tarihsel, sosyal ve siyasal gerçeklikler bağlamında erbabının malumudur.
Unutmayalım ki Hz. peygamber Kur’an’da da öngörülen, toplumun en alt katmanını temsil eden kölelerin özgürlüğünü sağlayarak eşit düzlemde davranmış, onların, diğer yoksulların ve çalışanların haklarının verilmesi için de sürekli tavsiyelerde bulunmuştur. Hz.Ebubekir ve Hz. Ömer gibi mümtaz şahsiyetlerin de kendilerine miras bırakılan örnekliklerin hakkını vermede azami gayret gösterdikleri tarihi vesikalarda kayıtlıdır.O halde dağda, çocuklarını avutmak için tenceresinde taş pişirmeye çalışan nine karşısında yaşanılan mahcubiyetin hikâye edilmesi vb. örnekler, duygusal ve yersiz refleksler olarak görülmeyecekse ve ne alakası var denilmeyecekse şayet şimdinin iktidarında görev almış ve kendilerinin Müslüman olduklarını beyan edenler inandıkları değerlerin hakkını vermek zorundadırlar.Özellikle ve altını da çizerek söyleyelim ki bütün bunları bizlerden daha fazla bildiğini varsaydığımız aydın, âlim vasfına sahip olan zevat da yanlış inanç ve eylemler, eksik ve zaaflar noktasında tenkit ve öneride bulunanları gafletle, basiretsizlikle, yamuklukla suçlamamalıdırlar.
Tekrardan Kur’an’ı ve Hz. Peygamber örnekliğini merkeze alırsak, iyiliği emir, kötülükten men görevinin sadece yönetilen insanlara karşı değil, bilhassa yöneticilere, iktidarlara karşı ifa edilmesi zorunluluğu ortadadır. İktidar partisinin,”Biz İslamcı bir parti değiliz. Dolayısıyla yapıp etmelerimizin İslama fatura edilmesini istemeyiz ama birey olarak sorarsanız elbette Müslümanız..” tarzı söylemleri ve “hazır açılım filan denilmişken, özgürlükler noktasında mesafe kat edilmesi söz konusuyken, yıllardır darbe türküleri söyleyen kesimler hesaba çekilirken ve darbeyi bizatihi yapan askeri cenah hazır demokratik bir anlayışı sahiplenmişken ve küresel dengeler hazır bizim lehimize gelişirken…” diye devam eden bu ve benzeri ifadelerin stratejik tespitler olarak yorumlanması sorumlukları hafifletiyor değildir.. Bilakis, Hud:116-117, Al-i İmran:104, Hac: 41 vb. ayet örneklerinden de anlaşılacağı gibi insana daha çok mükellefiyetler yüklendiği ortadadır.
E, bütün bunlardan sonra, bilhassa âlim oldukları varsayılanların, iktidarların yapıp etmelerine karşın sorumluklarının kat be kat fazla olduğunu söylememe bilmem gerek var mı?Hem de gururla tabi olduklarını söyleyip durdukları Hz. peygamberin, asr-ı saadet dönemine şahit olan seçkin şahsiyetlerin, mezhep imamlarının ve daha nicelerinin örnekliği gözlerine sokulurken(!)
Ne alakası var efendim, demeden, “Az gittik uz gittik, dere tepe düz gittik. Bir de döndük baktık ki bir arpa boyu yol gitmişiz”.. tekerlemesine sözü olan varsa, buyursun… Hud:116-117: ”Sizden önceki nesillerden akıllı kimselerin, (insanları) yeryüzünde bozgunculuk yapmaktan menetmeleri gerekmez miydi?
Fakat onlar arasından, ancak kendilerini kurtardığımız pek az kişi böyle yaptı. Zulmedenler ise, kendilerine verilen refahın peşine düşüp şımardılar ve suç işleyen (insan)ler olup çıktılar. Halkı ıslah edici kimseler olsaydı. Rabb'in, o şehirleri haksız yere helak edici değildi.”Al-i İmran:104: ”Sizden; hayra çağıran, (marufu) emreden ve kötülükten (münkerden) sakındıran bir topluluk bulunsun. Kurtuluşa erenler işte bunlardır.”Hac: 41: ”Onlar (o kimselerdir) ki, kendilerine yeryüzünde iktidar verdiğimiz takdirde (zorbaların yoluna sapmazlar, bilakis) namazı kılarlar, zekâtı verirler, iyiliği emrederler, kötülükten vazgeçirmeye çalışırlar..."