Hikmet ERTÜRK

05 Ocak 2010

İMANIN HAKİKATİ

İman; Güvenme, verilen bir habere kalpten inanmak, haberi getireni tasdik etme; bir şeye tereddüde düşmeksizin inanmak demektir.

İmanın hakikati; "mutlak tasdik"dir. Yani, bir şahsa, bir habere veya bir hükme, kesin olarak ve gönülden inanmak, onu doğrulamak, sözünü doğru kabul etmektir.

İman, kalpten inanmak, bir şeye tereddüde düşmeden inanmaktır. Hayat içerisindeki bocalamalarımıza bakarsak, yaşayış şeklimizin İslam’ı siyasi bir güç olduğu için seçip Peygamberden dünyalık taleplerde bulunan bedevilerin yaşam biçimine benzediğini görürüz. Rabbimiz bu inanış şekline karşı bize uyarılarda bulunuyor. Mevcut durumun imanla uzaktan yakından alakası olmadığını, söylenenlerin ise sadece dilde kalan bir aldatmaca olduğunu bildiriyor. Çünkü Mü’minler Allah ve Resulüne iman eden ve bu konuda asla şüpheye düşmeyen, Allah yolunda malları ve canlarıyla savaşan kimselerdir.

"Ey Muhammed! Bedevîler; iman ettik, derler. Sen onlara şöyle de: Hayır iman etmediniz. Siz ancak; "Müslüman olduk, yani teslim olduk" deyin. Çünkü henüz iman kalbinize girmemiştir" (Hucurat–14)

Gerçek mü'minler ancak Allah'a ve Resulüne iman eden, ondan sonra asla şüpheye düşmeyen, Allah yolunda mallarıyla canlarıyla savaşanlardır. İşte iman sözlerinde doğru olanlar onlardır.(Hucurat–15)

Yukarıdaki ayetlerden de anladığımız üzere iman kalbi bir olaydır. Zaten yaşadığımız sorunların büyük bir bölümü de bu karışıklık sebebiyle ortaya çıkmaktadır. İman kalblerimizde yer etmediği halde büyük eylemlerin hayaliyle ve kuru söylemlerle vakit öldürüyoruz. Fakat Rabbimizin bizleri sınadığı küçük bir durumda bile geri adım atmak zorunda kalıyoruz. Çünkü iman henüz kalplerimize girmemiştir. Yukarıda da belirttiğimiz gibi eğer gerçekten iman kalplerimizde yer etseydi ve asla şüpheye düşmemiş olsaydık, Allah yolunda mallarımızla ve canlarımızla savaşmayı göze alabilirdik.

Dikkat ederseniz ayetlerde Kitabın bütününde de olduğu gibi iman-amel bütünlüğü söz konusudur. Yani Allah ve Resulüne iman etmek, bu noktada asla şüpheye düşmemek, Allah yolunda mallarımızla ve canlarımızla savaşmayı gerektiriyor. Tersinden okursak Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla savaşanlar Allah ve Resulüne gerçekten iman eden kimselerdir.

Bir diğer önemli konu ise canlarımızla vereceğimiz savaşın öncesinde sürekli mallarımızdan bahsedilmesidir. Bu olay Kur’an'ın birçok ayetinde tekrarlanmaktadır. Bu uyarılarda Rabbimiz dünyaya olan bağlılığımızın ne denli ileri boyutlara vardığını vurgulamaktadır. Öyle ki, malından vaz geçemeyen bizlerin can tehlikesi ile ilgili bir durumun içerisinde yer alması mümkün değil. Zira malından vaz geçemeyen kişi canından asla vaz geçemez. O halde bugün yapılan şey Allah’ın sözlerinin bir kısmını yaşamaktan ibarettir. Yani cihad ve şehadetin gündemimizde yer almadığı, dolayısıyla bu gibi durumların yaşanmadığı bir dini anlayışa sahibiz. Üstelik ayetin sonunda imanın ispatı olarak Allah yolunda mallarımız ve canlarımızla savaşmak zikredilmiş. Bizler iman ettiğimizi söyleyebiliriz fakat Allah’ın sözlerini hayatımızda yaşanır kılmıyorsak bu bizlerin Allah tarafından 'yalancı' olarak adlandırıldığımız anlamına gelir. İşte tüm bu konularda Kur'an'a bütüncül bakmak yerine parçacı bir yaklaşımı tercih eden çarpık zihniyet iman zafiyetinden kaynaklanmaktadır.

Bu noktada İman mefhumunu bir müfessirden aldığımız şu güzel alıntıyla açarsak sanırım konu daha güzel anlaşılacaktır.

"İman kalbi bir olaydır ve bu kalbi olay gerçekleşmedikçe iman söz konusu değildir. Bu nedenle akli delillerle veya dininin gerekliliği ya da vazgeçilmez oluşuna istinaden belirli bir ilmi düzeye ulaşmış birinin kalben bu yargısına teslim olması ve bir tür teslimiyet, alçakgönüllülük ve kabullenmeden ibaret olan kalbi fiilleri yerine getirmesi gerekir ki, mümin olabilsin. İmanın kemali tatmin olmadır, iman güçlendikçe kalp de tatmin olmada kendiliğinden gelişecektir. Ve bütün bunlar ilimden farklı şeylerdir.

Aynı şekilde bir şeyi delillere dayanarak kavradığın halde kalbinin buna teslim olmaması veya bu bilginin hiçbir yarar sağlamaması da mümkündür. Sözgelimi sizler ölünün hiç kimseye zarar veremeyeceğini, dünyanın bütün ölülerinin bir sinek kadar olsun herhangi bir etkiye sahip olmadığını, bütün bedensel ve nefsi güçlerin ölüden ayrılıp gittiğini aklınızla değerlendirip kavradığınız halde, sırf kalbiniz bu hususu kabullenmediği ve aklınıza teslim olmadığı için bir tek gece olsun bir cesetle aynı odada kalamazsınız. Ama kalp akla teslim olur da cesedin durumunu kabullenecek olursa, bu iş size çok kolay gelecektir. Nitekim birkaç girişimden sonra kalbiniz tatmin olur olmaz ölüden hiç korkmamaya başlarsınız.

Anlaşıldığı üzere kalbin hazzı olan teslimiyet, aklın hazzı olan ilimden başka bir şeydir. Çünkü bazen kişi yaratıcıyı, O'nun birliğini, ahireti ve diğer hak inançları akli delillerle ispatlar ama buna rağmen ona iman etmez. Bu durumda söz konusu kişi mümin kabul edilmez. Tersine ya kâfirlerden sayılır ya da münafık ve müşriklerden.’’

O halde herhangi bir şey hakkında bilgi sahibi olmak ve bunu dil ile ikrar etmek iman etmek manasına gelmiyor. Çünkü Allah’a ve Resulüne inandığımızı söyleyen bizlerin yaşamakta olduğu hayat buna en güzel örnektir. Dilimizle Allah’a ve öteki dünyanın varlığına inandığımızı söyleyen bizlerin sanki Allah ve öteki dünya yokmuş gibi bir hayat sürüyor olması iddiamızın sadece dilde kaldığını, kalbe inmediğini ispat ediyor. İnanıyoruz fakat iman etmiyoruz. İşte bu inanış tarzı dünyaya ve ayartıcı isteklere bağımlı bir hayat sürmemize sebep oluyor. Böylelikle yüksek sesle yaptığımız itirazlar sadece kendi çıkar ve menfaatlerimizle ölçülü olmaktadır. Bu sefil hayatı yaşıyorken ölüm bizi yakalar ise ve Rabbimizin karşısına bu halimizle çıkartılırsak "İman ettik" iddiamıza Rabbimizden şöyle bir karşılık gelebilir; Hayır, iman etmediniz. Siz ancak; "Müslüman olduk, yani teslim olduk" deyin. Çünkü henüz iman kalbinize girmemişti. (Hucurat–14)

Eğer kalbimizi yalnızca Allah’ın egemenliğine açabilirsek Allah’tan başkasını etken olarak kabul etmeyiz ve O'ndan başka hiç kimseden, herhangi bir makam ve mevkii talebinde bulunmayız. Bu şekliyle hiç kimseden iltifat ve övgü de beklemeyiz. Dinimizi yaşıyor olmamızda başkalarıyla ilgili olmayız. Başkalarının bizi kınamasından ve bizim hakkımızda söyleyeceklerinden etkilenmeyiz. Böylece bir ileri bir geri giden bocalama halimiz son bulur. İman mutlak tasdiktir, tereddüde düşmeksizin inanma halidir demiştik, eğer tereddütlerimiz varsa ve bu bizleri kardeşlerimizle bir olmaktan alıkoyuyorsa, İslam yolunda mallarımızla, canlarımızla hep birlikte çaba sarf etmemize engel teşkil ediyorsa, bu, gerçek manada iman etmediğimiz anlamına gelir. Ve bu, bulunduğumuz ortamdan etkilendiğimizi ve bu ortamın bize sunacağı faydalar ile alakadar olduğumuzu gösterir. Sözlerin doğruluğunu tasdik etsek bile bu kalbimizin hakikati kabul etmediğinin yani iman etmediğimizin resmidir. Bu şekliyle oturduğu yerde kalakalmış, sadece konuşan, konuştukları kalbine inmemiş kimseler olmaktan öteye gidemeyiz. Zira Allah’ın sözlerine inanan fakat hakiki manada iman etmeye yanaşmayan bir anlayışa sahibiz.

Rabbimizin onay vermediği bu pasif durumundan kurtulamayışımız içinde bulunduğumuz durumu kabul etmememizden kaynaklanmaktadır. Yani doğru bir iman anlayışımızın olduğunu zannetmekteyiz. Bu şekilde kabul gördüğümüz sürece hakiki manada imanı kuşanıp hayatlarını Allah’a adayan kardeşlerimizle herhangi bir sorun yaşamayız. Çünkü onların İslam’ın doğru algılanıp yaşanılması için savaştığı, sıkıntılar çektiği, bizlerin ise sadece dua ettiğimiz (işi Allah’a havale ettiğimiz) bir süreçte bizim açımızdan hiçbir sorun olmayacaktır. "Dua edelim de bu kardeşler bizleri gerçekten Allah’ın istediği gibi bir dini yaşamaya çağırmasınlar." Ta ki buraya kadar kusursuz bir bakışınızın olduğu bu kardeşlerimize karşı düşüncelerimiz değişecek, kusurlar görülmeye başlanacaktır. Bunun sonrasında kendimize uygun, imanımızın sorgulanmadığı,kazançlarımızdan eksilmenin olmadığı herhangi bir topluluk içerisinde yaşantımıza devam edebiliriz. Ancak dahil olduğumuz topluluğun ne olduğu ve oraya ne adına ayrılığa düşüp gittiğimizin iyi anlaşılması gerekmekte. Kur’an'ı doğru okumuş ve mesajı doğru algılamışken bu ayrılığımız / anlaşmazlığımız ihtiraslarımız yüzünden ise yeni katıldığımız bu din / topluluk Allah katında geçerli değildir ve bu bizlerden kabul edilmeyecektir.

Allah katında geçerli olan din İslâm'dır. Kitap verilenler, kendilerine bilgi geldikten sonra karşılıklı ihtirasları yüzünden anlaşmazlığa düştüler. Kim Allah'ın ayetlerini inkâr ederse bilsin ki, Allah'ın hesaplaşması çok çabuktur.(Al-i İmran–19)

İnşaallah Allah bizleri affeder ve bizi dosdoğru yola iletir, bizlere sorumluluktan kaçmayan bir iman bahşeder. Zira ancak bu şekilde öteki dünyanın varlığına şüphe duymaksızın korkularımızı yenmeyi öğrenebiliriz. Sürekli dilde kalan imanı, amellere yansıyan gerçek bir iman şekline dönüştürebiliriz. Öyle ki, bunu gerçekleştirmek bizi Ali Şeraiti'nin şu duasını dillendirme cesaretine sahip kılacaktır:

Allah'ım! Bana imanda "mutlak itaati’’ bağışla ki, dünyada "mutlak isyan’’ içinde olayım !

Rabbim ! Bana "kavgacı ve inatçı’’ bir takvayı öğret ki, sorumluluğun çokluğu arasında kaybolmayayım.

Beni perhizkâr, münzevi takvadan koru ki, tenhalık ve uzlet köşelerinde gizlenmeyeyim!

İşte ancak bu dua ile hakiki imana sahip olabilir ve tıpkı Al-i İmran suresinde bahsi geçen Müslümanlar gibi tüm yeryüzü müstekbirlerine karşı meydan okuyabiliriz.

Belki de… Kim bilir ?...

O kimseler ki, insanlar kendilerine "Düşmanlarınız size saldırmak için yığınak yaptılar, onlardan korkmalısınız" dediklerinde, bu sözden imanları daha güçlenerek Allah bize yeter, O ne güzel bir vekildir" dediler. (Al-i İmran–173)

Selam ve dua ile…