
Hüseyin ALAN
İSLAM ÖNCESİ ARABİSTAN COĞRAFYASI -III-
B-MEKKE VE KUREYŞ
Mekke, Arapların çoğunluğu oluşturduğu, yabancı azınlığın da yerleşik olduğu bir şehirdir. Dini inanç olarak putperest ve Müşrikler, aralarında az sayıda ehli kitap olanlar ve kadim dini bilgiye vakıf olanlar da var. Kureyş birkaç boya sahip birleşik bir kavim. Ahzap süresi 50. Ayetinde peygamber hanımları için “amca, hala, dayı teyze…” kızlarından bahsedilir. Peygamber hanımlarından kendisine bu derecede yakın hanımlar yoktur ama burada diğer boyların akrabalıklarından bahsedildiğini anlıyoruz. Şura 23’de “akrabalık sevgisinden” bahsedilirken de aynı yakınlığı anlayabiliriz. Yani akrabalık, küçük aile yahut kan bağına dayalı ve dar çaplı yakınlıktan öte, ait olunan tüm toplum olarak Kureyş kast edilmektedir.
Buradan, “önce yakınlardan” tabirini doğru anlamaya çalıştığımızda, tebliğ faaliyetinin yakınlardan başlaması anlayışını da doğru anlayabiliriz. Sanıldığının aksine en yakınlar tabirinden küçük bir birimi değil, ait olunan toplumun tümünü kuşattığını çıkartabiliriz. Bunun şehir olarak, şehirli yeni toplum Kureyş olarak anlaşılması daha makul gözükmektedir. Davetin içeriği, amacı ve hedefi bakımından taşıdığı özelliği nedeniyle başında olması gereken ve önceden tahmin edilen özel durumlar, özellikli ilişkiler ve stratejik hesaplar dahi, zaten ait olunan toplumun içinde geliştirilmektedir. Zira her insan kendi kavminin, toplumunun, ülkesinin durumunu ve yapısını daha iyi bilir, insanlarını ve özelliklerini daha iyi tanır, tepkilerini daha iyi tahmin eder.
Bu bakımdan ilk başlarda gösterilen seçilik ve titizlik yakın akrabalık çerçevesinden öte toplumun tümü dikkate alınarak yapılmıştır. Nitekim ilk Müslüman olanların kavimlerine ve köken dağılımına baktığımızda, ait oldukları kavimlerin çeşitliliğini gördüğümüz gibi azınlıklardan ve kölelerden de olduklarını görürüz. Bu durumda en yakınlar ifadesi, kabile algısından çok davetin niteliğine uygun görülen herkesi kapsadığı söylenebilir. Dolayısıyla bu ifadeden, dar kapsamda en yakınları değil en geniş anlamda ilkin ait olunan tüm toplumu, giderek çevre toplumları ve nihayet tüm insanlığı ifade ettiğini çıkartabiliriz…
Bilindiği gibi Mekke, Kâbe’den dolayı haram bir bölgedir. Arapların rağbeti bu ve başka nedenlerden dolayı da buraya yönelmiş, dolayısı ile yerleşik sakinlerinin itibarları ve üstünlükleri de o derecede artmıştır. Mekke, hac merkezi olmanın yanında, aynı zamanda bir ticaret merkezi olarak, şehirde yaşayan elit unsur Kureyş dışında diğer Arap kabilelerinden ve yabancı ırklardan insanların da iskân ettiği bir beldedir. Uluslararası ticarette ileri gitmiş ve çevre ile iyi ilişkiler kurmuş şöhretli Kureyş tüccarlarının işlerinde çalıştıracakları insanlara ve çeşitli araçlara da doğal olarak ihtiyaçları vardı. Dolayısıyla uzmanlık alanı ve hizmet işleri dahil diğer işleri için de ihtiyaç duydukları eleman ihtiyaçlarını, yabancı kölelerden karşıladıkları görülmektedir. Bu gibi nedenlerden dolayı Mekke’de yaşayan Arap kabilelerinin diğerleriyle birlikte Kureyş’ten daha kalabalık olmaları bile muhtemeldir. Sadece Kureyş kökenli askerlerin bir savaşta 1500 savaşçı çıkarmalarına karşılık Mekke’den bunun katları nispetinde savaşçı çıkması, buna işaret olarak değerlendirilebilir. (Çelikkol, Cevad)
Şehirde yerleşik olanların siyasi, ekonomik, sosyal ve kültürel olmak üzere her bakımdan gelişmiş örneği Mekke’de yaşayan Kureyş’dir. Onlara göre şehirde, toplumsal yapıda ve işleyişte sorumluluklarını taşıdıkları önemli hususlar vardı. O nedenle onların birincil görevleri olarak şehrin güvenliğini, düzenini ve birliğini sağlamak, hac görevlerini aksatmamak, askeri kabiliyetlerini canlı tutmak, bedevi değerleri geliştirerek kabile dinamizmini yaşatmak, asli görevleri olan ticaret yapmak, siyasi nüfuzları ve otoritelerini sağlayan darun nedveyi saygın kılmaktı. Bunun içindir ki Kureyş’in çoğunluğu ticaretle uğraşıyor, elde ettikleriyle de Araplar üzerinde hegomonik güç kuruyorlardı.
Bu hegomanya, yönetim anlayışında kendi kabilelerinin güç ve itibarlarına göre idari ve ticari üstünlük sağlıyor, sonuçta hiyerarşik sosyal bir yapıya dayalı bir otorite oluşturuyordu. Mekke’de siyasi, sosyal, ticari, kültürel her alanda böyle bir düzenin kurulması, şehrin kendi içinde barışın, istikrarın, güvenin ve dayanışmanın önceden kurulmuş ve sağlanmış olması ile ancak mümkündür. Başka türlü olması mümkün de olamazdı zaten. İşte Kureyş’in:
1-Kutsal Kâbe’yi tüm Arap kabilelerinin putlarının konduğu dini bir merkez (putlar panteonu) haline getirerek,
2-Kabileler arası husumet ve savaşları yumuşatarak, Arap topluluklarında barışı sağlayarak (savaşları engelleyen haram ayları, nesi olayını kurumlaştırıp kendi uhdelerinde tutarak, kavimler arasında barış için hakemlik yapıp bazen diyet ödeyerek…),
3-Mekke’de düzenli bir idareyi sağlayan kurum olarak Darun nedve’yi etkinleştirerek,
4-Mekke’yi, Arap yarımadasının ekonomik dolaşım (özellikle Hire’lilerden sonra) merkezi yaparak,
5-Yarımada topluluklarını iktisadi, siyasi, dini, kültürel olarak birbirine bağlayan çekim merkezi olarak Mekke’yi merkez yapmaları… Sayesinde üstünlüğü, liderliği, otoriteleri sağlanmış, güçlü bir düzen kurmuş oluyorlardı.
(Şimdi, Kureyş’in peygamberi davete karşı çıkışlarının gerçek sebebi ve yeni dinin içeriği daha iyi anlaşılabilir. Çünkü davet, sadece bireysel bir inanç değişimini, sosyal hayattan kopuk ahlaki, manevi bir dönüşümü, insani iyileşmeyi ve siyasal sistemden kopuk bir cemaatleşmeyi değil (çünkü bu tarz dindarlık Mekke’de hep var oldu, peygamber döneminde de hanifler böyleydi), yeni bir insan tipiyle onların oturmuş sistemlerini ve toplumsal yapılarını esastan değiştirmeyi ve yeni bir düzenle yeni bir toplum inşa etmeyi kapsıyordu. Kureyş yeni dinin ve mensuplarının diğerlerinden çok farklı olduğunu görmüş, işin mahiyetini ve hedefini de çok iyi kavramıştı. Buysa, haklı olarak onları korkutacak ve Müslümanları ve yeni dini kendilerine tehdit olarak gösterecekti.)
Mekke’de bu büyük ve çaplı düzenin kurulmasında Bizans ve Sasani arasında süren rekabet nedeniyle, Arabistan ticaret yollarını kendi denetimleri altına alma çabalarını sürdürmelerinin Araplar üzerinde yaptığı ters yöndeki katkıları da eklenmelidir. Arap toplumu M.6 yüzyılda Batıdan Bizans, doğudan Sasani imparatorlukları tarafından saldırıya uğradılar. Bizans’ın müttefiki Habeşistan, Hire’yi istila etti. Bunu Kinde devletinin yıkılışı izledi. Yine Bizans, Şam’da Gassani’lere büyük bir darbe vurdu. Iraktaki Munziroğullarını (Hire) Sasaniler dağıttı. Yemen, Sasani nüfuzu altına girene kadar iki imparatorluk arasında paylaşılamayan stratejik bir yerdi.
(Tarih boyunca Babülmendeb boğazını kontrol eden güç, bir taraftan Arap yarımadasını, Afrika’yı ve uzak doğuyu kontrol ederken diğer taraftan okyanuslara açılarak deniz ticaretini de kontrolü altına almaktadır. Bu gün Yemende meydana gelen karışıklıkları düşünürken sadece çöllük ve dağlık bir araziyi, fakirlik ve yoksulluk altında yaşayan bir ülkeyi, krallık ve baskıyla yürütülen bir idareyi değil ülkenin sahip olduğu bu stratejik özellikleriyle birlikte dikkate almalıdır. Günümüzün süper güçleri ve küresel sistemin buraya ne kadar ihtiyacı olduğu bu bakımdan ayrıca hesaba katılmalıdır... Tıpkı cahiliye döneminde de olduğu gibi. Tıpkı Yemen’i elinde tutmak için on binlerce Anadolu gencinin hikâyesini anlatan Yemen Türkülerinin Osmanlı’daki çağrışımlarının hatırlattığı gibi. "İstanbul nere, Yemen nere? Yemen'de ne işimiz vardı" diyen alıklara aldırmadan!)
Bizans ve Sasani arasında ticari yolların ele geçirilmesi mücadelesi, birinin diğeri aleyhine hâkimiyet kurma mücadelesine ve aralarında büyük savaş çıkmasına sebep olacaktır. Basra körfezinden Irak üzerinden Şama ulaşan, Yemen Kızıldeniz ve Batıdan Akdeniz’e ulaşan Hint yolu önemli ticaret yollarıydı. Ebrehe’nin fil yılında Hicaza yaptığı sefer, yarımadanın Batısından geçen ticaret yolu üzerinde hâkimiyet kurma mücadelesiydi. Habeşliler eliyle Saba devletinin yıkılışı, Kızıldeniz yolunun zorluklarının Kureyş’e, yarımadanın batısından geçen ticaret yoluna hâkim olma imkânı da verdi. M.6. Yüzyılda bu kavgalar ve mücadeleler sırasında Mekke hem dini hem de ticari bir merkez olarak aktivitesini genişletti. Tüm yarımadanın parlayan tek yıldız oldu. Artık tüm yollar Kureyş’in denetimine geçmişti. (Hamidullah, İslam’da Devlet İdaresi, Hamit Dabaş, Abdülaziz Duri)
Hicaz bölgesi ile Yemen, Hind, İran, Irak, Şam, Mısır, Habeşistan arasında deve kervanları ile karayolu ticareti (Bunlardan Habeşistan deniz yolu ticareti) kervanlar aracılığıyla Fırat’tan Yemen kadar Arap kabileleri biri birine bağlanmış durumdaydı. Bu hareketlilikte Mekke ana istasyon olurken, Yemen, Şam ve Irak arası karayolunun gelişmesi sağlanmıştı. O dönemde iki tür karayolu vardı; 1- Irak üzerinden Ummana giden Doğu yolu. Bu yoldan Yemen, Hind, Fars malları Şam pazarlarına ulaştırılıyordu. 2. Batı yolu. Hicaz ve şamdan geçerek, Yemene ulaşıyordu. Bu yoldan Yemen, Hind malları Şama, Şam malları da aynı yoldan Yemene götürülürdü. (Kureyş süresinde anlatılan yollar bunlar)… Çin ipeğinin ticareti de Arabistan’dan geçerdi. Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer, İran, Suriye ve Yemen pazarlarına gidip gelen önemli tüccarlardandı.
İşte tüm bu gelişmelerden sonra Mekke’nin ticareti, Bizans ve İran’a rakip olacak kadar gelişmişti. Irak topraklarında (doğu yolu ve ticaret merkezi) Hire’lilerin ve Lahmilerin devletinin ortaya çıktığı M.3 yüzyılda başlayan ticari ilişkilerin ve gelişmenin bir sonucu olarak ortaya çıkmıştı bu hareketlilik. M.7 asırda Bizans İran çekişmesi de Arapların ticari etkisini artırmada yardımcı olmuştu. Kureyş Haşim zamanından bu yana Hire’nin konumunu tehdit etmeye başlamıştı. M.580 de başlayan Ficar savaşlarında Hireliler ve müttefikleri yenilince, Mekke’nin konumu hepten pekişmişti. M.602’lerde Zu-Kar’da Hirelilerin ikinci defa yenilmesi, Hire’nin ticari merkez olma özelliğini tamamen Mekke’ye geçirecektir. Hem yerel hem de uluslararası panayırlar kurulmaya başlandığında Arapların hem ticari hayatı hem de kültürel hayatına büyük katkıları sağladı. Panayırların bir kısmı haram aylarda kurulurken bir kısmı da diğer aylarda kuruluyordu… Kureyş’in ve darun nedve’nin fonksiyonunun bu bağlamda çok daha iyi anlaşılabilir olduğunu söyleyebiliriz artık.
KÜÇÜK BİR HATIRLATMA
(İslam’ın doğduğu yıllarda, Kureyş’in sıradan bir kabile veya buram buram cahili ilkelliklerin yaşandığı bir bedevi topluluğu olduğunu, Mekke’nin de kuş uçmaz kervan geçmez çöllük ve ıssız bir yer olduğunu söyleyenlere; Kureyş’in saldırı, savaş ve ganimetten başka bir şey bilmeyen eşkiya topluluğu olduğunu; onların yol bilmez, iş görmez, kafası basmaz, akıl yerine refleksle hareket eden caniler ve zalimler topluluğu olduğunu;… Vs naklederek, yapılıp duran iftira ve hakaretleri sürdürenlerin, en iyi ihtimalle güya İslam’ı öne çıkartmak ve Müslümanları övmek için uydur kaydır hikâyeler anlattıkları için cahilliğine, tarih bilmezliğine, insan tanımazlığına ve bağnazlığına ithaf olunur!..
Bu yaklaşım biçiminin değişik versiyonlarının günümüz uzantısını modern bakışla yeniden üretenlerin, orada ilkel bir kabile topluluğu olduğunu, asabiye, savaş ve ganimet dışında hiç bir şey bilmediklerini tekrar ederek, peygamberin aslında bir devlet değil kabile toplumu geleneğine uygun bir “aşiret” yönetimi kurduğunu, taraftarlarını memnun etmek için elinde kılıç “ganimet” peşinde koştuğunu, cemaatinin de dini bir “asabiye” topluluğu olduğunu, tüm bunların da peygamberin getirdiği yeni dinin bir gereği olarak değil şartların ve kabile geleneklerinin dayattığı bir sonuç olduğunu, peygamberin sadece manevi ve ahlaki eğitim sağlayan bir din getirdiğini bunun da siyaset ve ekonomiyle ilişkisinin olmadığını, bu tür anlayışların sonradan “icat edildiğini”… Vs tekrar edip duran ve insanları “aptal” yerine koyan günümüz modernistlerine de ithaf olunur!..)
C-SOSYAL SINIFLAR
Arabistan’da dini ve ticari merkez olmanın yanında siyasi, sosyal ve ekonomik anlamda büyük gelişmeler kazanmış olan Mekke şehri ve oranın imtiyazlı kabilesi Kureyş, diğerleri üzerinde liderlik ve üstünlük kazanmışlardı. Çeşitli nedenlerle köyünden, kasabasından ve şehrinden göç edip gelerek yerleşen veya sık sık orayı ziyaret edenlerin varlığı, Mekke’de, kozmopolit bir karışımın olduğuna işarettir. Dolayısı ile Mekke elitlerin kendi statülerini, kurulu düzenlerini, toplumsal yapılarını ve halkını korumaları, bunun için de tedbirler almaları gayet doğaldır. Orada yüksek oranlı ticaretin getirdiği büyük zenginlik, servet birikimine neden olduğu gibi siyasi-ekonomik-güvenlik-
askeri organizasyon görevi yapan darun nedve meclisi ve üyeliğinin (BM’in, veto hakkına sahip daimi üyeleri gibi) varlığı, Kureyş’in, diğerlerine karşı sosyo ekonomik, siyasi ve dolayısı ile kültürel farklılığı ve üstünlüğünü oluşturmuştur. Bu farklılık kendi içinde olumlu özelliklerin yanında olumsuzlukları da beraberinde getirmekteydi. Kureyş toplumunun ileri gelenlerinin zenginlik ve şöhreti arttıkça bireyselleştikleri, azgınlaştıkları ve ayrı bir sınıf oluşturdukları, diğerlerine karşı bu nedenle üstünlük tasladıkları ve onları aşağıladıkları bilinmektedir. Bu nedenle onların, kavim asabiyesi gereği kendi oymaklarına karşı yerine getirmeleri gereken ahlaki sorumluluklardan ve dayanışmadan bile vazgeçmeye başladıkları görülmekteydi. (Kent toplumu olmanın doğurduğu doğal ve olumsuz sonuçlardan) Kuran’ın yetim çocukların haklarının gözetilmesine yönelik eleştirileri, bazı Kureyş’lilerin mal ve servet düşkünlüğünün, kendi yakınlarına bile haksızlık edebilecek seviyeye ulaştığını göstermektedir. Oysa onlar, aynı kandan geldiğine inanan bedeviler için çirkin sayılan işlerdendi. Keza (kabile asabiyesine rağmen) Ebu Leheb’in yeğeni Muhammed(s)’e karşı tutumu ve kabilesi boykot uygulamasına maruz kaldığında karşı tarafa geçmesi, bunun en güzel örneklerindendir.
Bu gibi sebeplerden dolayı Mekke’de bazı ayrılıklara ve farklılıklara dayanarak oluşturulmuş toplumsal kamplaşma veya sınıflı bir sosyal yapı vardır. Orada, günümüz dünyasında var olan Hindistan ve Pakistan’daki gibi sert, sınıflar arası geçişe kapalı, Batıdaki gibi yumuşak ama yine de geçişkenliği çok zor bir kast sistemi gözükmüyor. Modern öncesi toplumlarda savaş, doğal felaketler veya başka sebeplerle de olsa imtiyazlı sınıfları değiştirmek mümkünken modern dönemlerde bu değişim ancak istisnai olabilmektedir. İmparatorlukların yıkılışı ve yerine ulus devletlerin kurulması sırasında bir kez olan bu değişim artık savaşlarda bile olmamaktadır. O nedenle Kureyş’te sınıflı bir sistem olmasına rağmen sınıfların değişmesi veya sınıf geçişkenliği her zaman mümkün olabilirdi…
Bu gün Batıda incelikle gizlenen kast (sınıflı) siteminin yansıması yerleşik mekanlarda veya kullanılan araçlarda (topluca ulaşım araçları olan trenlerde, uçaklarda, vapurlarda yolcuların sınıflandırılmasında olduğu gibi) bile sosyal ayrışma açıkça görülmektedir. Her tür mekan, çevre ve ortaklaşa kullanılan araçlarda dahi oluşturulan bu ayırım, sermaye sınıfı ve işçi sınıfının (zengin-yoksul, kapitalist-işçi, mülk sahibi-mülksüz olarak) her bakımdan ayrışmasına yol açtığı gibi, tarafların üye oldukları sosyal derneklerin (kapitalist iş adamları dernekleri, golf kulüpleri vs) statüsüne bile yansımaktadır. Bu sosyo ekonomik farklılık, temelde mülk-mülkiyet ile kurulan ilişkilerin niteliğinden kaynaklanarak başlayıp üretim tarzı ve üretim aletlerinin mülkiyeti ve tekeli ile bağlantılı olarak da bir sınıf bilinci oluşturmaktadır. Bu sınıf bilinci nihayetinde politik iktidarın korumasında yaşadığı gibi ancak iktidar tarafından yeniden üretilebilmektedir…
Nedenleri ve temelleri farklı olsa da her toplumda olduğu gibi, özellikle şehirlerde insanların bir kısmını diğerlerinden farklı kılan bir ayrışma ve yapısallık hep var olmayı, var olanı sürdürecek siyasal idareyi ve sosyal örgütlenmeyi hep sürdürüyor. Bu farklılıkların en göze batan şekilde ortaya çıkışı; asil-avam, aristokrat-köylü, ileri gelenler-geride bırakılanlar, güçlüler-zayıflar, hizmet edilenler-hizmete koşulanlar, büyük servet sahipleri-orta ve alt gelire sahip sınıflar, yönetenler-yönetilenler, âri ırklar-ilkel ırklar, yüksek kültürler-ilkel kültürler… Vs şeklinde sıkça görülmektedir. Dolayısıyla bir bakıma tarihte var olan köleliğin modern çağda kaldırıldığını söylemek, bir biçimde yapılan propagandaya aldanmak veya ustalıkla gizlenebilen gerçeği görememektir. O nedenle insanların statü ve isimlendirme olarak köle olmadıkları, öyle adlandırılmadıkları ama köleliğin statü ve isim değiştirilerek başka biçim ve içerikte sürdürüldüğünü söylemek, hem gerçekçi olmak hem de olup biteni doğru okumaktır.
Bu açıklamalardan sonra Mekke şehrinde ve Kureyş toplumundaki duruma bakabiliriz. Zuhruf 31-32 de Kuran’ın, “şu iki şehrin ileri gelenleri” olarak kendilerine değil de kabilesi zayıflamış, yetim kalmış, orta sınıftan Muhammed’e indirilişine itiraz edenler, gerçekte var olan bu ayrışmayı açıktan dillendirmekteydiler. Bu bağlamda Bakara 166 da, kendilerine uyulanlar ve uyanlar anlamındaki ayrımdan bahsedilir. Keza, Ahzap 67 de itaat edilenler ve edenlerden, Sebe 33 de zayıf olanlar (mustazaf) ve büyüklük (müstekbir) taslayanlardan, Mümin 47 de zayıf olanların büyüklenenlere itaat ettiklerinden, Hucurat 11 de birbirleriyle alay eden kavimler (üstünlük-alçaklık) ve kadınlardan (asil-avam) bahsedilmektedir… Ayetler, Mekke’de statü olarak sürdürülen ayrımcılığın, sınıflaşmış sosyal yapıya ve siyasal ve ekonomik imtiyaza yansıdığı gerçeğini dillendirmektedir.
Bu tür ayırımlar, toplumlara göre ideolojik ve ekonomik temelli olduğu kadar sosyal temelli de olabilmektedir. Bazen bu ayırımların birisi öne çıkarken diğerleri saklı kalıyor, bazen her üç temele de dayalı ayrımcılık birlikte görülebiliyor… Ayetlerin verdikleri işaretlerden anlıyoruz ki, Mekke’de ve çevrede, sosyal-siyasi ve ekonomik temelde ayrıcalık yapan, kendi aralarında sınıflaşmış bazı guruplar var ve onlar diğerlerine bu bakımdan üstünlük taslayıp hegemonya kuruyorlar. Böylece onlar diğerlerini aşağılıyor, dışlıyor ve onlara zulmediyorlar. Dahası bu ayrışmaya dayalı statü, yapısal olarak üretilmeye ve yaşatılmaya devam ediyor. Toplum da bu durumu kabullenmiş, benimsemiş olmalı ki, etkisiz veya dar kapsamlı (hılf anlaşmaları) ve sınırlı çıkışların ötesinde ideolojik-toplumsal bir muhalefet de gözükmüyor! (Tam da günümüz cahiliye toplumlarında yaşayan, kimlik-kültür-eğitim-ticaret-
siyaseten temsil vs “hak”ları gibi “müdahane” isteyen, gönüllü kuruluşlar içinde örgütlenen Müslümanları gibi!) Bu tür ayrımcılıkla üstünlük taslayanların kendi aralarında bir sınıf oluşturmaya, bunu da insanlığa hegemonya kurmak için kullanmaya kalkıştıklarına işaret eden Kuran ayetleri, aynı zamanda bu durumu ciddi şekilde eleştirmektedir. Bu iddiaların ve durumların temelsiz olduğunu, haklı bir sebebe dayanmadığını ve hakikati yansıtmadığını haykıran Kuran, insanların bunu kendi aralarında sonradan icat ettiklerini, bunun da zulüm olduğunu söylemektedir. O nedenle Hucurat 13, insanların bir erkekle bir dişiden yaratıldıklarını, bunun için hiçbir değerle ve ölçüyle birbirlerine karşı üstünlük taslamamaları gerektiğini bildirmektedir. Aynı ayet, Allah katında üstün olmanın ancak takvaca ileri olanlar olacağını bildirmekte dolayısıyla her türden ayrımcılığı, tersinden reddettiğini haykırmaktadır…
Burada takva ölçüsü de ilginçtir; buna göre üstünlük değerlendirmesini yapacak insanoğlunun elinde bir terazisi yoktur. Bir kişinin böyle bir iddiada bulunması ise gülünç olacak dolayısıyla kimse böyle bir iddiada bulunamayacak aksine bir iddiada bulunan kişi ise kınanacak ve riyakârlıkla suçlanacaktır. O halde üstünlük bir kişinin veya bir gurubun kendi iddialarından ve dayatmalarından değil, herkes tarafından gösterilecek bir saygıyı hak etme veya ifade etme bağlamında ortaya çıkacak bir ölçüye dayanmalıdır. O da toplum içinde hakkaniyete, adalete, dürüstlüğe, cömertliğe ve merhamete dayalı güzel ahlaki görüntüdür ki, bundan da kimse gocunmaz… Buradan, Kuran’da, insanlar arasında herhangi birinin sahip olduğu farklılık ve fazlalıktan veya sahip olduklarından dolayı iddia edeceği bir üstünlük ölçüsü kabul edilmediğini, apaçık bir şekilde çıkartabiliriz. Allah katındaki üstünlüğü ise zaten kulun kendisi değil Allah takdir edecektir… Dolayısıyla Hucurat 13’le, insanlığın bu türden ayrımcılık yapmasına karşı hepten bir reddediş var ve benzeri türden üstünlük taslamaların tamamı kökten yıkılmaktadır…
Normalde bir insanın dünyevi yaşamda, yaşadığı toplum içinde sosyo-ekonomik, siyasi ve kültürel anlamda bir takım fazlalıklara ve farklılıklara sahip olması başka bir şey, sahip oldukları ile diğerlerine üstünlük taslaması, aşağılaması ve onların üzerinde hegomanya kurarak zulme sapması bambaşka bir şeydir. Çünkü birçoğu yaratılıştan gelen o farklılık ve fazlalığı verenin sahibi, onların gerçekte üstünlük aracı olarak kullanılması için verilmediğini hükme bağlamıştır. İnsanlığın algı ve uygulamasının tam ersine, o farklılıklarla, insanların dünya işlerinin görülmesinde birbirleriyle yardımlaşmasının sağlanması, insanlar arasında işbirliğinin geliştirilmesi ve bir kısmının dünya işlerini çekip çevirmesi için verildiği açıklanmaktadır. Bu ölçü ve usul, bu nedenle akıldan asla çıkartılmamalıdır. Dolayısıyla farklılıkların Allah’ın ayetleri olduğu hükmü ve insanların aralarında tanışıp bilişmeleri ve kaynaşmaları gerektiği kuralı, bu anlamda anlaşılmalıdır… İnsanların kendi arasından icat ettiği ve genelde hiç aksatmadan uyguladığı farklılığın üstünlük aracı olarak kullanılmasına karşılık, bu konuda, insanların dışından, üstünden, göklerden seslenen Allah’ın hükmü ise budur. Artık dileyen Allah’ın indirdiklerine itaat eder ve uyar, dileyen küfrederek azgınlaşmaya devam eder…
Her topluluk da olabileceği gibi Araplarda da, farklılık ve fazlalık bakımından üstünlük iddialarının dayanağı açıklanan nedenlerin dışında ayrıca, nesepçe asalet, malca ve evlatça çokluk yarışı şeklinde de açığa çıkmaktadır. Ortaya sürülen ayrımcılık değerleri ve konuları, onlar için şeref, izzet ve üstünlük ölçüsü sayılmakta, aralarındaki sosyal statü veya imtiyazlılık bu ölçülere göre değerlendirilmekteydi. Onlardaki mal çokluğu, bu günkü anlamda ekonomik gücü, evlat çokluğu da askeri gücü ifade etmekteydi… Bu bakımdan Araplar arasında Kureyş, kutsal şehrin sakinleri olarak asilliği ve üstünlüğü temsil ederken, Kureyş’in kendi içinde de nesep ve çokluk ölçüsü ile ayrım yapılırdı. Tüm bunlardan sonra genel geçer olarak yapılan ayrımların dayanağını, kavim asabiyesi, atalardan gelen asillik, efendi- köle-cariye, ileri gelenler-onlara tabi olanlar, mülk sahipleri-mülksüzler, şehirli-badiyeli gibi farklılıklarla özetleyebiliriz.
Mekke şehrinde, kabileler federasyonu şeklinde yerleşik hayat yaşayan Kureyş ve diğer sakinlerin toplumsal temel yapısı, kabileler olarak alt boylar ve diğer azınlıklardan oluşmuş yeni bir topluluk şeklindedir ve kavim asabiyesi ve gelenekleri, genel geçer otoritesini kendi içinde koruyordu. Buna rağmen, sosyal sınıflaşmada görüldüğü gibi, kabile meleleri ve ileri gelenlerin sosyo-ekonomik üstünlük ve siyasi imtiyazlar taşıdığını, onların da kendi aralarında (yeni toplum içinde) yeni bir statü ürettiklerini, bu durumu darun nedve ile teminat altına aldıklarını dolayısıyla eskiye kıyasla yeni alışkanlıklar kazandıklarını görmekteyiz… Bu manada zenginlik, lüks, ihtiras ve iktidar tutkusu, bahçe sahipleri kıssası ile açıkça anlatılan bir durumdur orada ( Kalem, 17-33). Bunun doğal sonucu olarak da kendilerinden başka kimseyi düşünmeyen, yoksulları ve ihtiyaç sahiplerini gözetmeyen, insani sorumlulukları ihmal eden ve her türden zayıf kalmış (bırakılmış) olanlara karşı üstünlük taslayıp kibirlenen bir guruplaşma, sınıflaşma oluşmuştur.
Sahip olunanlardan dolayı üstünlük taslamanın yani müstağniliğin belirtileri Alak süresi 6-14 ve Leyl 5-11 de ayrıntı olarak verilmektedir. Ayetlerde yalanlayanlar, zenginler, biriktirenler, müstağnilik edenler, kibirlenenler dolayısıyla hakkı veya Allah’ın söylediklerini engelleyenler birlikte anlatılır. Kasas 77 de ise ihsanda bulunmama, cimrilik etme, yardımı engelleme ve servet biriktirme eleştirisi yapılmakta, bu tutum sahipleri bozguncular olarak nitelenmektedir. Bu tarz açıklamalar gücü ele geçirip rablik taslayanların (Hud 116-117) hali ile tamamlanır. Çünkü insanları kendine köle yapanların, iktidarı ele geçirip de toplumu yönetirken fırkalara, sınıflara, guruplara ayırması, yönettiklerinden bir kısmını kollarken, diğer kısmına zulmederek baskı altında tutması, Firavun kıssasında (Kasas 3-4) açıkça ortaya konur ve eleştirilir.
Buradan anlıyoruz ki, ayrımcılığa dayalı sınıflaşma, müstağnilik ve her türden haksızlıklar, işin yönetim tarafı (tağutluk) olmadan olmuyor ya da sürdürülemiyor… (Bu tarz ayırımcılık örneği, günümüzün genel geçer tüm devletlerin ve iktidarların uygulamasında da görüleceği gibi insanlar daha çok fikirleri, etnik kökenleri, ekonomik durumları, sayısal toplamları ve sosyal statülerine göre ayırımcılığa tabi tutulmaya devam edilmektedir. Bu ayrımcılık da mevcut siyasal sistemlerle korunmakta ve devam ettirilmektedir)
Mekke toplumunda özel mülkiyet algısının çok geliştiği, bunun da ekonomik olarak gelir dağılımını bozduğu, bu durumun da sonuçta sınıflı bir toplumun temelini sağlamlaştırdığı
görülmektedir. Bu yapıyı üreten en önemli unsur, önceki devrede kabile kurallarına ve uygulamasına aykırı olarak şehirde servetle kurulan ilişkinin niteliğinin değişmiş olmasıdır. Dolayısıyla yeni toplumsallıkta servet biriktirilmeye başlanmış, arttırılması ve elde tutulması üstünlük aracı sayıldığı için önemli hale gelmiştir. O kadar ki serveti artırmak için en yakın aile üyelerine ait malları bile haksız biçimde kendi servetlerine katabiliyorlardı. Oysa yetimler kendi yetimleriydi, onların mallarının vasisi olarak adil davranmaları ve merhametli olmaları gerekirken onlar bunun tersini yapıyorlardı. Kuran bu konularda da onları ikaz etmektedir… Kuran, servet biriktirenlere, servetlerini ihtiyaç sahiplerine ve yoksullara dağıtmasını tavsiye ederken, onların o servetle kurdukları ilişkiyi ve servet biriktirme anlayışlarını da eleştiriyordu. Leyl süresi, iki farklı tutumu anlatmaktadır. Hz. Ebu Bekir’in, Osman’ın, Ömer’in, Hatice’nin, Abdurahman bin Avf’ın, Erkam’ın vs servetlerini dağıtırken güzel (onlarca acaip) örneklikler ortaya koyduklarında onlar, diğerlerine model gösteriliyorlardı. (Oysa onlar, Müslüman olmamış kendi tanışları, yakınları ve eski dostları tarafından böyle giderse servetlerinin biteceği, sonuçta kendilerinin yoksullaşacakları konusunda şiddetli eleştirilere muhatap oluyorlardı.)…
Özellikle günümüz modern (liberal-Marksist-muhafazakar çağdaş ideolojik paradigmanın inşa ettiği) toplumsal yapıların, sınıflaşmanın ve sosyal örgütlenmelerin temelini de oluşturan “ekonomik faktör”ün, siyasi ve kültürel alanları da belirleyen tek faktör olduğu, dolayısıyla diğerlerini de bu faktörün belirlediğini biliyoruz. Bu bağlamda o günün Mekke’sinde (sayısal üstünlük ve nesep iddiasının yanında) ekonomik faktörün de belirleyici olduğu görülebilmektedir. Bu bakımdan ekonomik ilkeler ve değerler üzerinden yapılan üstünlük iddiaları, sosyal ve siyasi ilişkilerin de Mekke’de ona göre şekillenmeye başlaması ve giderek yaygınlaşması normaldi. Buradan hareketle Mekke’de ekonomik temelli oluşum üstüne biçimlenmiş siyasi yeni bir idare ve kabileler federasyonu şeklinde yeni bir sosyal örgütlenme vardır diyebiliriz. Darun nedve, burada tüm bunları sağlayan, yapıyı güvence altında tutan en önemli araç ve kurumdur. Bu durum doğal olarak sosyal ve kültürel hayatı da etkileyecek ve nihayet toplumsal yapıyı da biçimlendirecektir…
Oysa biz biliyoruz ki (bedevi toplum tahlillerimizi hatırlayalım) bedevi toplumda ve hayatta mal, servetle kurulan ilişkinin niteliği, iyilik ve cömertlik yapmak için bir araçtı ve biriktirilmezdi. Bu onlar için övünç kaynağıydı ve onlar bu konuda çok meşhurdular. O bakımdan sınıflı bir yapı orada çıkmazdı. Siyasi liderlik ve meclis de nitelik ve fonksiyonel olarak farklı, önde gelenlerin statüsünü koruyan veya onlara statü veren bir mekanizma değildi. Kabile örgütlenmesi, birlik, düzen ve dayanışma gibi toplumsal işler nesep ve asabiye temelinde adalet ve merhamet üzerine oturmaktaydı. Bedeviliğin o kendine has insani ve ahlaki özelliği, şehir hayatında böylece olumsuzlaşarak dönüşmeye başlamış, ölçüler ve değerler ahlaki olmaktan çıkıp maddi temeller üzerine oturmaya başlamıştı…
Klasik anlatımlarda Kureyş toplumunun sosyal ayrışmasını ve sınıflaşmasını anlatım tarzı biraz farklıdır. O tasnif o dönemin fotoğrafı olarak gösterilmekte ama o fotoğraftan bu güne dair anlamlı kılınacak bir okuma biçimi görülmemektedir. Yüzeysel bakıldığında fotoğrafın bu güne anlatacağı bir şey de yoktur. Peygamber dönemi ve hayatı genel olarak bu tarz anlatıldığı için siyer bahsi hak ettiği itibarı görmüyor, okuyucu nezdinde bir şey de ifade etmiyor. Bunun birçok sebebi yanında Müslümanların toplum ve sistem tahlili yapma yeteneğinin körelmesi, son birkaç yüzyıldır tarihin dışında kalmaları, yönetilen “sürüler” arasında olmaları, dini telakkinin de bu nedenlerden ötürü modern sapmanın etkisiyle bozulması olmuştur. Oysa bizim siyer okuyucularımız, bizim yapmaya çalıştığımız gibi bu günü tahlil ederek karşılaştırmalı bir yaklaşımla işin ayrıntısını ve gerçeğini ayırabilecek, bu okuma tarzıyla olayları günümüze uyarlamayı yapabilecek durumdadır artık… O nedenle, yine karşılaştırmalar yaparak, bilgi babında klasik tasnife de özetle değinip geçelim.
1-HÜRLER
Kureyş toplumunda aynı haklara sahip erkek ve kadınların oluşturduğu çoğunluk grup bunlardır. Toplumun ve kurumların asıl kurucusu, imtiyaz sahibi, statü olarak üstün olan bu gurup hürler gurubudur. (Türkiye’deki Kemalistler, paganist laikler, sistemin merkezindekiler gibi, Suudi Arabistan’daki Suud’lar, Almanya’daki Bawyera’lılar… gibi) Bunlar kendi aralarında ekonomik durum ve itibara göre, doğal olarak kendi içinde de farklılaşmaktadır. Hicaz Arap kabile toplumunun zirvesinde özel olarak Mekkeli aristokratlar, genel olarak da Kureyş kabilesi bulunuyordu. Kusay hanedanı, Mekke’de hürlerin de üzerinde imtiyazlı bir sınıftır. Darun nedvenin asilzadeleri, önde gelenler de bunlardı. Hür sınıftan olanlar, güvenilir ve nesepçe şerefli sayılan bir kabileye mensup olanlar olarak saygın bir guruptur.
Kureyş’in sınırsız güç ve itibar kaynağına sahip diğer boy ve oymakları, imtiyazlı yüksek sınıfı oluşturuyordu. Humus statüsü verilen kabilelerin reisleri ve asilzadeleri, Kureyş kızlarıyla evlenen diğer kabilelere mensup damatlar ve çocukları da bu sınıftandırlar. Hürlerin yazılı antlaşmayla eman verdikleri de bu sınıfın alt guruplarını oluşturmaktaydı. Bunların kendi arasındaki dayanışma ve işbirliği gereği tümünü tehdit eden bir durumda hep birlikte hareket ederken (İslam’a karşı olduğu gibi), normalde durumlarda guruplar halinde iç rekabetlerini sürdürmektedirler. Mekke’nin mevcut statüsü, darun nedve nezdinde siyasi güç olarak bu hür sınıfın imtiyazını koruyan ve üreten bir sistemdi.
Bu statü ve rolün meşruiyetini, dini merkez olarak Kabe’nin dolayısıyla Mekke’ninin sakinleri olarak, hac işlerini yürüten özellikli insanlar olmasından ve ticaretten elde ettikleri servetin gücüne dayalı hegomanyadan almaktaydılar. Onların insanlar nezdinde saygın bir yeri olan kutsal Kâbe’ye ev sahipliği yapmaları, geçimlerini ve servetlerini ticaretten karşılamalarından dolayısıyla Mekke’yi ticari ve dini bir merkez, Arabistan’da merkezi bir şehir yapmaları en önemli unsurdur. Mekke’de ekonomik ve dini merkez olarak, para ilişkileri, dini ilişkiler, sosyal ve kültürel karmaşık ilişkileri doğurmuş, bu ilişkiler de onlara özel bir statü getirmiştir. Onların itibar ve şerefleri, dolayısıyla üstünlük konumları, hem dini kaynaklı hem de sermaye kaynaklıdır. Tüm bunlardan sonra onlar, aynı zamanda Araplar arasında politik bir itibara sahip olmuşlardır. Darun nedve de bu statünün teminatı, özellikle politik iktidarın tescili durumundadır. (Kuran’ın ifadesiyle bu gurup asiller, ileri gelenler, mülk sahipleri, yöneticiler, müstekbirler, imtiyazlılar, mele’ler… olarak anılabilir)
2-KÖLELER
Kul, bende, halayık, esir, köle ile eş anlamlı kelimeler. Erkek köleye abd, rakık, memluk, kınn, rakabe, vasif, mülk-ül yemin denirken kadın köle için, memlûke, vasife, cariye, eme, gurre kelimeleri kullanılıyor. (Kuranda abd, Allah insan ilişkisi için kullanılıyor). Rakabe anlamında köle kullanıldığında (mâ meleket eymanüküm) sağ ellerinizin malik olduğu şey olarak geçiyor… Toplumsal ve sosyal hiyerarşinin en aşağısında esirler ve köleler var (günümüzde, her toplumun kendi zencileri, üstünlük taslayanların aşağıladığı etnik, kültürel veya sosyal gurup yahut topluca aşağılananlar, yoksullar, emekçiler olarak okunmalı). Bunlar, hukuki, iktisadi, siyasi ve sosyal olarak toplumsal statüsü ve gördüğü muamele bakımından hürden farklı haklara sahip (eşya hükmünde, çoğu hakkı elinden alınmış) olan sosyal bir gruptur. Yani hürlerin sahip olduğu hak, hukuk ve itibardan yoksun, farklı muamele görüyorlar…
Bu sınıf erkek köleler ve kadın cariyelerden oluşuyor. Köleliğin kaynağı iki yoldan sağlanıyor; Mekke ve civarda açık köle pazarlarından satın alınarak veya kabile savaşlarından elde edilerek. Esir tüccarları Habeşistan ve komşu ülkelerden getirdikleri köle ve cariyeleri panayırlarda satışa çıkarıyor. Kureyş’in Teym kabilesinden Abdullah bin Cüda (hılf-ül fudul’ün toplantısı onun evinde yapılmıştı), ünlü bir köle tüccarıdır… Onlar bir yanıyla mal ve eşya hükmündeler, mal gibi miras kalıyor, alınıyor, satılıyorlar. Kölelere ortak sahip olunabiliyor, ortaklaşa kullanılabiliyor. Kölelik o çağda bir gelir kapısı, bir ticaret aracı da oluyordu. Köle, değerli bir menkul mal hükmünde olduğu için alınıp satılabiliyor, kiralanabiliyor. Çokça kölesi olanlar, onları işlerinde çalıştırıyor, karlı görürlerse onları satabiliyordu.
(Hz. Ebu Bekir’in işkence gören köleleri ederinden yüksek fiyatla satın alıp azat etmesi bu uygulamaya dayanıyordu) Onlar daha çok tarım, ticaret, zanaat, ev işleri gibi işlerde çalıştırılıyorlar. Sahibi onun üzerinde her hakka sahip, onunsa bir hakkı yok. Sahibi onu dövebilir, ona sövebilir, uzuvlarını kesebilir hatta onu öldürebilir. Bu bakımdan efendi, bir sorumluluk taşımaz. (Efendi, Müslüman olduğu açığa çıkan kölesine öldürme dahil her tür kötü muameleyi yaparken bu hukuku kullanıyordu!) Kölelerin, Araplar arası yapılan meşhur ok yarışlarında canlı hedef olarak kullanıldıkları da oluyor. (Tüm bunlara rağmen ortaçağdaki Batılı serften daha üstün statüye sahipler)
Köleler, bir suç işlediklerinde, hürlerden aynı suçları işleyene göre cezanın yarısını görüyor. Köle öldürmekten dolayı hür olan bir adama kısas uygulanmıyor. Azat etme karşılığı savaşlarda kullanıldıkları, savaşçı oldukları da oluyor. Kölelerden zeki, seçkin olanları evlatlık edilebiliyor. Bazen hediye edilir (Hz. Hatice’nin Zeyd bin Harise’yi Peygamber(s)’e hediye etmesi gibi), nikah akdinde mihir olarak da verilirdi. Efendilerinin izni olmadan köleler evlenemiyor, izin alanlarsa kendi gibi kölelerle evlenebiliyorlar. Onların doğan çocukları da köle oluyor. Hür bir erkek fakir durumdaysa (mihir veremez halde) veya hür bir kadınla evlenecek durumda değilse, sahibinin izni alınarak bir cariye ile evlenebiliyor.
Bir başka yanıyla özellikli bir durum da var kölelikte; bir köle, kendi kıymetini kazanıp sahibine ödeyerek hürriyetine kavuşabiliyor, böyle bir hakka sahip, böyle bir hukuk var. Ayrıca cahiliyyede adetinde ve uygulamasında köle azadı, üstünlük ve faziletten sayılıyor, bununla övünüyorlardı… Araplardaki kölecilik uygulaması, kendi çağında tüm toplumlarda görüldüğü gibi, 19. Yüzyıla kadar modern dünyada da görülmektedir. Bu gün kölelik uygulaması, kağıt üstünde statü olarak, sahip oldukları haklar bakımından kaldırılmış veya yok gibi gözükmekte lakin gerçekte farklı statülerle ve farklı biçimlerde isim değişikliği yapılarak yaşatılmaya devam ettirilmektedir…
Kuran’ın köleliği ortadan kaldırma girişimleri (Bakara 177, Nisa 92, Maide 89, Tevbe 60, Mücadele 3, Beled 11-13,..) ısrarla sürer. Beled suresindeki ayetler, köle azadını bir “boyun açmak” olarak niteleyip bunu üstünlük vasıtası (takva) olarak niteler ve teşvik eder. Bir köle, Müslüman olduğunda, diğerleri ile kardeş olmaktadır. Peygamber efendimizin hiçbir kölesi olmadı. Bu her şeyi açıklamaya yeter de artar bile… Hz. Ömer’in, Mısır valisi Amr bin As’ın, bir kölenin haksız bir muameleye uğradığını bildiği halde eski geleneklere uyarak ses çıkarmayışı karşısında (bir yarışta valinin oğlunu yenen köleye atılan bir tokat), “anasından hür doğan insanları ne zamandan beri köle edindiniz” diye azarlayacak, valiye, hem de topluluk içinde kısas uygulayacak, valiye ve oğluna ayrı ayrı tokat vurduracaktır (oğul, sırf babası vali olduğu için bu cesareti bulmuş, vali de bunu bilmesine rağmen oğlunu cezalandırmamıştı).
Kuranda, eski kölelik uygulaması ve hukuku (Nisa 25) farklılaştırılarak düzeltilmektedir. Köleliğin kaynağı yalnızca savaş haline bağlandı, esir alınan kölelerin azad edilmesi içinse çeşitli alternatifler üretildi. Fidye, esir değişimi, kefaret karşılığı azat, sebepsiz azad, infak karşılığı azad, fazilet örnekliği olarak azat gibi yollar bu alternatifler arasındadır. Köle, köleliği devam ediyorsa, had gerektiren suçta had cezasını yarı yarıya çeker (Nur 2, Maide 38). Hırsızlık, irtidat, kısas gerektiren suçlarda, hür gibi ceza alır. Köle öldürene de kısas getirildi. Köle, mal-eşya muamelesi görmekten çıktı, Müslüman toplumun hukuk ve statü olarak denk bir üyesi oldu. Cariyelerle evlilik nikâh şartına bağlandı, onların kötü muamele görmeleri yasaklandı. Köle, diyet ödeyecek suç işlediğinde, diyet onun efendisine yüklendi veya köleyi karşıya vermesi sağlandı.
3-MEVALİ
Mevali, tekili Mevla, kelime olarak veli, hami, yardımcı, dost, sahip, efendi, malik, nimet veren gibi anlamlara geliyor. Kuran’da bu kavram, sahip, dost, yardımcı, efendi anlamlarına çoğu kez Allah kastedilerek kullanılıyor. (Bakara 286, Enfal 40, Hac 78, Tevbe 51, Muhammed 11) Ayrıca mirasçılar olarak (Nisa 33, Meryem 5), dostlar olarak (Ahzap 5) ve efendi olarak (Nahl 76) da kullanılmaktadır.
Hukuk ve statü olarak mevali, Arap toplumunda, hürler-asil gurup ile köleler arasında orta sınıfı ifade ediyor. Köle, sahibinin kendisini bir tür evlatlığa kabul etmesi ya da onu azat etmesi yoluyla onun mevlası oluyor. Bu durumda onlar, sahibinin bağlı olduğu kavminin de birer üyesi olmaktadır. Bunlar alınıp satılamazdı, evlenme ve miras konusunda hürler gibi bir statüleri de yoktu. Normal şartlarda bir köle, köle kaldığı sürece efendisinin mülkü olduğu için sınıf değiştiremezdi. Efendisine itaat edip çalıştıkları sürece yemek yemeye, barınma ve korunmaya hakları olurdu. Mevla ise burada biraz farklıdır. Mevla, hür bir kız ya da kadınla evlenemezdi. Mevlanın diyeti, hürün diyetinin yarısıdır.
Cahiliyye âdetine göre bir adam istediği bir yabancıyı kendi nesebine katabiliyor, onu kendi ailesinden sayabiliyor. Bu şekilde bir yabancının nesebe katılmasına “istihlak” deniyor. Bu yolla aileye katılan bir mevla, efendisine mirasçı olabildiği gibi, diğer mevlalardan bir gömlek daha üstün duruma geçiyor. Nesebe katılan köle ve cariye ise “mevla”, hür olanlardan anlaşmalı katılım olursa “daiy” adını alıyor… İslam, Mecusi, Hıristiyan ve Yahudilerin mevali sahibi olmalarını yasaklar. (Maide 51)… Mevali, genel ve özel kurallara tabiidir. Genele göre, hürden aşağı, köleden üstündür, köle gibi alınıp satılamıyor. Özele göre, hür muamelesi görmez, hür bir kadınla evlenemez, diyeti yarı yarıyadır, kısasta da ceza yarı (uzuv kaybı) oranında uygulanıyor. Miras meselesinde hem kendi mirasçıdır hem de kendisine mirasçı olunuyor… (Günümüzde, emekçi, mülksüz, yoksullar gurubu, aşağılananlar olarak nitelendirildiğinde orta gurubun altında, orta gurup da üst gurubun altında statüye sahip oldukları için benzerlikler kurulabilir…)
Mevali üç guruptur:
Itk mevalisi; köle-efendi arasında hürriyeti satın alma yolu ile mukâtebe (yazılı anlaşma) yapmak suretiyle bir bağ kurulur. Köle, değeri olan parayı çalışıp kazanarak efendisine ödemekle hürriyetini elde eder. Yahut efendisi, şunu yaparsan hürsün dediği önemli bir hizmeti gören kölesini azat eder. Akit mevalisi; Bir şahsın bir şahsa yahut kabileye, bir sebeple intisap ettiği durumlarda oluşur. Birisi diğer birisine (kabilesi dışında) “sağ olduğum müddetçe beni koru, beni müdafaa et, ölürsem mirasçım olursun, sen benim mevlam ol der, diğeri de kabul ederse “muvalat” olurdu” ve bu da bir akitti. Medine Yahudileri, Evs ve Hazrec’in bu yolla mevalisi idiler… Emevi saltanatı döneminde başlayan başka bir uygulamada, İslam’a sonradan giren yabancı uyruklu (Arap olmayan) insanlarda, bu adla anıldılar. Rahim mevlası; Kabilenin erkeklerinin mevaliden eş almaları ile meydana gelenidir…
Özetle Mekke’de elitler, statü sahibi imtiyazlılar kendilerini diğerlerinden üstün tutan farklılıklar olarak nesep üstünlüğü ve sayıca çokluğun yanında daha çok mal çokluğu ve servet biriktirmekte görüyor, bununla da övünüyordu. Bu farklılıkları da şeref ve izzet sahibi olmak için gerekli görüyor, sonra bu durumu üstünlük aracı sayıyor ve nihayet diğerlerini o konuda aşağılayarak kibirleniyordu. Bu bakımdan sosyo-ekonomik ilişkileri ve sosyal guruplaşmaları haksız kazanca, haksızlığa, soy üstünlüğüne, sayıca ve servetçe çokluğa dayanıyordu. Haksız iddiaları ve haksızlık üstüne kurulmuş statüleri, toplumsal örgütlenmelerine yansımış, siyasal idareleri de bu durumu hem korumuş hem de yeniden üretmiştir…
Kureyş yeni gelen dinin, onların algı ve uygulamalarına zıt yeni bir algı ve uygulama önerdiği için, mevcut toplumu ve sosyal yapıyı temelden sarsacağını ve yeni bir yapılanma üreteceğini görmüştü. Çünkü yeni dinin müntesipleri kendi aralarında iman ortaklığına dayalı kardeşler olarak ayrıca örgütlenmeye başlamış, kardeşlikleri de ekonomik paylaşım dahil her türden dayanışmayı ve birliği pratikte göstermeye başlamıştı. Bu gibi sebeplerden de dolayı onlar, yeni dini, siyaseten reddedeceklerdir. Müslümanlarla kendileri arasında gelişen toplumsal çatışmanın ve ayrışmanın asıl sebepleri, buralarda da yatmaktadır.
BİR DEĞERLENDİRME
İslam dininin, gerek insan teki için farklılık ve fazlalık ayırımı, gerekse sosyal hayatta çeşitli temellere dayalı hiyerarşik ayrışma ve yapılanma ve tüm bunları hak-batıl ölçeğinde üretmenin ve düzenlemenin teminatı olan siyasal sitemde, kendine has, hakkaniyete dayalı bir ölçüsü, usulü ve uygulaması vardır. Tüm bunlar İslam toplumunda ve devletinde bilinenlerin dışında başka şeyleri çağrıştırır. Müslümanlar, kendilerinde ve toplumlarında sahip oldukları fazlalık ve farklılıklarla başka sorumlulukları üstlenmiş olmaktadırlar. Onlar bu özellikleri nedeniyle diğerlerine karşı, bir biçimde üstünlük taslayamaz, hegomanya kurup zulüm üretemez, böyle bir yapısallık üreten sisteme de razı gelemezler. Çünkü onlar, o özelliklere sahip olanlar, insanların ve toplulukların dünya işlerinin, beşeri ihtiyaçlarının şeri ölçü ve usulle görülmesinden ve yürütülmesinden sorumlu tutulduklarının farkında olanlardır.
Buradan da anlıyoruz ki inanmış olanların varlık gerekçesi ve sorumlulukları, hakkı temsil ederek zulme karşı çıkmak dolayısıyla zalimi açığa almaktır. Tuğyan edip kan dökeni ve fesadı yayıp insanları aldatanları önlemek, sapkının ve azgının önünde durmaktır. Hak ile hükmetmek ve adil olmak böyle gerçekleşecektir. Çünkü insanları bir takım ölçülere göre ayırmak, kimisini kimisinden üstün tutmak, sahip olduklarıyla kibirlenip üstünlük taslamak ve hegomanya kurmak zulüm olduğu gibi, insanlar arasında sürdürülüp duran bu zulmü üreten politik iktidarla da hesaplaşmaktır… Bunun için inananlar topluluğu yeryüzünde iktidar olmanın imkanlarını üreterek dünyayı imar etmekle, hakkı üstün tutmakla, salatı ikame etmekle, hayrı yayarak şerri bastırmakla, kötüleri ve kötülükleri önlemekle, zalimleri cezalandırmakla sorumlu tutuldular…
Kureyş’e gelen yeni din, yeni bir ölçü ve usulle yeni bir insan tipi, yeni bir yapılanma ve yeni bir toplumsallık iradesi gösterdi ve inşa etti. O çağda mevcut cahili toplum içindeki inananlar topluluğu (insanlar arasından seçilmiş, hayırlı olanların birlikteliği) sosyal örgütlenme olarak ayrı bir ümmet oluştururken diğerleri de ayrı bir ümmet olarak yollarına, dinlerine devam ettiler. Yeni din yeni mesajlarıyla gelip yeni bir anlayış ve yeni pratikler üretince, Kureyş toplumunda büyük bir sarsıntı meydana getirdi. Bu gelişmeler ilkin statü sahipleri ve statüden beslenenlerle sosyal, siyasi ve ekonomik tehditlerle baş gösteren bir çatışma başlattı. Çünkü toplumda “fitne” çıkmış, yeni bir asabiye ve yeni bir aidiyet şekillenmiş, mevcut statü haklı olarak eleştirilmeye ve çözülmeye başlamış, bu da yeni amaç ve yeni hedeflerle yeni bir toplumsallığa giden yolu başlatmıştı.
Daha ilk yıllarda başlayan bu toplumsal ayrışma, fiili olarak Kureyş’de iki toplum veya ikili bir sosyal yapı ortaya çıkarmıştı. Yeni dini benimseyenler, yeni değerlerle kendini yenileyince (ittika ve arınma süreci) kendi aralarında (insanlar arasından seçilmiş) iman kardeşliğine dayalı yeni bir toplumu oluşturdular (şura 38-39) ve böylece sürüden ayrıştılar, cahiliyeden ve kavimlerinin dininden yüz çevirdiler. Değerlere dayalı bu fiziki ayrılış veya aykırılık, sosyal hayatın içinde pratik uygulamalara ve ilişkilere farklılık olarak yansıyor, o da itibar edilen referansın farklılığından kaynaklanıyordu. O nedenle Müslümanlar başlarına gelenlere sabrettiler ve kazandılar.
Tüm bunların sonucunda bakış açıları ve değerler çatışması başlamış, sosyal, siyasi ve ekonomik bazda karşılaşmalar da kaçınılmaz olarak gerçekleşmiştir. Bu durum Kureyş idarecilerinin ciddi anlamda strateji değiştirmelerine ve nihayet şiddete başvurmalarına kadar varmıştır. Hz. Peygamber(s)’de, daha önceden hesap ettiği bu yeni durum karşısında (dini mesaj bu günleri göstermekteydi) kendi stratejisini işletecektir. Bu nedenle daha risaletin beşinci yılında planlanan Habeşistan hicreti, bu gerekçelerin ve şartların sonucunda gerçekleştirilecektir. Bu hicret, Mekan olarak daha önceden planlanmış, hesaplanmış ve ayarlanmış olmalıdır. Sonraki tüm gelişmeler de bunu teyit etmektedir…
Habeşistan hicreti öncesine denk düşen zamanlarda Şura süresi 42 de, Müslüman olarak yeni bir yapılanma inşa edip kendi toplumu içinde ayrışanlara ve karşıtlarına net bir açılım ve çıkış yolu gösterilir; “Ancak insanlara zulmedenlerin ve yeryüzünde haksız yere taşkınlık edenlerin aleyhine bir yol vardır.” Habeşistan hicretini doğuracak sebeplerin oluştuğu zamanlarda gelen bu ayet, sosyo-ekonomik hayatın ve politik iktidarın ancak bu ayrışmadan (Şura 38-39) sonra değişeceğine dair net mesajlar veriyor… Buradan da anlıyoruz ki din, salt ahlaki bir tutum, faziletli ve erdemli bir davranış, bireysel bir yaşam ve kurtuluş değil, tam aksine, kendini değiştirmiş ve sadece Allah’a adanmış (ittika) bir kullukla yeni bir toplumsallığın ve yapılanmanın gerekliliğini ortaya koyan, bunun da herkese açık şekilde ortaya konarak bildiren bir yenilik, değişim ve o yönde topyekun bir uygulama iradesi ve yeni bir yaşama biçimidir.
O nedenle, cahiliye içinde iman edenler, kendini yenileyenler, mukadder muhalefetin her türlüsüne karşı İttika edip sabrettiklerinde arınıyorlar. Bu arınma sonrasıdır ki Allah onların lehine bir yol açıyor. Bu yol, kendi toplumlarının zalimleri, haksız yere taşkınlık edenleri ve idarecileri aleyhine bir yoldur. Allah’ın bu yolu açması, diğerlerinden çok Müslüman olanların tutumları ile bağlantılıdır. Müttakiler, sabredenler ve arınanlar ancak toplumsal planda açığa çıktığı zaman kavminin zalimleri ve taşkınlık edenleri de açığa çıkıyor. Önce hak açığa çıkacak yani. Aksi halde herkes Müslüman, herkes Allah’a inanıyor, herkes hak üzere yol alıp gidiyor ama batıl bir türlü açığa çıkmıyor, çıkmaz da! (Mekke’de hanifler örneği, günümüzdeki cahiliyede yok olup giden Müslümanlar örneği) Oysa batılın açığa çıkması hakkın açığa çıkması ile mümkün oluyor. Hak gelmeden batıl zail olmayacak yani!
Ayetlerde, stratejik bir ufkun varlığından, yeni bir dünya kurma vizyonun takip edildiğinden bahsetmektedir. Olayları kendi istedikleri doğrultuda ve baştan belli olan stratejiye uygun olarak yönlendiren bir yapılanmadan bahsediliyor yani. Yeni bir topluluk, yeni kurallar, yenilenmiş insanlar, yeni hayatlar ve yeni bir reislik önderliğinde, olması gerektiği gibi, yeni bir toplumsallık ve yeni bir dünya kurmaktan bahsedilmektedir. Buna karşılık, insanların kendi yanlarından uydurdukları değerler ve ilkelerle ürettikleri toplumsal örgütlenmenin, sosyo-ekonomik ilkelere dayalı üstünlüğün ve ayrışmanın kabul edilmediğini, bu vasatı üreten ve sürdüren putperest siyasal idarenin de reddedildiğini görmekteyiz… Bu nedenle bu tür toplumların (cahiliye) çözülmesi ve değiştirilmesi gerektiğini çünkü fesat ürettiğini, onun yerine, inzal edilenin üstün tutulduğu yeni ve örnek bir yapılanmanın gerçekleştirilmesi gerektiği görülmektedir. Ayet tüm bunları içermekte, bunları anlatmaktadır…
Bundan sonradır ki Kureyş içinde olması mümkün görülmeyen toplumsal değişim üzerine yani Kureyş’de işler tıkanca çevre kavimlerle ittifak arayışları başlayacaktır. Hedef ve vizyon her aşamada ve her şartta aynıdır çünkü. Habeşistan denemesi de bunun için yapılmıştır… Kureyş’i yola getirmenin bir yolu aranırken Habeşistan’la kurulabilecek stratejik anlaşmalar gereği Kureyş çevreden kuşatılabilir, onların en güçlü yanı olan ekonomik damarları kurutulabilir, onlar böylece içerden çökertilebilirdi.
Müslümanlardan iş bilir, risk alabilir, bağımsız hareket edebilir, inisiyatif kullanabilir ve varlıklı olanlarından bazıları, bu nedenle oraya gönderildiler. Fakat Habeşistan’da sonradan meydana gelen iç savaş (Sasani-Bizans savaşı nedeniyle) hesapta yoktu ve ora üzerinden yapılan hesaplar, zorunlu olarak değiştirilecektir. İnanmış, teslim olmuş ve yenilenmiş topluluğun kendi içinde kurduğu yeni örgütlenmesi, ilk büyük hicreti başarıyla tamamladı. Fakat Rabbim onların sınanmasının, sabrının, ittikasının ve dolayısıyla arındırılmasının henüz tamamlanmadığını taktir etmişti. Böylece bir beş yıl daha iç mücadele sürecek, amansız çatışmalar ve ayrışmalar devam edecektir…
İnsanlar arsındaki farklılık ve fazlalıklar bağlamında İslam, insanları, inanç farklılığı temelinde inananlar ve diğerleri olarak temelde iki kategoride ayrıştırmaktadır. İnananlar, sadece Allah’a kul oldukları, “melik”, “ilah” ve “rab” olarak sadece ona itibar ettikleri için izzet ve şeref olarak diğerlerinden ayrı ve üstündürler. Onlar sürüden (çoğunluk ve kalabalıklar her zaman sapkın, nankör, bilmez ve müşriktirler) ayrılarak hak yola giren, sadece Allah’a ittika eden, halife niteliğiyle dünya hayatına el koyması ve sürüyü yönlendirmesi gereken hak sahibidirler. Bu üstünlük, insanlığın en yüce değerleri olan vahiy referanslı hakkaniyeti, adaleti, merhameti, dürüstlüğü, doğru şahitliği, helal kazancı, cömertliği, yardımlaşmayı ve düşkünü korumayı kendi üzerinde temsil ettiğinde ve diğerlerine bu konularda örneklik ettiğinde ancak anlamlıdır…