
Hüseyin ALAN
İSLAM ÖNCESİ ARABİSTAN COĞRAFYASI -IV-
D-EKONOMİK DURUM VE MÜLKİYET ALGISI
1-KONU İLE İLGİLİ GENEL BİR AÇIKLAMA (MODERN HAYAT)
Mülk, genel bir tanım olarak menkul, gayrimenkul mal ve fikri bir ürün üzerinde kullanım hakkına sahip-malik olmaktır. Bu hakkın masun sayılması, kullanım hakkına müdahale edilmemesi için aynı zamanda toplum (otorite) tarafından da kabul edilmesi ve korunması gerekmektedir. Modern ve çağdaş toplumlarda mülk, mülkiyet, servet ya da sermayeye (girişimci, mali kaynaklar, doğal kaynakların tümü, üretim araçları, kullanılan teknoloji, yöneticiler ve çalışanlar bağlamında insan unsuru ve emek, pazarda elde edilen pay… vs toplam olarak tümü birden) sahip olmak, onu kendi adına tescillemek (devlet garantisi), mülk olarak tanımlanan taşınmaz (gayrimenkul) ve taşınır (menkul) malları (fikri ürünler de bu kategoridedir) tümünün kazanma yolları (iktisap etmek), çoğaltması ve onlar üzerinden malikinin dilediğince tasarruf etmesi vs haklarının tümü, bu çerçevededir…
Mülkiyet konusu tanım ve tarif bakımından aynı zamanda ideolojilere göre farklılık arzeden bir konudur. İdeolojilerin temel olarak ayrıştıkları yerlerden birisi de bu konudur yani konuya bakış, konunun tanım ve çerçevesi hakkındaki öznel hükümleridir. Modern çağlarda bu haklar liberal (özel mülkiyet) ve Marksist (kamu mülkiyeti) tanımların esası ve kendine has hukuki teferruat dışında (bazı ülkelerde ikisinden esinlenerek karma uygulama olabiliyor) geçerli başka tanım ve uygulamanın geçerliliği yoktur çünkü diğer ideolojilerin devleti yoktur. Mülkiyet konusu, doğrudan devlet (zor gücü) ve devletin ilgili hukuku ile bağlantılı olduğu için pratikte iki ideolojinin tezleri dışında bir uygulama yoktur.
Mülkiyete konu malların tanımı ve detaylarda belirtilen hukuki çerçeve, kişinin, sosyal bir örgütün veya kamunun sahip olduğu malları, mülkiyet haklarını, iktisabını ve tasarrufunu kapsar. Bu çerçeve bir “malın”, bir “eşyanın” ya da “fikri bir ürünün” üzerinde mülkiyet ve kullanım hakkının sadece malikine ait olması ve dolayısıyla başkalarının karşı tecavüzünden emin kılınması için çizilmektedir. Başka bir deyişle mülk sayılan mallara malik olmak demek, ancak kişi ya da kurum adına onların hukuken tescil (garanti) edilmesiyle mümkündür. Genel manada araçların “trafikte”, gayrimenkullerin “tapuda”, fikri ürünlerin “beraat”, “lisans” ya da “patent” olarak kişi ya da kurum üzerine “kaydı” bu nedenle yapılır ve onlar üzerindeki “tasarruf hakkı” sadece “malik” olana tanınır. Bu işler de devlet olmanın gereği işlerdendir. Aksi durumda kimin neye malik olduğu (gücü gücü yetene halidir) bilinmez ve böyle bir hak dan da bahsedilmez.
Mülkün tanımı, genel çerçeve olarak temel esaslar bağlamında, iktisap (edinim) yolları, biriktirme ve harcama yetkisi gibi detaylarla birlikte, toplum ve devlet tarafından tercih edilen ideoloji ve onun öngördüğü hukuk kuralları ile tespit edilir ve işler halde tutulur. Genelde malik (mülkün sahibi), kendine ait sayılan bir malı satabilir, bağışlayabilir, devredebilir, artırıp azaltabilir veya onun üzerinde dilediğince tasarruf edebilir. İlgili kanunlar ve infaz gücüyle de bu haklar korunur… İdeolojiler arasındaki mülkiyet anlayışı (nelerin mülk olup olmadığı, kişisel tasarrufların sınırı gibi) farkı da buralarda yatmaktadır. Liberalizm’de mülkiyet sınırlandırılmaksızın özel kişilere ait masun ve kutsal sayılırken Marksizm de bu anlayış reddedilir ve onun yerine kamu mülkiyeti esas alınır. Özel mülkiyette her tasarruf kişilere aitken diğerinde kamu adına devlet (parti) bu yetkiye sahiptir.
Günümüz dünyasında mülkiyet konusundaki esaslar ve detaylar, iki ideolojik esaslara göre belirlenmekte, insanlar iki görüş dışında başka görüşleri (pratiği yok) bilmemektedir. İslam dininin ideolojik algısı, tezleri ve pratik manada dünya işlerini çekip çeviren devlet gücüne sahip olmadığı, bu durumun birkaç yüz yıldır sürdüğü ve Müslümanlar da iki ideolojik devletten birisi altında yaşadığı için İslam’ın mülk ve mülkiyetle ilgili işleri ve ilişkileri (dinin, aklın, neslin, canın korunmasında olduğu gibi) geçerliliğini yitirmiştir, yürürlükte değildir. (Kişisel uygulamalar konu olamaz)
Sınırsız özel mülkiyet ve sınırları aşan serbest ticaret anlayışının küreselleştiği dünyamızda, ideolojik tercihle doğrudan bağlantılı olan sistematik bir kurumlaşma ve uygulama tarzı da dolayısıyla çok yaygındır. Bu tarzda servet elde etmenin (mülk edinme) yolları alabildiğine serbest olurken mal üzerinde kullanım hakkı da sınırsızca yapılabiliyor. Bu sistem bu haliyle gerçekte başka işlere de geçit veren, başka kurumsal yapılarla da bu durumu entegre eden bir sistemdir. Sistemde, sofistike yollarla sürdürülen bir aldatma (sömürü) mekanizması kurulmuştur. Bunu anlamak için şu işleyişe dikkatle bakalım; sermaye belli ellerde birikiyor, sömürüden elde edilen birikim sermayeye yeniden eklenerek çoğaltılıyor, giderek tekelleşme oluşturuluyor, doğal kaynaklar ve insanlar alabildiğine kullanılıyor ve bu birikim nihayet diğerleri üzerinde bir hegomanya kurma aracına dönüşüyor. Burada servet belli bir azınlık elinde giderek büyürken mülksüzlerin sayısı da giderek artıyor.
Bir fasit daire bu, kırılmadan kendi içinde dönüp duruyor. Bu uygulama, bir çeşit sömürünün sistematik hale dönüştürülmesi ile derinleşmekte ve istikrarlı biçimde sürdürülmektedir. Bu sistemin sürdürülebilir olması tabii olarak başka kurumsal destekleri de gerektirir. Bunun için siyasal sistem ve sosyal örgütlenme modeli bu sistemin temelini oluşturuyor, politik iktidarda sistemin sürdürülebilir olmasını sağlıyor. Dolayısıyla servetin belli ellerde toplanıp tekel oluşturması, ancak diğerlerinin üzerinden haksız kazanç elde edilmesi ve çoğunluğun yoksul bırakılmasını sağlayan ekonomik ilkelerin diğer alanları belirlemesi ile mümkün olabiliyor.
Bu bağlamda mülkiyet edinimi haksız kazanç dediğimiz aldatma, hile, yalan-dolan, rant, faiz ve siyasi nüfuz kullanma yollarıyla insanların sömürülmesine ve tüm insanlığın ortak malı olan doğal kaynakların talan edilmesine dayanmaktadır. Bu işleyiş bir taraftan servetin artırılmasını, belli ellerde toplanmasını doğurmakta, öte taraftan kazancın sürekli büyümesi ve bu birikimin de servete yeniden eklenerek tekel durumuna dönüşmesi ile tamamlanmaktadır… Bütün bunların olması için total sistemin (siyasal, sosyal ve hukuki yapı dahil) buna uygun entegre olması gerekmektedir. Bunun için de ekonomik alanın diğerlerinden bağımsız, ekonomik ilkelerin de diğerlerini belirlemesi ve düzenlemesi gerekmektedir. Bu gün bu anlamda cari olan sistemin sürdürülebilmesi, öncelikle politik iktidarın bu duruma uygun olarak yapılanmasıyla mümkün olmaktadır.
Bunun sosyal politika olarak sürdürülebilmesi (sömürünün gözlerden ırak tutulması) içinse başka zorunluluklar gereklidir. Öncelikle ihtiyaç karşılığı olmayan gereksiz üretimin yapılması, ürünlerin rastgele çeşitlenmesi ve tüketilmesinin gerekliliği kadar, ürünlerin tüketiminin ve dolaşımının (Pazar ilişkisi-tekelleşme) sağlanmış olması da gereklidir. Tüketim toplumu dediğimiz yaşam tarzı bu. Bu işler yapısal ve kurumsal bütünlükle birlikte ancak sömürüden beslenen tekelleri oluşturmakta, tekelleşmeyse, toplumsal tüm kaynakların sermaye lehine tahsis edilmesi ile neticelenmektedir… İşte bütün bunlar da ancak devleti, politik iktidarı, sosyal örgütlenmeyi ve kültürü sadece ekonomik gücün yönlendirmesi ile mümkün olacak bir şeydir…
Modern ideolojilerin ekonomi politiği ve günümüz toplumlarında geçerli kıldığı sosyal yapılanma bu temeller üzerine bina edilmektedir. Bu durum sayesinde birilerinin sürekli kaybetmesi, kaybedenlerin kayıplarınınsa birilerine kazanç olarak aktarılması sağlanmaktadır. Bu işler öncelikle siyaset yani iktidar gücünün desteği sayesinde sürdürebilir işlerdendir. Hepsinin sonucunda, servetin belli ellerde toplanması, tutulması ve belli bir azınlık çevrede dolaşması ile izah edilebilir şeylerdir… Liberalizmde sermaye sahipleri (sınıfı) gibi bir azınlık bu tekeli oluştururken Marksizm de görece daha geniş tabanlı (mülksüz) emekçi gurubu (sınıfı) eşitlik ilkesi gereği bu hakka sahip varsayılır ama pratikte emeğin haklarını koruması gereken sendikal örgütler, partiler ve devlet, emekçilerden farklı bir sınıfı (öncüler-yöneticiler) oluşturduğu için o fark da kaybolmaktadır…
Modern çağlarda ve toplumlarda bu ideolojiler birbirlerinin anti tezleridir ama insan, toplum, eşya, dünya, kutsal ve hayata dair temel paradigma her ikisinde de aynıdır. (Din, dini görüşe ait ideoloji ve dünya görüşü arkaik kalmış dolayısıyla dinin kendine has sosyal yapılanma, siyasi iktidar ve ekonomi politiği devreden çıkarılmıştır. Bu manada din, dini algı ve yorum fizik (gerçek hayat) alemden kopmuş onun yerine sadece manevi, ruhani, nefsani, hissi ve ilahi alana yani metafizik aleme kaydırılmıştır. Son birkaç yüzyıldır din dilinin ve dini mesajın yaşanan hayattan ve kendi gerçeğinden kopuk sadece metafizik aleme ilişkin olması da, bundandır)
Bu durumda modern paradigmada (her iki tezde de) ekonomik ilkeler ve değerler, toplumun diğer alanlarından (sosyal, siyasi ve kültürel) bağımsız olarak, onları da belirleyen ve düzenleyen en temel faktördür. Modern siyaset tarzı, sosyal örgütlenme ve kültürel ilişkiler modeli ekonomik temelle anlamlı ve ekonomik ilkelere o derece bağımlıdır. İlerleme, kalkınma, istikrar ve refah gibi ekonomik hedefler, fiziki karşılığı olan değerlerle ölçülebildiği için bu sistemde anlamlıdırlar… İlginçtir, bu modellerde insanların sistematik olarak sömürülmesi, kaynakların talan edilmesi ve doğanın kirletilmesi ustalıkla gizlenebilmektedir (özgürlük-eşitlik-periyodik seçimler, iktidarların değiştirilebilmesi, serbest-planlı ticaret, özel-kamusal sektör, özelleştirme-kamulaştırma, refah, kalkınma, ilerleme, istikrar vs kavramlar üzerinden zihinler karıştırılır, söylemle gerçek farklılaşır). Bu modellerde gerçeği saptıranlar veya topluluklarda “mehdi” rolünü oynayanlarsa bilgi üretim merkezleri, aydınlar ve gönüllü kuruluşlar olurken okullar, sanat ve iletişim araçları da burada kilit rol oynamaktadır.
2-GELENEKSEL TOPLUMDA DURUM
Geleneksel toplum yapılarında bu tür bir mekanizma, bu tür bir sistematik, yönlendirme ve siyasal bir iktidar kültürü olmamıştı. Başka bir deyişle modern kentler, modern toplumlar, endüstriyel üretim, kendini yenileyen teknoloji ve tüketime dayalı üretim politikası ve üretimin temeli olan doğal kaynaklar, sömürü mekanizmasına ve tekeline dönüşmemiş, böyle bir düşünce de gelişmemişti. Teknoloji o toplumlarda da olduğu halde sürekli kendini yenilemediği, teknolojik üstünlük tekel altına alınmadığı (telif-lisans hakları yoktur, marka tescili yapılmaz, acımasız rekabet olmazdı) ve herkes aynı teknolojiyi kullanabildiği için, üretim araçları üzerinden üretici ve Pazar tekeli de oluşmamıştı. Dolayısıyla teknolojik rekabet ve üstünlük, üretimi, üretim araçlarını ve pazarı sınırsız ve kontrolsüz olarak eline alamamıştı. Bu nedenle mülkiyet ilişkisi, mülkle kurulan ilişkinin niteliği modern anlayıştaki sömürüye ve hegomanyaya dayalı değildi. Bunun için o toplumlarda, üretimin tekeli oluşmadığı gibi tüm doğal kaynakların, diğer üretim araçlarının, ticaretin ve pazarın tekeli de oluşturulamazdı. Yani her şey (ahlak, fazilet, adalet, kardeşlik, dayanışma, aile, namus…) “Pazar” da alınıp satılabilir, maddi karşılığı olan bir “meta” ya dönüşmemişti.
O dönemlerde de kentler ve kentli yeni toplumlar, kendi içinden sınıflı yeni bir toplum üretiyordu ama bu sınıflaşma salt ekonomik bir “temel” e ve “değer” e dayanmıyordu. Onlardaki ayırım genelde yöneticiler-yönetilenler, güçlüler-güçsüzler yahut ileri gelenler-zayıflar şeklinde geleneksel ayrışmaya dayanıyordu. Orada da mülk ve servetin çoğu yönetici sınıfta ve ileri gelenlerde toplanıyordu ama bu birikim üretimde tekel olmalarından, pazarı kontrol etmelerinden ve her şeyin metalaştırılmasından kaynaklanmıyordu. Buna karşılık orada servetin belli ellerde toplanması, asillerin, üreticilerin kazancına veya ürününe el koymasından kaynaklanıyordu. O nedenle olsa gerek orada ileri gelenler sınıfı, kendilerine bağımlı olanların geçim-barınma-sağlık, nesil ve gelecek gibi temel ihtiyaçlarını karşılamak zorundaydı ve böyle bir sorumluluk taşıyorlardı. Hatta yaşam tarzı olarak onlar arasında çok belirgin bir kamplaşma ve pratik ayrışma da gözükmüyordu.
Geleneksel toplumlarda zayıflar ve yönetilenler bu yöndeki kaderlerine razı olmuşlardı. Orada sömürü ve sınıflaşmış yapı açıktan belli olurdu. Onların siyaseten başkaldırmaları, örgütlü bir muhalefet oluşturmaları çok zor bir durumdur. Bunun yanında orada da siyasi bir çatışma veya asiller arasında bir değişim mücadelesi olurdu ama bu alt sınıftan kopuk, üst sınıfın kendi arasında yaptığı rekabetten kaynaklanırdı. Bu bakımdan üst sınıfın zayıflara karşı üstünlük taslamaları ve onlar üzerinde hegomanya kurmaları, insanları daha çok sosyal kategoride sınıflandırmaya ve geniş yığınların üretimine el koymasına dayalıdır. Bu nedenle üsttekilerin her tür üretimden ve kazançtan pay alması, kendilerinin meşru haklarıymış gibi savunulabiliyordu. Onun içindir ki yönetici gurup bu yolla kendilerinde topladıkları serveti biriktirebilir, istedikleri gibi de harcayabilirdi…
Nitelik olarak farklı iki sömürü arasındaki ayırım önemlidir. Bu fark dolayısıyla modern toplumlardaki tüketim köleliğine bağımlı geniş yığınların, kendinden gayrisini düşünmeyen insan tiplerinin ve dayanışmayı önemsemeyen bireyselliklerin geleneksel toplumlarda gelişmesi mümkün olmazdı. Sömürü düzeni ve kurumlaşmış sistematik, modern toplumlarda açıktan görülemediği gibi insanların hep bir yerlere bağımlı (köle) oldukları da açıkça görülemiyor. Oysa geleneksel toplumlarda sömürü ve zulüm de gizlenemez, her şey açıkta cereyan ederdi. Eskiden öyle ya da böyle düzenin değişmesi mümkün, sisteme muhalif hareketler o yönde örgütlenme imkanına sahiplerken yeni durumda düzenin değişmesi de bir şeyi değiştirmiyor çünkü muhalif olduğu sanılan hareketler de sistemi besliyorlar.
3-FARK NEREDE
Günümüzde aşağılanmış, mahrum ve yoksun bırakılmış insanların büyük bir kısmı geçmişte olduğu gibi köle statüsünde olmadığı gibi köle olarak da adlandırılmıyor. Buna rağmen modern hayatta bu geniş yığınlar gerçekte her bakımdan bir yerlere bağımlı oldukları, hep bir yerlerden yönlendirildikleri halde gerçek durum açıktan görülemiyor, gösterilmiyor. Bu bağlamda modern dönemleri, söylemle gerçeğin farklı olduğu bir dönem olarak niteleyebiliriz. Söz gelimi modern devletlerde bürokrasi ve sermaye hayatın tüm alanlarını sofistike biçimde kuşatıyor, yönetiyor ve yönlendiriyorken, insanlar dört bir yandan kuşatıldığını fark edemiyor, etmiyor. Çünkü sistemle yönetilenler arasında aracılar olduğu gibi muhtelif kavramlarla zihinler de yönlendirilmektedir. Söz gelimi modern kentli toplumlarda insan, ihtiyaç, imkanlar, talep, kar ve zarar gibi kavramlar değişmiş, eski içerik boşaltılmış ve yeniden tanımlanmıştır. Keza bu devrede kaynaklar alabildiğine sınırlandırılırken(!) ihtiyaçlarsa alabildiğine çoğaltılmış(!), insanlar da buna inandırılmıştır. Yani her şey gerçeğin aksine döndürülmüştür. Bir büyülenme halidir gidiyor!
İnsanı çokça meşgul eden ve peşinde koşturan onca şey (talep oluşturulması), normalde ihtiyaç olmadığı halde ihtiyaçmış gibi algılattırılıyor. Öyle ki insan onlarsız olmazmış gibi düşünüyor, kazancını ve geleceğinin ona göre ayarlıyor ve nihayet bu bağımlı tarz yaşam (zihinsel kölelik) tabulaştırılıyor. Buna karşılık kaynakların yetersizliği, kıtlığı propagandası yapılıp duruyor. Ustalıkla gizlenen benzeri tanımlar ve kavramlarla yürütülen ayrımcılık ve sömürü durumunda insanlar bağımlı oldukları merkezlerin (aydınlar, sanatçılar, gönüllü kuruluşlar, bilim merkezleri vs, iletişim araçları ve okullarla bu işleri beceriyorlar) istediği gibi düşünmeye, davranmaya ve yaşamaya (sürü psikolojisi) alıştırılıyor.
Modern insan özgürlük peşinde koşup özgürlük aradığı kendi toplumu içinde sofistike bir yönlendirme sarmalına kapılıyor. Dine, cemaate, devlete, kamusal yarara, politik iktidara olduğu kadar hatta iffete, mahremiyete, yaşlılığa, aileye, ahlaka karşı bile özgürlük arayışı sürdürürken eşitlik, bireysellik gibi kavramlarla artık tüketim toplumunun esaslı bir kölesi-nesnesi olduğunu fark edemiyor. Edemiyor çünkü gerçekle söylem farklılaşmış, zihinler modern kavramlarla esir alınmıştır… Topluca bakıldığında bu tarz hayat vazgeçilemez bir yaşam biçimidir (din). Modern dinin bu bağlamda karşılığı olarak tapınma, kulluk ve ibadet algısı ve pratiği eski haliyle taştan veya ağaçtan yapılan putlara perestij, onlara sunulan adak şeklinde görülmediği için aldanma ve aldatma burada da rahatlıkla sürdürülebilmektedir.
Bu yaşam biçiminde (dinde) Allah, ilah, rab, ibadet, kulluk, tapınma, sığınma ve ölüm gibi kavramların da içi boşaltılmış, söylemle gerçek farklılaşmıştır. Din, zenginlik ve kalkınma amaçlı başka bir dine, Allah tasavvuru herkesi ve her şeyi bağışlayan merhametli bir tanrı inancına, ibadet ve kulluk da anlamsız manevi hazza ve sembolik manada başka şeylere dönüşmüştür. Bu bakımdan modern dini algı ve ibadet her bakımdan maddi getirisi olana, fiziksel karşılığı olana bağımlılığa (meta kölelik!) ve oradan alınan hazza dayalı bir yaşam tarzına dönüşmüştür.
Başka bir açıdan bakıldığındaysa varlık, güvenlik, aidiyet, gelecek algısı derneklerin, cemaatlerin, devletin ve şirketlerin tekeline bırakılmış, insanların refah, mutluluk ve cennet beklentisi fizik alemdeki maddi çokluğa ve oradan alınan hazza indirgenmiştir. Burada Allah, ahlak, iman kardeşliği, ahret bağı ve vaat edilen mükafat anlayışı başkalaşmış, meta içerikli dayanışmaya, çoğunluk ve etkili olana aidiyete dönüşürken güvenlik ve gelecek tasavvuru fiziksel varlığa, mali güce ve reel gerçekliğe ayarlıdır. Klasik (sufi-nurcu çeşitleriyle) cemaatlerin yanında modern cemaatler (dernekler, okullar, iletişim araçları, sivil platform, partiler, vakıflar) de bu nedenle şirketleşerek nitelik değiştirmişlerdir. O nedenledir ki dini guruplar veya cemaatler de şirket mantığıyla (kar-zarar, azlık-çokluk) faaliyet gösterir olmuşlardır. Buradaki söylemle gerçeklik farkı sayesinde dernekler, cemaatler ve şirketlerin sahih dinin önündeki büyük engeller oluşturduğunu gizlemek mümkün olabilmektedir. (Küreselleşme ve özelleştirme aşamasından sonra devlet modernleştirme ve yönlendirme görevinden geri çekildiği için bu aşamada şirketler, dernekler ve cemaatler öne çıkacak, bu görevi bunlar devralacaklardır. İletişim araçları sayesinde sanal hizmetlerin görünürlüğü ve yaygınlığı burada çok şeyi örtmekte, insanları da aldatmaktadır (dindarlık yayılıyor, hizmetler görünür biçimde zafer kazanıyor vs).
Şu tespitleri rahatlıkla yapabiliriz artık; insanlar tekellerin ürettiği malları ve ürünleri (dini hizmetler dahil) tüketmeye (başkası yok), onların işlerinde ve hizmetlerinde (başka iş ve hizmet alanı yok), onların şartlarında (rekabet, teknolojik gelişme ve otomasyon sonucu emek arzı fazlası oluşturuldu, ulusal sınırlar kalktı ve yerli-yabancı farkı kalmadı. İnsanlar için başka alan yok, çaresiz teslim oluyorlar. Bu gelişmeye paralel olarak hakikatin çokluğu bakımından tüm dinler de hak sayılacak, insanlar eşit şartlarda ve barış içinde birlikte yaşayacak, Hıristiyanlar, Yahudiler ve hatta diğerleri de cennete sokulacaktır!), onların belirlediği ücretle (aksi halde açlık, sefalet ve sosyal alanda dışlanmışlık var. Çok ileri giderseniz çabucak terörist bile olabilirsiniz!) çalışmaya ve sisteme katılmaya mahkum ve bağımlıdır. Sermaye sınıfı ve modernleşmiş dernek ve cemaatler yönetimleri dışında kalan tüm insanlar aynı statüye dahildirler… Şimdi kölelik tanımı ve statüsünü bu açıdan bir daha düşünebilir, insanların kime ve neye kölelik ettiğine bir daha bakabiliriz!..
Yönetimi altındaki insanlar arasında çeşitli nedenlere dayalı olarak ayırımlar yapan, onları guruplara ayıran, onlardan bir kısmını âbâd ederken diğer kısmını baskı altında tutarak yoksullaştıran ve aşağılayan tağutun, onların ortağı ve destekçisi zalimlerin yeryüzünü kana bulaması, insanlar arasında fesadı yayması budur. Üstelik onlar da yeryüzünü ıslah ettiklerini (söylemle gerçeklik farkı) söyleyerek yapıyorlar tüm bunları…
4-İSLAM’DA MÜLK-MÜLKİYET VE KAZANÇ-HARCAMA İLİŞKİSİ
Kuran’ın kullandığı merkezi kavramların bir kısmı ticari kavram vurgusu olan, ticari kazançla kıyaslanan terimlerdir. Kişinin fiilleri bir kitaba yazılmaktadır, hüküm, hesap vermektir, herkes kendi hesabını görecektir, mizan-terazi kurulur ve insanların fiilleri tartılır, her nefis yaptıklarına karşılık bir rehindir, kişinin eylemleri onaylanırsa ödülünü alır, peygamber davasını desteklemek Allaha ödünç vermektir, cennet, mal ve canın karşılığıdır (satın alma)… (Watt, C.C.Torry den naklen)...
Kuran, mülk (mutlak manada) Allah’ındır (Hac 56, Furkan 26, Zümer 6, Gafir 16, Şura 49, Mülk 1…) derken, mülkün insanların kullanımına (intifa-yararlanma hakkı) tahsis edilmiş, emaneten (bir süreliğine) verilmiş ve bunun da gerçek sahibi tarafından takdir edilmiş bir nimet olduğunu bildiriyor. Bu manada mülkün, (insanların yaratılış gerekçesiyle bağlantılı olarak) bir imtihan aracı olduğu, her kimde ne kadar varsa onu gerçek sahibinin istediği yönde kullanması gerektiği hatırlatılıyor… Bunun geniş anlamı; insanlığın ortak kullanımına bırakılmış değerler (yer, görk ve ikisi arasında bulunan her şeyde olduğu gibi yer altı ve yerüstü doğal kaynakların tümü) ve diğer üretim araçları üzerinden hareketle tekel kurulamayacağı, fırsatçılık yapılamayacağı, başkalarının haklarının gasp edilemeyeceği bildiriliyor, bunlar vesilesiyle insanlar aleyhine haksız kazanç sağlanmaması gerektiği hatırlatılıyor… İslam fıkhında her kural genel olarak ahlakla bağlantılı, inanç ilkleriyle sınırlıdır. Mülk konusunda da bu nedenle daha çok mülkün oluşmasını sağlayan kazanç yolları ve araçları üzerinde ısrarla durulur. Kazancın, dolayısıyla mülk edinmenin (iktisap) tarifi de o nedenle kendine has bir içerikte ve çerçevede yapılmıştır; “alışveriş, iki tarafın da kar ettiği bir işlemdir”. Yani bir tarafın kar ettiği diğer tarafın zarar ettiği bir alış veriş (her ne sebeple, her ne şartta olursa olsun her tür ticari işlem, mülk edinimi) İslam’da batıldır, mürteddir. O bakımdan bu tarif bile her şeyi açıklamaya kâfidir…
İslam fıkhının “eşyada aslolan ibahadır” genel kuralı mülk, iktisap ve tasarruf konularında da geçerlidir. Yani mülk edinme konusu aksine bir durum olmadığı sürece (genel manada) sonuna kadar serbesttir ve helaldir. Bu bakımdan özel mülk korunması gereken (can, nesil, din, akıl gibi) bir haktır. O nedenle mülk edinme, mülkü artırma ve mülk üzerinde serbestçe tasarrufta bulunma bakımından kişiler ya da kurumlar serbestçe hareket edebilir… İslam’da mülkün kendisi, başlı başına bir amaç, değer ve son olmayıp illa ki olması gereken bir şey değildir ama temel amacı gerçekleştirmede önemli bir araç olarak ahlaki kayıtlarla çerçevelen bir konudur. O nedenle İslam’da mülk konusuyla ilgili olarak her tür kazanç, birikim yapma ve harcama detayları belirtilirken iktisap ve tasarruf faaliyetleri ibadet olarak anlamlı kılınır ve çokça teşvik edilir.
Nihayetinde (miras hariç) mülk edinen kişilerde bulunan kimi özellikler (girişimcilik, risk alma, cesaret, yöneticilik, tasarımcılık, üreticilik, planlama… vs gibi) nedeniyle iktisadi faaliyetler ve etkinlikler gerçekleşmektedir. Bu faaliyetlerin sonucunda da toplumsal ihtiyaçların giderilmesi için üretim yapılmakta, istihdam sağlanmakta ve katma değer yaratılmaktadır. Her insanın bunu yapması gerekmediği gibi her kişinin harcı da değildir bu işler. Dolayısıyla onca iş ve hizmet üreten, insanların ve hatta diğer varlıkların ihtiyaçlarının giderilmesinde katkı sağlayan insanların, sonuç olarak elde edebileceği mali fazlalıklara malik olmaları hakkaniyete uygun bir iştir, sahip oldukları da adaletin bir gereğidir… Bu manada ibahatın çerçevesi bağlamında öncelik, tüm ibadetlerde olduğu gibi sınırların belirtilmesinedir. O nedenle rant, faiz, hile, sömürü, aldatma, fırsatçılık yapılarak, nüfuz ve siyasi ilişkiler kullanılarak elde edilen kazanç, İslam’da reddedilir. Buna karşılık hakettiği kadarıyla, ürettiği ve emeği karşılığı olan her kazanç helal sayılır, teşvik edilir...
İslam’da kazanç, servet veya mali birikim başlı başına bir amaç (değer) sayılmadığı için kazanç yolları genel ahlaki kurallarla bağlı bir faaliyete, mülkiyetin de helal yollardan elde edilmesi gereken bir edinime dönüşmesi istenmektedir. Bu noktada mülk, herkese çalıştığının bir karşılığı olarak ve hatta kimilerine fazlası ile birlikte takdir edilmiş bir lütuf, bir nimet hükmündedir. Bu bilinçle özel mülk anlayışı meşrulaşmakta ve nihayet onunla kurulan ilişkinin niteliğinden dolayı Allah rızasını kazandıran bir araç vasfı kazanmaktadır. Bu çerçevede yürütülen tüm etkinliklerin ibadet olması da buraya dayanmaktadır… Buraya kadar anlatılanlarda Allah’ın mülk, kazanç ve her tür mali konu ve faaliyette koyduğu genel hudutlar belirtilmeye çalışıldı…
Bundan sonraki aşamada mülk ile kurulan ilişkinin bir başka tarafı vardır ki burası daha ilginçtir; kişinin helal ve meşru yoldan “hak” ederek elde ettiği mali fazlalıktan (veya miras gibi yollardan edinilmiş servet sahiplerinin servetleri üzerinden) “hak sahibi” (ihtiyaçlarını doğrudan karşılayamayanlar ve ayrıca ihtiyaç sahibi olanlar, ondan alacaklı duruma geçmiştir) olanların “haklarının” ödemesi gerekmektedir. (Zariyat 19, Nur 27, Hadid 7, İbrahim 31, Haşr 7…) Yani varlıklının malı üzerinde yoksulun “alacak hakkı” doğmuştur. Bir anlamda yoksulun, ihtiyaç sahibinin ve düşkünün geçim, barınma, giyim, sağlık gibi temel ihtiyaçlarının karşılanması, varlıklı insanlara yüklenmiştir. Mülk sahibi bir Müslüman bu konuda “bana ne, benle mi kazandı, Allah ona da versin… gibi” mazeretler üretip sorumluluktan kurtulamaz.
Bu bağlamda, “Birr (hayr, iyilik, hak olan, olması gereken) yüzlerinizi doğuya ya da batıya çevirmeniz değildir…” (Bakara süresi 177) ayetini “malda, zekattan ayrı bir hak vardır” hadisiyle tefsir eden alimlerimiz, bu konuda olması gerekeni, “hak” olanı beyan etmişler, meseleyi açıklığa kavuşturmuşlardır. Burada ve diğer ilgili ayetlerde kast edilen mali yardım konusu, sanıldığının aksine “zekat” ile ilgili olmayıp onun dışında başka sorumluluklarla ilgilidir… Yine bu bağlamda Hz. Muhammed(s)’in şu veciz sözü bu çerçevede çok anlamlıdır; “komşusu açken kendisi tok yatan bizden (Müslüman) değildir” … (Prof. Dr. İbrahim Sarmış’ın konu ile ilgili “sosyal adalet başlıklı” bir makalesi için bakınız; Nida Dergisi ocak-şubat 2011 tarihli sayısı)
Tevhid inancında Allah’a kulluk esastır yani doğum ve ölüm arası yaşanan hayatta her konu ve ilişkide Allah’ın buyruklarına tam bir teslimiyet, iman etmenin bir gereğidir. İslam’a göre “hak” olan budur, gereği üzere davranarak “adil” olmak da budur. Dolayısıyla Müslüman bir kulun malda mutlak mülkiyet hakkı olmadığı (mülk sahibi ancak mali yönetimden sorumludur-emanetçi) gibi insanlar arasında mal konusunda bir eşitlik de yoktur. Bu konuda farklı olanlar (diğer tüm konularda da öyledir), farklılıklarını, diğerlerini aldatmak ve onlara üstünlük taslamak için kullanamazlar. Böyle davranmaya hakları ve yetkileri yoktur…
Bu bakımdan mülk sahibi olanlar insanların işlerini görmekle ve dünya işlerini hak üzere yürütmekle (mülkün temeli olan adalet işte budur) sorumlu tutulmuşlardır. Bu bilinçle hareket edenlerin bu fazlalıklarını üstünlük aracı olarak kullanması, istismara yönelmesi ve diğerleri üzerinde hegomanya kurması normal durum değildir. O nedenle mal konusunda da (fıtri farklılık da olduğu gibi) farklılık ve fazlalığa sahip olanlar adalet ilkesi gereği dünya işlerini yoluna koymakla sorumlu tutulmuşlardır. Eşitlik (!) ilkesi gibi sapma bir yorumla (diğer ideolojilerde de böyle bir şey yoktur, eşitlik bambaşka manadadır) mülkü çarçur edip sefalette buluşmak, iktisadi faaliyetlerden geri durmak, yeryüzünü imar etmekten sakınmak ve yöneticilik işlerinden uzaklaşmak İslam’ın onaylayacağı bir şey değildir. Oysa adalet ilkesiyle hareket etmesi gerekenlerin omuzlarındaki yükün bilincinde olması doğal olanıdır. İslami otorite de zaten bu işleri yoluna koymak için gereklidir… Mülk, mülkiyet, iktisap, üretim, biriktirme ve harcama konularıyla ilgili çerçeve genel manada böylece anlatılabilir…
NOT
Son zamanlarda sıkça tartışılan ve modern ideolojik ilkelerle değerlendirilen birçok konu arasında mülk konusu da gündem edilmektedir. Kapitalist anlayışın Türkiye şubesinin idaresini üstlenmiş olan muhafazakar elitler, sisteminin kendilerine sunduğu imkanlar sayesinde henüz mülk, mülkiyet ilişkileri ve iktidar imkanlarıyla yeni tanışıyorlar. Eskinin “Mücahit” “İslamcıları” sahip oldukları imkanlar üzerinden veya bulundukları yere Müslüman’ca bir kültürü taşıyacaklarına seküler kültürün yeni taklitçileri olarak büyük bir değişimi temsil etmeleri, tartışmaların göbeğinde duruyor. Günümüzde liberal-kapitalist merkezli ahlaksız, insafsız ve vicdansız uygulamaların “özel mülk” e karşı olmadığından hareketle İslam’la meşrulaştırılmaya çalışılması, tersinden İslam’ın sosyalist kavramlarla ve mülk üzerinden yeniden yorumlanmasını doğurdu.
Modern anlatıda “eşitlik” kavramı kutsallardan birisidir. Sol jargonlarla mülk konusunu işleyenler “eşitlik” ilkesine gönderme yaparak Kuran’i temel kavramlardan “infak” anlayışıyla temellendirdikleri bir “acaip” görüşlerini dillendiriyorlar. Bakara süresi 219. ayetini baz alarak görüşlerini desteklemeye çalışanlar, benzeri ayetlerin konu ve içerik bağlamını göz ardı ederken ayetlerin literal anlam çerçevesine özellikle sadık kalıyorlar… İlgili ayetler, Müslümanların hicret gibi ideolojik amaçlı gerçekleştirdikleri büyük bir olay sonrasında, yeni yerleşmeye çalıştıkları mekanda ve henüz yoksul oldukları dönemlerde savaşmak durumunda kaldıklarında, neyin “infak” edileceği sorusunun cevabı olarak, zaruri ihtiyaçlar dışında kalan ve savaş için ihtiyaç olan “her şey” hükmünü kapsamaktadır. Doğal afetler, kıtlık, salgın hastalık, kriz veya savaş gibi olağan dışı durumlar hariç normal zamanlarda, ihtiyaç da yoksa aynı uygulamanın her zaman yapılmasını söylemek hem hak olmaz, hem de meşru yollardan edinilmiş özel mülkiyet hakkına tecavüz olur. Bu hem adil olmaz hem de tutarlı olmaz… Burada ihmal edilen şeyin, Müslümanların malla kurduğu ilişkinin niteliğinin başka, ihtiyaç dışı malların bütününün infak edilmesi gerektiğini genel kurala dönüştürerek sınırı aşmanın bambaşka bir şey olduğudur.
Bu tartışmalarda özellikle dikkat çeken bir konu var, liberal ya da sol ideolojik görüşlerden birini tercih ederek mülk konusunu ve mülkiyet ilişkisini savunanlar, İslam’ın konu hakkındaki esaslı bağlantı mesajlarını özellikle göz ardı ediyorlar. Ne hikmetse bu ve benzeri görüş sahiplerinde, yönettiği ahaliyi çeşitli nedenlere dayanarak ayrımcılığa tabi tutan, yeryüzünde fesadı yaygınlaştırarak insanların bir kısmına refahı diğer kısmına sefaleti “hak” gören (hepsi seküler laik temelli demokrat, faşist, sosyalist ve liberal siyasi düzenleri (üst yapılar), Marksist veya kapitalist üretim tarzı gibi ekonomik ilkelerin temel belirleyici olduğu toplumsal yapıları (alt yapı) düzenleyen) ideolojilere karşı esastan bir karşı çıkış ve eleştiri yok. O nedenle olsa gerek dünya hayatında her alanın “tevhidi adalet” temelinde İslami siyasal bir iktidar, şeri bir düzen, hakça yürütülen ekonomi politik ve “inanç” temelinde örgütlenmiş sosyal-toplumsal bir yapı, hiç gündem olmamaktadır. Belli oluyor ki bu görüş sahiplerinde de din dili ilahiyat, ruhaniyet ve maneviyat alanıyla ilgilidir gerçek hayatla ve toplumsal sorunlarla ilgili değil. Böyle olmalı ki diğer ideolojik açıklamalara müracaat etmek zorunda kalınıyır.
Bir başka açıdan bakıldığında, “infak” temelli mülkiyet ile alakalı ayetlerin bahsettiği durum, hicret öncesi şartlarda, cahili bir toplumda (Mekke) İslami toplumsal bir muhalefet, mümin kardeşliği üzerine oturmuş farklı bir örgütlülük, sistemden ve düzenden koparılmış siyasi bir aidiyet vs ilişkilerden ve bağlamdan kopuk bir “infak” ve “mülk” anlayışı savunulmaktadır. Yani ortada “insanlar arasından seçilmiş hayırlı bir topluluk” gerçeği, onların hangi özellikleri nedeniyle “seçilmiş” oldukları ve neden böyle bir “ayırımın” olması gerektiği vs hiç konuşulmuyor, konular alakasız zeminlerde, bağlamlar alakasız yerlerde tartışılıyor. Şimdi İslami sosyal bir yapı yoksa konuşulan gerçekler nereye tekabül edecek, ne anlam ifade edecektir ki? Bu yüzden midir sosyalist ya da liberal dinler ve ilkeleriyle hayata ve meselelere yaklaşmak…
Bu manada tarihte saltanat yönetimlerinin yaptığı gibi “Allah bizi insanlar ve mallar üzerinde yönetici yaptı, beytülmal’dan istediğimiz gibi alırız ve kullanırız, istediğimiz kişilere de dağıtırız” söylemi, sadece o günlere has bir söylem midir? Günümüzde de aynen sürdürülen bir gerçeklik değil midir bu. Hazinenin hortumlanması, doğal kaynakların ve tüm insanlığın ortak mülkü olan değerlerin talan edilmesi, haksız, zulme ve sömürüye dayalı yollardan kazanç elde edilmesi, sınırsızca mal biriktirme ve sorumsuzca harcama gibi ekonomik uygulamalar, modern ideolojilerden ve onların politik iktidarlarından bağımsız olarak yürütülebilir işlerden midir? Gerçekte kan dökücülüğün, neslin ve fesadın dolayısıyla büyük bir bozulmanın işaretlerini veren bu pratik, günümüz de yeniden değerlendirilirken, sadece ekonomik boyutuyla dile getirildiğinde, gerçekle söylem farklılaşmış, hakikat örtülmüş olmuyor mu? Nitekim Ebu zer’in yerinde ve haklı çıkışı da bu bağlamda yanlış yerde değerlendirilmiş olmuyor mu?..
Kazanma, biriktirme ve harcama yolları ve konuları, araçları ve çeşitleri vs helal-haram ölçüsü (tevhidin belirlediği ahlaki bağımlılık ve sınırlar, olması gerektiği gibi, adalet ilkesi) ile sınırlandırılınca İslam’da mülk, mülk edinme, biriktirme ve harcama noktasında kurulan ilişkinin niteliği (mutlak manada maliklik yok, asla sömürüye dayanmaz, kurumsal ve sistematik talan mekanizması üretilemez, tekelleşme oluşturulamaz, çünkü İslam devletinin varlık gerekçelerinden birisi de budur) diğer alanlarda (sosyal-ekonomik-siyasi-kültürel) olduğu gibi burada da kendine hastır ve hepsi (adalet böyle sağlanır, hayat içinde ve diğer alanlarda da denge (adalet) böyle kurulur) aynı ilke ve ölçülere bağlıdır. Bu manada yapılan tüm faaliyetler de dolayısıyla ibadettir…
5-KUREYŞ’DE EKONOMİ POLİTİK VE TİCARET HACMİ
Henüz peygamberliğin gerçekleşmediği dini bir merkez olan Mekke, aynı zamanda ticari bir merkezdir de. Şehirli bir toplum olan Kureyş’de malla ve servetle kurulan mülkiyet ilişkisinin niteliği, bedevi toplum tarzındaki uygulamaya kıyasla değişecek, yeni bir tarza ve niteliğe dönüşecektir. O nedenle yeni bir toplumsallık üreten şehirli Mekke toplumunda servet özelleştirilmeye, biriktirilmeye, artırılmaya, elde tutulmaya ve üstünlük aracı olarak kullanılmaya başlamıştır. Bu durum sorumsuzca harcamayı da beraberinde getirmektedir. Bu uygulama büyük bir değişimin habercisidir veya göstergesidir. Aynı zamanda o toplumda mülkiyet anlayışının kökten değiştiğini gösteren bir yeniliktir.
Aşağıda ayrıntıları verilecek açıklamalardan, Arapların da ekonomi politik olarak Kuran’ın tayin ettiği hudutlara dikkat etmediklerini anlıyoruz. Onların da kendi yanlarından ürettikleri ölçü ve değerlerle hareket ederek haksız kazanç elde ettikleri, o yoldan servet biriktirdiklerini ve diledikleri gibi harcama yaptıkları anlaşılmaktadır. Bu da onların mülk ve mülkiyet konusundaki anlayışlarının kendilerine has yani tüm cahili topluluklardaki gibi genel uygulamaya uygun olduğunu göstermektedir. Dolayısıyla onların da servet biriktirmeleri, onu elde ederken ve harcarken haksız yollara başvurmaları kadar onunla öğünmeleri ve onu üstünlük aracı saymaları da normaldir…
Kureyş tüccarlarının bir kısmı, ticaretlerinde ölçü ve tartıda hile yapıyor, insanları aldatıyorlardı. Böylece kendi lehlerine mallarını artırırlarken diğerlerinin emeklerinin, ürünlerinin ve mallarının değerini vermeyerek haksız birikim sağlıyorlardı. Hud 85 de, malın değerini düşürüp eksiltmek, değerinin altında alış veriş etmek, kötülük olarak bildiriliyor. Şuayb(s)’ın kavmiyle yaptığı tartışma örnekliğinde, benzer vurgular ve uyarılar var. Mal kazanırken bir hak ölçüsü olmadığı gibi biriktirip istedikleri gibi harcamalarında da bir hak ölçüsü yoktur (Ankebut, 36-37). Burada ölçü ve tartıda hile yapmak, basitçe bakkal veya pazarcı terazisinde oynamak olarak değil, ekonomi-politiğin, sistematik uygulamanın sömürüye ve haksızlığa dayandığı anlamınadır. O haksızlık ki, insanların çalışma şartlarından, kar-servet biriktirme ve harcama anlayışına, sömürü çarkını öyle kurup tekelleşme oluşturulmasına, alıcıların haklarının gasp edilerek aldatılmasına ve aşağıdan yukarıya doğru servet transferine kadar birçok uygulamaya işaret etmektedir.
Kuran “Onların mallarında muhtaç ve yoksullar için bir hak vardır, onu verirler” (Zariyat 19) derken, Müslüman varlıklıların bu yöndeki davranışı ve servetle kurduğu ilişki niteliğinin bir yanı açıklanıyor. Böylece hem onlar teşvik ediliyor ve hem de olması gereken tutum diğerlerine örnek olarak gösteriliyordu. Buna karşılık “Allahın size vermiş olduğu malından siz de onlara verin” (Hac 33) diyerek, varlıklı müşrikler yaptıklarından ve tutumlarından dolayı eleştiriliyordu… Mekke’de zenginlik, servet çokluğu ile övünme, lüks, ihtiras, bahçe sahipleri kıssası ile anlatılan ve dikkat çekilen bir durumdur. (Kalem 17-33). Yoksulları ve ihtiyaç sahiplerini gözetmemenin, kendilerinden başka kimseyi düşünmemenin sonuçları anlatılır o olayda… Yine Hud süresinde (116-117), zenginler, biriktirenler, müstağnilik edenler, kibirlenenlerden bahsedilir (ayrıca Leyl 5-11, Fecr 18-20.). İhsanda bulunmama, cimrilik etme, yardımı engelleme ve biriktirme eleştirisi yapılır (Kasas 77)… Nisa 29’da “mallarınızı batıl sebeple yemeyin…” uyarısı, onların sorumsuzca harcamalarına dikkat çekerek eleştirmektedir… Ticaretin dışında haksız kazanç elde ettikleri uygulamalar da var. Onlardan ileri gelenler lüks içindeler (İsra 16), Müminun 63, 64, vakıa 45, 46, Kehf 28, Meryem 73, Taha 131’de, onların bol nimet içinde olduklarından ve kibirlenip azgınlaştıklarından bahsedilmektedir.
Mekke’de ekonomik yapı dışa açık olduğu için yeni yeni gelir imkânları ve gelir türünde çeşitlilik oluşmuştur. Haşim’in kurduğu kurumsal yenilikler ve ortaklıklar sonucu oluşan güvenlik ve iş birliği gibi dayanışmalar, Mekke’ye göçü artırmış, dışarıdan gelen kabile şefleri ve ileri gelenler, burada kendi denkleriyle ortaklıklar kurmaya başlamışlardı. Piyasa büyüdükçe tüccar sermayesi de büyüyor, faizli kredi imkanları artıyor, ortaklıkla birlikte bir tür sermaye piyasası oluşuyordu. Piyasanın büyümesi hizmet sektörü dediğimiz lojistik işleri yani uzmanlık isteyen hizmet alanını doğuruyor, bu da, bir hizmet sektörü çalışanlarına ihtiyacı oluşturuyordu. Ticari gelişmeye ve iş türlerine paralel olarak yaygın şekilde ölçü ve tartı işlemleri yapılıyor, buna uygun aletler kullanılıyordu. Bu ve benzeri yardımcı sektör işleri, becerisi olan emeğe ve bilgiye dayandığından, içerden ve dışarıdan eleman ihtiyacıyla karşılanıyordu. Ayrıca Mekke’de ileri gelenlerden onlarca kölesi ve cariyesi olup da onları sadece özel hizmetlerinde kullananlar vardı. Bu köle ve cariyeyi sadece müşterileri, ticari ilişkileri, misafirleri ve dostları ile olan konuk ağırlama işlerinde hizmetli olarak çalıştıran birçok büyük zenginden bahsedilir.
Bu gelişmeler, doğal olarak Mekke’de emanet müessesesini de geliştirmiştir. Kıymetli mallar, para olarak kullanılan altın, altın tozu ve değişik menkuller, emin kişilere veriliyordu. (Peygamber(s) bunlardan biriydi. Hicret sırasında uhdesinde bulunan emanetleri, sahiplerine vermesi için Hz. Ali’yi görevlendirdiğinde, öldürülme riskini bile göze almıştı. Peygamber, hicret sırasında şüphe çekmemek için bu iş en sona bırakmıştı zaten. İşte bu emanet işleri, böyle emin adamlarla görülen bir işti.) Şehre dışarıdan getirilen mallardan, fuarlara giren tüccarlardan %10 nispetinde öşür adıyla vergi alınıyordu. Hacılara ikram etmek, zayıf ve düşkün olanlara yardım yapmak, geri dönüşte zorluk çeken hacılara yol parası gibi harcamalar için özel bir fon kurulmuştu. “Rifada” adıyla yapılan bu hizmetler için, ayni yardım şeklinde mükellefiyet önceden beri uygulanmaktaydı. (Hamidullah)
Mekkeliler, uluslar arası geniş alanlarda ticari ilişkilere girince, İran, Bizans, Yemen ve Habeşistan’daki iç gelişmeleri ve pazarı-piyasayı takip etmek zorunda kalmışlardı. O nedenle oralarla ilgili bilgi toplama merkezi oluşturulmuştu, orada bilgiler toplanıyor, topladıkları bilgileri değerlendiriyorlar. Böylece onlarla yürüttükleri ticari ilişkileri ve pazarı ilgilendiren hususları öğreniyorlar, ticari vaziyetlerini bu bilgilere uygun olarak değiştiriyorlardı. Bu bilgi toplama işleri, özel bir durum oluşturmuştu. Bu sayede onlar, oralarda gelişen siyasi, sosyal, ekonomik, kültürel olayları ve gelişmeleri hem takip edip hem de öğrenirken, onların bu konulardaki üstünlüklerini, farklılıklarını da öğrenmiş oluyorlardı.
Onların ticari işlerinde yaptıkları yazılı anlaşmalar (Bakara 283), karşılıklı başka anlaşmalar (Nisa 29) söz konusu. Tevbe 24'de “çocukların, eşlerin, ticaretin...” daha sevimli geldiği bahsi, onların ticari meşguliyetlerini, rahatlıklarını, keyfe ve sefaya düşkünlüklerine de işaret eder. Nur 37'de, ticaret ve alışverişin Allah’ı zikretmekten alıkoyduğundan, Cuma 9-11'de onların ticarete verdiği önemden bahsedilir. Medine’de bazı Müslümanların ticarete çok önem verdikleri, bu nedenle bazı sorumluluklarını ihmal ettiklerine dair işaretler de vardır (Nur, 36-37, Cuma, 11). Haram aylar, hac mevsimi, ticaretin büyük çaplı yapıldığı dönemlerdir. Maide 47 de “kıyamen linnas” bahsi, bu aylarda yapılan ikametin, ticaretin ve hac vazifelerinin yapıldığının işaretleridir. Ayetlerden insanların her taraftan Mekke’ye birçok sebeple geldikleri anlaşılmaktadır. Bakara 197-198'de bu konuda ayrıntılar da verilir. Hac 27-28 de öyle. Hac mevsiminde kurulan Ukaz, Mecenne, Zülmecaz panayırları Mekke’ye yakın yerlerde kuruluyor, bu vesileyle insanlar her taraftan bu işler için de oraya geliyorlardı.
Humus, hac ve ticaret vesilesiyle maddi kazanç ve çıkar amacıyla kurulmuş bir müessesedir. Bunun yanında Kureyş’in anlaşmalı kabilelere verdikleri sosyal statü kadar siyasi amaçlı da bir uygulama türüdür. Onlar aynı zamanda Kureyş’in müttefikleri olan kabilelerdi. O kadar ki Mekke’ye gelenleri Humuslu ve Humussuz diye ikiye ayırıyorlardı. Humuslu olanlar Mekke’de her hakka sahiplerdi, onlar aynen Kureyş elitleri gibiydiler.
Faiz, ekonominin önemli kaynaklarındandır. Hatta ticaret dışında Servet artışının ana unsurlarından biri olmuştur. Faiz işi, bilindiği gibi insanoğlunun öteden beri yaptığı mesleklerden birisidir. Bu konuda onlar da Yahudiler gibiydiler. Bakara 275 de “alış-veriş faizi gibidir…” diyenlerden, 278-279 de kat kat faiz yiyenlerden, (Ali İmran 190), malları artsın diye yapılan faiz işleminin Allah katında artmayacağından (Rum 39) bahsederken, ayetler Mekkeli tüccarlara yönelik ikazlarla doludur.
Değişim aracı olarak kullanılan para tedavülü konusunda piyasada kullanılan nakitlerden, altın, gümüş ve dinardan bahsediliyor (Ali İmran 78, Yusuf 20). İran ve Bizans da basılan sikkelerdir bunlar ama orada biliniyor ve kendileri de kullanıyorlar. Hicazda Arapların kendi paraları yoktu. Bu konuda altın ve gümüş sıkça zikredilir (Tekvir 34). Altın ve gümüş ayrıca süs eşyası, ziynet olarak kullanıldığı gibi evlerinde kap kacak olarak da kullanılmaktadır (Kehf 31, Zuhruf 53, 71, insan 15-21). Kendi aralarında bu tip kıymetli madenlerin eşya olarak kullanılması, zenginlik ve servet ölçüleri olarak da gösterildiğinin işaretleridir.
Ölçü-tartı konusunda Kuran ayrıntılar verir. Sayılardan bahsederken, sayıların katlarından, kesirlerinden bahsediyor. On binlerden, elli bin yıldan, yüz binlerden bahsediyor (bakara 226, 228, 234, 261, 259, 124, nisa 3, 11, 12, 26, Enfal 65, Kehf 22, Saffat 147, Mearic 4,). Çarpma, bölme ve toplamadan bahisler var. Bunların tümü biliniyor ve kullanılıyor. “Uzunluğu yetmiş arşın olan zincir”, ölçü ve tartı için bir ölçü olarak veriliyor (Hakka 32). Onlar ölçü ve tartı aletleri kullanıyor ama ölçü ve tartıda hile yapıyorlar (Enam 152, İsra 35, rahman 9, Mütafiffin 1-3). Toprakları, bereketli arazileri, ürünleri, üretim işleri, ürün hasadı (Bakara 61, 261, 265, 264, 266, Kehf 33-34), bahçede çalıştırdıkları işçilerden, ücretlerden, uzmanlık alanı olan işçi gurubundan, büyük çiftliklerden, teknik kullanımından vs bahsediliyor ve bunlar onların yararlandığı şeylerdir. Hayvancılık var. (Ali İmran 14, nisa 119) binek olarak, nakil vasıtası olarak, kurban olarak, onlardan yararlandıkları gibi yiyecek, giyecek, olarak da yararlanıyor, et, süt ürünleri imal ediyorlar. Avcılık yapıyor (Maide 1, 2, 4, 94, 96) okçuluk, iz sürme hayvan sırtında yapılıyor. Şahin, doğan, kartal ve köpek gibi hayvanları avcılıkta kullanıyorlar. Deniz ürünleri de biliniyor.
İhtiyaç duyulan, ticareti yapılan ve kar edilen çeşitli sanayi dalları ve üretim işleri var. Silah üretimi, (Nisa 102), mızrak ( Maide 94, 114) sora, yazılı kitap, (Enam 7) halat, iğne (Araf 40) gömlek (Yusuf 18) bıçak ( Yusuf 31) bina, temel, tavan, (Nahl 26) içki ( Nahl 67) ev eşyaları (Nahl 80-81) bilezik, elbise ( Kehf 31) köşk (Hac 45) lamba, pencere (Nur 35) süs eşyası (Nur 31) taht (Neml 38) kalem, mürekkep (Lokman 27), zırh (Sebe 11), odalar (Zümer 20), zincir halka (Mümin 71) kapı, koltuk, kanepe (Zuhruf 34) tepsi, kadeh (Zuhruf 71) tıraş malzemesi (Fetih 27), deri (Tur 1-5) pişmiş çamur (Rahman 14) bakır eritme işi (Rahman 35) yatak (Rahman 54) testi, ibrik (Vakıa 15-18), duvar, kapı (Hadid 13), levha (Buruc 22), halı (Mümin 16) ip (Lehep 5) bahsi geçen aletlerin ve eşyaların kullanıldığı görülmektedir. Bunlardan kendi ürettikleri yanında pazara getirilenlerden alıp kullandıkları da var.(İ.Derveze)
Özetle Kureyş toplumunun, zaten dini bir merkez olan Mekke şehrini ayrıca ticari bir merkez de yaptıklarını, netice olarak bu imkanları siyasi bir üstünlüğe dönüştürerek çevrede hegomanya kurduklarını görmekteyiz. Bu değerlendirmeyi yaparken onların ileri düzeyde ve yüksek oranlarda ticari işlerle uğraştıklarını, bunun gereği olarak da güvenlik, istikrar, ortaklık ve uzlaşı kültüründe kendilerini çok fazla geliştirdiklerinden de hareket ediyoruz. Keza ticari işlerini uluslararası düzeyde yaptıklarını, bu işlerden çok para kazanıp büyük servet elde ettiklerini ve bunun sonucu olarak çevrede sosyo kültürel ve politik düzeyde sorumluluk aldıklarını ve insiyatif kullandıklarını da biliyoruz. Bu konuda detay bilgilere baktığımızda bu işler için gerekli tüm araçlara ve hizmet işlerini gördürecek insan kaynaklarına sahip olduklarını, o araçları yerli yerinde kullandıklarını, konuyla alakalı olduğu için çevre devletlerde olup bitenleri takip etmek bağlamında bilgi topladıklarını ve o bilgilere dayanarak ticari pozisyonlarını değiştirdiklerini ve o bilgilerden hareketle kendilerini başka yönlerden de geliştirdiklerini görüyoruz.
Bu gibi pozisyonları nedeniyle de Kureyş’in kendi şartlarında ve çağında ileri bir topluluk olduğu anlaşılmaktadır. Siyasi kültürleri, sosyal örgütlenme modelleri ve ekonomik işleri bakımından, günümüz devletleri ve toplumsal tarzlarından hiç de aşağı kalmayan (kimi konularda daha ilerideler) özellikler taşımaktadırlar. Özellikle ekonomi politikleri, mülkiyet algısı ve malla kurdukları ilişkinin niteliği bakımından bu günkü toplumlarla (geleneksel tarzın dışında) aralarında hiçbir fark yoktur… Bu bakımdan karşımızda tarihsel olarak çok gerilerde kalmış, bu güne dair bir ışık tutması sanki mümkün görülmeyen hatta gerek de duyulmayan dolayısıyla günümüz insanını çok da enterese etmeyen özellikleri taşıyan bir toplum değil tam aksine, insanlığın genel karakteristiğini taşıyan özellikleriyle her çağda olabilir cahili değerleri ile toplumsal bir tarzın örnekliği, modelliği vardır. Kureyş’in bu ve benzer özellikleri, insanlık adına son mesaja ilk muhatap olmalarından da çıkartılabilir. O nedenle doğru tahliller yapıp doğru neticeler çıkartmak, hem Kuran’ı daha sağlıklı okumaya ve hem de her cahili topluluk içinde çıkartılması şart olan yol haritasını oluşturmaya büyük katkı sağlayacaktır…