Hüseyin ALAN
İSLAM ÖNCESİ ARABİSTAN COĞRAFYASI -I-
4- ŞEHİR TANIMI VE MEKKE
Sosyologlara göre, bir yerleşim yerinin kent sayılması için olması gerekli temel bazı özellikler vardır. Bu anlamda kent sadece insan, bina ve eşya anlamında fiziksel varlıklar toplamı olan bir yerleşim mekânı değildir. Tersine onları da anlamlı kılan toplumsal yeni bir oluşum ve yaşam biçimidir. O nedenle, bir yerin kent olması için birbirleri ile bağlantılı en az üç farklı bileşenin bir arada var olması gerekmektedir. Bunlar:
1- Farklı etnik-kültür-inanç yapılarına haiz topluluklar (kendi köy-kasabasında homojen bir kabile veya aşiret iken) yeni bir toplum (kente göçtüğünde başka kabile veya aşiretlerle karışık olarak, heterojen) olarak bir arada var olacaktır. Onların toplamı, birbirinden farklı demografik ve fiziksel alt oluşumlar gibi daha da çeşitli dağılımlara dayanacaktır.
2- Farklı demografik yapılarda oluşmuş (etnik-kültür-inanç
gibi hangi ölçüye göre ayırsanız da) gurupların farklı sosyal davranışları, fikirleri ve kişilikleri o farklılıklarıyla birlikte yeni bir toplumu oluşturacak ve o toplumda var olacaktır. 3- Yeni topluluğun toplumsal işlerini görmek üzere oluşturduğu ve hep birlikte kabullendiği farklı ve yeni kurumların üzerine oturmuş yeni bir toplumsal örgütlenmenin ve farklı yeni bir siyasal sistemin onaylanıp kurulmuş olması gerekmektedir.
Bu perspektiften hareketle şu açılımlar yapılabilir; Kentte nüfus sayısı artmıştır. Sayıca daha çok nüfus, kent dışında doğmuş ama kentte ikamet eden daha çok çocuk, daha fazla sayıda kadın, daha fazla köle (modern çağda zenci veya emekçi), daha az doğum, daha yüksek ölüm oranı olmalıdır… Toplumsal yapı ve düzen olarak kentin özelliği, yakın akrabayla kurulan birinci ilişkilerin ve dayanışmanın yerini akraba dışında komşularla kurulan ikinci ilişkilerin ve dayanışmanın almasıdır. Bununla bağlantılı olarak akrabalık bağının ve ilişkilerinin zayıflaması, onun yerine mahallenin (komşuluk ilişkileri) öneminin artmasıdır. Giderek bu ilişkiler de çözülecek, bireysellik baş gösterecektir…
Burada hayat daha planlı olmuş, uzmanlık alanları ve işleri çoğalmış, birçok kurum oluşmuş, hukuk, kamusal işler gibi toplumsal işler grupların üzerinde yeni kurallarla yürütülmekte, işler de profesyoneller tarafından görülmektedir... Tüketim alışkanlığı, talepler ve beklentiler değişmiş, ürün ve hizmetlerde çeşitlilik artmış, yeni kazanç alanları oluşmuş, standartlar daha lükse kaymıştır… Dolayısı ile kavmin (cemaat) koruyucu kalkanı yok olmuş, asabiye özellikleri ve ahlaki tutumlar yeni değerlerle değişmeye başlamış, akrabalık, komşuluk dayanışması çözülmüş, kentin rasyonel düşünen yeni vatandaşı oluşmaya başlamıştır… (Bunların tamamı aynı zamanda dinden, dini referanstan da kopmak olduğu için yeni referansın ve toplumsallığın adı sivilizasyon’dur)…
Kentte, yoğun iş bölümü bireyi tek başına etkisiz kıldığı için artık o kendi başına bütün ihtiyaçlarını gideremeyecek, o nedenle de diğerleriyle ortak çalışmaya mecbur kalacaktır. Diğerleriyle birlikte iş yapmaya başlarken aynı zamanda birlikte yaşamaya da alışacaktır. Ekonomik, sosyal, siyasi ve kültürel tüm etkinlikler guruplarla birlikte başarıldığı için, gönüllü sosyal kuruluşlar da devreye girecek, yeni alışkanlıklar savunulacaktır… Nihayet aşırı bireysellik baş göstermiş ve insan “anomi” durumu ile tanışmıştır (yozlaşma, değerden kopmaya dayalı kişilik çözülmesi). O nedenle çeşitli suçlar, zihinsel hastalıklarda artış gelişecek, intiharlar baş gösterecektir. (Psikiyatri hizmetleri, psikolojik rehberlik ve konunun uzmanı doktorluk 18. Y.yılda bu nedenle gelişecektir!)
Ünlü sosyolog Weber, bir yerleşim biriminin kent olması için başka şartlar öne sürmektedir. Onun ölçülerine göre kentte, başta ticari ilişkilerin çeşitliliği ve yoğunluğu olmalı. Kale, Pazar yeri, kendine has bir mahkeme veya kısmen özerk hukuk bulunmalı ve bu işlerle ilgili bir gurup görevlendirilmiş olmalıdır. Siyasi işlerde ve mülkiyet konusunda kısmi özerklik (İmparatora karşı), seçimle iş başına gelmiş siyasi aktörler ve kendi kendine yönetim tarzı bulunmalıdır. Buradan bakınca Weber’in şehirleşme şartları diğerlerinden daha kapsamlıdır. Kendi ölçülerinin tümüne uymasa da, o da Mekke’yi de şehir olarak kabul etmektedir… Kimileri de kentte bir mabedin olması gerektiğini ilave etmişlerdir…
Batılı anlamda kent ve kentleşmenin, kentsel yeni toplumun genel çerçevesi yukarıdaki gibidir. Ortaçağdan başlayarak devam eden ve yeni kurulan kentler, endüstriyel üretimle bağlantılı olarak kırsaldan kente doğru göçle oluşan yeni toplumların, “civilizatıon” (dini referanstan bağımsız bilgi ve kültürün muhatabı, yeni inşa edilmiş ulus toplumun vatandaşı ve cemaatten bağımsız bireylerin toplamı olan yeni toplumsal yapılanma, yeni kültür, medeniyet…) olarak ifadesidir. Kilise otoritesinden, cemaatinden ve toprağa bağlı kölelikten (serf) özgürlüğünü kopartmış birey, aynı zamanda rasyonel davranan, kendi kazanıp kendi harcayan, kimselere hesap da vermeyen yeni kentlidir…
Hıristiyanlığın Katolik teolojisinden Protestan yorumuna geçişi, sermayenin (üretim araçları dediğimiz; emek-fiziki kaynaklar-makine-finans-
ulaşım-enerji-pazar… ilişkisi hep birlikte) yeni sahibi burjuva sınıfının tarihsel olarak sahneye çıkışı, imparatorlukların ulus devletlere dönüşmesi, hep birlikte toplumsal dönüşümü sağlayan ve birbirlerini etkileyen gelişmelerin toplam sonuçlarıdır bu kentler. Aydınlanma da denen bu yeni yaşam tarzı aynı zamanda seküler, hümanist insan merkezli yaratılış, varlık ve evren tasavvurunun, hayatı yeniden tanımlayıp inşa etmesi ile yeni bir toplumsal pratiğin oluştuğu ve örgütlendiği mekândır bu kentler… Bu mekânda din, dini algı ve dindar toplumsal pratik çözülecek, din, dünyevi planda tüm alanlardan çekilecek, yeniden yorumlanan din artık dar ve özel bir alana ait kılınarak etkisizleştirilecek, sembolik hale dönüştürülecek ve değersizleştirilecektir… Bu manada din, kapitalist burjuva ahlakını, kültürünü meşrulaştırırken dini ibadet, meslek ahlakına, fabrikada çalışmanın ve üretimin kutsallığına kadar indirgenecektir. Süreçte kapitalist üretim tarzı yaygınlaşacak, kentte karnını doyurmak için emeğinden başka satacağı hiçbir şeyi kalmayan (özgür!) insan, işçi sınıfı, burjuvanın belirleyeceği ücrete ve çalışma şartlarına razı gelecektir. Nihayet geleneksel cemaat yapısından ve dini aidiyetten kopuk kentli birey, güvenlik alanını da yitirdiği için, gönüllü kuruluşlar, ulus toplum yapılanması ve üst siyasal organizasyon olarak modern devlete ve demokrasiye kavuşacaktır!
Bu yeni bir algı, yeni bir toplumsallık, yeni bir yapılanma ve yeni bir yaşama biçimidir. Burada kent, kentsel mimari, kentsel yaşam, sekülerizmin hem rahmi hem de mabedidir. Ortaçağda kurulmaya başlanan, Avrupa’nın bu günkü alımlı ve görkemli meşhur kentlerinin kuruluş hikâyesidir bu aynı zamanda. (İslam’ın şehri, Medine’si bu değildir, ne mekân mimarisi olarak ne de toplumsal yaşam biçimi ve örgütlenmesi olarak, bu ikisini birbiriyle asla karıştırmamalı!)… işte sosyologların kentleşme ölçüleri ve değerlendirmeleri, bu açıklamaları kapsamakta, bu gelişmeleri kast etmekte, bu yeni toplumu tahlil etmektedir…
Türkiye'de son dönemlerde gerçekleştirilen kentsel dönüşüm projeleri, iki yüzyıldır sürdürülen modernleşme, uygarlaşma faaliyetlerinin, Batılı anlamda, kentsel topluma dönüşümün final çalışmalarıdır. Böylece, 1950’li yıllarda başlayan göçlerle oluşturulmuş çarpık kentleşme, farklı ideolojik talepleri beslediği, modern kent toplumuna dönüşümü engellediği ve çarpık toplumsallığı ürettiği için iş temelden çözüme kavuşturulmakta ve Batılı manada orijinal “modele” dönüştürülmektedir!.. Bu işlerin özellikle muhafazakâr iktidarlar eliyle yapılıyor olması başlı başına bir olaydır ama muhafazakârlığı sadece “dindarlık” sananlar için de ibretlik bir göstergedir!.. Bu faaliyetlerin sonunda, modern kentler, mimarisi ve yeni toplumsal yaşam biçimiyle bireyleri, seküler standart bir yaşam tarzının ve kapitalist düzeneğin parçaları olarak (tüm farklılıkları kendine göre değiştirip yeniden harmanlayarak) hizaya getirecektir!.. Bu durum, ayrıca toplumu, sermaye sahipleriyle mülksüzler olarak da sınıflı bir yapıda ayrıştıracaktır!..
Bu oluşum, Müslümanlar tarafından birinci gündem maddesi yapılmıyor, özellikle de eleştirilmiyorsa bu işte bir iş vardır! Onlar, bunun yanında daha önemsiz işleri önceleyip meşgul oluyor ve sırf o işlerle oyalanıyorsa, bu demektir ki, Türkiye’de dini algı ve pratik sekülerleşmiş, burjuva ahlakı ve kültürü benimsenmiş, bilinç ve gelecek tasavvuru Protestan dini yorumun etkisine girmiştir. Dahası toplum, toplumsal planda ve kamusal alanda yaygınlaşmış olan bu tarz din algısı ve dini pratiğe alıştırılmış, din, manevi ve ruhani alana ait kılınmış, sembolik görüntülerle cennete gidileceğine de inandırılmıştır!.. Son dönemlerde tartışılan Allah tasavvuru, vahiy telakkisi, peygamber algısı, mucize ve ahret inancı gibi temel ilkeler, bu dönüşümün işaretlerinden başka bir şey değildir…
Sosyologların kent tanımlamasına neden gerek duyduk? Öncelikle modern Kent ve uygar kentli toplum hakkında çok özet bir bilgi sunmak, bu toplumda sahih Müslümanlığın değil sahte Müslümanlığın gelişeceğine dikkat çekmek ve gelecek tasavvuru hakkında olması gerekli bir tefekküre ufuk açmak için. Sonra, artık hakikati üretme tekeline sahip olan Batılı düşünüş biçiminin normalleştiğini, Müslümanların da kendilerini bu yönde biçimlendirmeye başladığını hatırlatmak için. En nihayet o ölçülere göre de olsa Mekke’yi, basit bir kabile yahut küçük bir aşiret topluluğu olarak sananlar veya öyle tanımlayıp küçümseyenlere, konuyu özellikle saptıranlara ve kent konusunu basite alan ilgisizlere, Mekke’nin, modern tanıma da uygun bir kent olduğunu anlatabilmek için…
Buna rağmen o sosyolojik verilerin İslam geldikten bin sene sonra yapılmaya başladığını, o verilere göre de Mekke’nin özellikli bir devlet olduğunu bilmeliyiz. Batılı toplumların ve başka bir paradigmanın ürünü olarak kendilerinin kurdukları kentlerin, site devletlerinin, aynı zamanda kendi değişim süreçlerini tüm dünyaya tek model olarak benimsetmeye başladıklarını bu vesileyle hatırda tutmakta yarar vardır. Günümüz insanı artık her şeyi Batılı değerlerle ölçmeye alıştırıldığı için biz de onların kent, kentin özellikleri, kent sayılan mekânları ve kentli toplumu nasıl anladıklarına dair bir değini yaparak Mekke’yi, bu açıdan da tanımlamaya çalışacağız…
Umut ederiz ki Müslümanlar kendi şehirlerini (devletlerini) kurma ve Müslüman toplumu inşa etmenin mecburiyeti ve imkânları üzerine yeniden tefekkür etmeye başlarlar. Zira kendi şehrini (insanlar arasından seçilmiş hayırlı bir topluluk) kurma iddiasını yitiren Müslüman’ı, onun hayatını olduğu kadar gelecek neslini de, başka paradigmaların kurduğu kent (müşrik bir toplum-kamusal alan) dönüştürür. Bu bir kuraldır ve başka bir dünya görüşüne sahip her iddia sahibini de ilgilendiren evrensel bir kuraldır. İbn Haldun’un, Hz. Peygamberin meşhur hadisini tefsir sadedinde söylediği “insan, fıtri özelliklerine göre yaşayan bir varlık değil, çevresinin (kentin-toplumun) adamı olarak yaşayan bir varlıktır” tespiti, söylemeye çalıştıklarımızın güzel bir özetidir. O halde, bir Müslüman yaşadığı şehri ya dönüştürecektir ya da kendi şehrini kuracaktır. Aksi halde bu günkü görüntü ve verilerde olduğu gibi yaşadığı kentin bireyleri olarak yaşamayı kanıksayacak (dönüşmüş hal) ve yaşadığı duruma uygun olarak dini de araçsallaştıracaktır (dini yeniden yorumlama)...
Bu bölümde kısaca hatırlatılacağı gibi, Mekke, Kuran’a göre de önemli bir kent ve özellikli bir toplumdur. Kuran’da Mekke, merkez yerleşim yeri olarak “Bekke”, kenar mahalleleri ve Hicazdaki çevresiyle birlikte şehirlerin anası, yani “ummü’l kur’a” olarak anılmaktadır. Kısaca orası bir büyük şehir, bir merkez şehirdir… Arap yarımadasında yaşayanların, diğer kavimlerin-ırkların ve din sahiplerinin de itibar ettikleri kutsal Kâbe oradadır. Kâbe dolayısıyla hac ve ibadet merkezi olarak, tüm kavimlerin putları (Hz. İsa ve Meryem’e ait ikonalar dâhil) orada temsil ediliyor… Üç kıtanın birleştiği ticari yollar oradan geçiyor dolayısıyla orası bir ticaret merkezidir de… Bu verileri göz önüne aldığımızda Mekke’de kalabalık ve karışık (farklı kavimler) bir nüfusun varlığını, gelişmiş bir ticari hayatı ve dini bir merkez olma özelliği ile birlikte görülmektedir. Bu özellikleriyle Mekke, doğal olarak civardan göç alan da bir şehirdir. Mekke’de toplum, ileri gelenler ve onlara tabi olanlar olarak sınıflı bir yapıya sahiptir.
Orada demografik farklılıkların kaynaştığı yeni bir toplum biçimi olarak organize olmuşlardır... Mekke içinde Pazar yerleri vardır, yakınında da uluslar arası panayırlar kurulmaktadır… Mekke, toplumsal güvenliği sağlanmış stratejik bir konuma, geleneksel idarenin geliştirilmiş şekliyle yeni bir yönetim sistemine (kabileler federasyonu, eyalet modeli!) sahipler. Onların, sorun çözme ve karar alma merkezi bulunan bir meclisleri (darun nedve), kavimler üstü onay almış bir hukukları (geleneksel ve yeni kurallar) var. Orada, ihtilafların çözüldüğü hakemlik müessesi ve suçluların cezalandırıldığı hapis sitemine sahipler… Sınırlar belli, güçlü bir orduya sahipler (normal bir savaşta, sadece Kureyş kökenli 1500 kişilik savaşçı çıkarırken toplamda 10 bin bir kişilik ordu toplayabiliyorlar), siyasi bağımsızlık var.
M. 7. asrın başlarında Mekke’nin sadece merkez nüfusu 25 binden az değildir. Bu sayı, Mekke iç pazarına giriş yapan ticari emtianın ve günlük tüketim mallarının fiziki toplamından da çıkartılmaktadır. O yıllar için de bu iyi bir nüfus sayısıdır. Tüm Arabistan yarımadasının toplam nüfusunun yine o yıllarda üç milyon civarında olduğu tahmin ediliyor… Onlardan bin sene sonra Osmanlının üç kıtaya hükmettiği dönemlerde, onların ümmül kura’sı, merkezi şehri, idare merkezi İstanbul olmak kaydıyla toplam otuz milyon insanı yönetiyordu. (Dünya nüfusunun patlaması ve katlanarak artması18. Yüzyıldan sonra başlayacaktır.)… Son kutsal kitabın yine son peygamber aracılığı ile insanlara oradan başlayarak öğretilmesi, Mekke’de, entelektüel bir faaliyetin varlığına, kültürel ve sosyal düzeyin yüksekliğine, zihinsel ortamın gelişmişliğine delalet ettiği kadar, çevre toplulukların oradaki gelişmeleri yakından takip ettiğine, orayı dikkate aldığına ve oradan etkilendiğine de delalet eder…
Mekke toplumu heterojen bir yapıdadır, orada farklı ırktan ve kavimden insanlar, köle ve cariyeler var. Başka şehir ve ülkelerden evlilikler kurulmuş, onlarla çeşitli ilişkiler geliştirilmeye başlanmıştır. Değişik inanç mensubu dini gruplar oluşmuş durumdadır. Sadece Kâbe’de 360 adet farklı dini mensubiyete ait puttan bahsediliyor… Son dönemlerde kavim asabiyesi aşınmaya, kimi insanlarda veya guruplarda farklı bir aidiyet ve yeni bir sınıfsal yapı gelişmeye başlamıştır. Orada, hizmet edilenler ve hizmet edenler olarak yeni bir sınıfsal kategori oluşmuş, cemaatinden (kavim asabiyesinden) bağımsızlaşmış bireysel tutum ve davranışlar gözükmektedir… Mekke, bu özellikleriyle bir imparatordan (Sasani-Bizans), onların vassalı güçlü devletlerden (Habeşistan-Yemen-Hire) bağımsız haliyle, dönemindeki ve ortaçağdaki yarı özerk statüsünde olan Batılı site devletlerinin (kralların vassalı) çok üstünde ve ilerisinde tam bir devlettir.
M. 6. yüzyıla kadar yaklaşık yüzeli yıldır yerleşik şehir hayatı yaşayan Kureyş kabilesi, alt kolları ve Mekke’de yerleşik diğer komşularıyla birlikte giderek şehir hayatının getirdiği özelliklere sahip olmuşlardır. Orada bir taraftan kabile asabiyesinin ahlaki nitelikli güzel uygulamaları sürerken diğer taraftan şehir yaşamının kazandırdığı olumlu özellikler de birlikte görülmekteydi. Haşim zamanında bedevi yaşama ait tüm güzel özelliklerin yanında şehre ve şehirli olmaya ait özelliklerden insanı geliştiren, yücelten, zenginleştiren, kabile dışında farlılıklarla tanışıklığı, komşuluğu ve kaynaşmayı öğreten, insani ve kültürel özellikler kazandıran, birlikte yaşamanın getirdiği sorumlulukları, saygıyı ve ortak paylaşım alanlarını artıran özellikler de, onlara çok şey kazandırmıştı...
Bunun yanında yine şehrin, şehirli olmanın kötü özelliklerinden sınıflaşmayı, ayrımcılığı, zulmü, adaletsizliği, günahı, azgınlığı, fuhşu, kumarı, faizciliği geliştirdiği gibi, bireyselliği, çözülmeyi, sorumsuzluğu benimsemeye ve kabile asabiyesi dışında farklı bir asabiyeyi de üretmeye başlamıştır. Yani giderek bedevi alışkanlıklar, şehirli davranışlarla hem karışıyor hem de olumlu olumsuz şekilde gelişerek başkalaşıyordu. Risalete yakın zamanlarda ahlaki sorumlulukların, sosyo-ekonomik dayanışmaların yerine ahlaksızlık, sorumsuzluk ve çözülme daha çok belirmeye (bireyselleşme ve anomali) başlamıştı. Bu bozulma, ileri gelenler eliyle yukardan başlayıp aşağıya doğru sirayet etmekteydi.
Mekkeliler çevre kabileler nezdinde statü olarak saygın ve siyasi olarak üstün bir konumdadırlar. Bu konumları, Mekke’nin dini ve ticari merkez olma özelliğinden de geliyordu. (Ayrıntılar aşağıda anlatılacaktır) Bu statü sadece onların kendi iddialarından ve övünmelerinden ibaret de değildir. Çevre toplulukların kan davası, savaş ve barışı, anlaşma yapmaları ve diyet ödemeleri vs gibi kavimler üstü durumlarda veya kavimler arasındaki önemli ihtilafların çözümünde onların görüşleri alınıyor, Mekkeliler hakemlik ediyorlardı. Mekke, darun nedve üzerinden hegemon güç olarak bu konuları ya çözer ya da bağlardı. Bu manada şu tespit önemlidir; Peygamberi daveti Kureyş reddettiği için tüm Araplar o nedenle reddetmiş, Mekke fethinden sonra Kureyş İslam’a teslim olduğundaysa tüm Araplar İslam’a boyun eğmişti…
Sayısal ölçek farkını değil de taşıdığı nitelikleri bakımından değerlendirildiğinde, dünyada bu gün bu işleri gören, bu güce ve otoriteye sahip olan sadece beş devlet vardır. Onlar da BM’in daimi üyeleridir. Diğerleri, kendi başlarına birer güç olmayıp, o güçlerden birinden yana olduğu zaman güç sayılmaktadır… İşte o günün Mekke’si ve sakinleri olan Kureyş topluluğu, onların siyasi hükümranlıklarını tescil eden meclisleri darun nedve ile birlikte, bu tür özellikleri taşıyor… İslam geldikten sadece 20 yıl sonra, tüm dünyaya kafa tutacak, tüm dengeleri alt üst edecek ve yepyeni bir toplumsal tarz üretecek olan o toplumun alt yapısı, potansiyel karakteri, kabaca buydu.