Hüseyin ALAN

25 Ağustos 2011

İSLAM ÖNCESİ ARABİSTAN COĞRAFYASI -V-

E- SİYASAL SİSTEM, EGEMENLİK VE DARUN NEDVE   

Mekke, (kurucu irade) Kusay tarafından yaklaşık M.450’lerde yeniden inşa edildi. Mekke’de yerleşik hayat yaşayan toplumun demografik yapısı temelde kabile esasına dayanıyordu. Buna rağmen şehirli ve yerleşik olmanın getirdiği yeni bir toplumsallık (farklı kavimlerle karışık yeni bir toplum) bazında önemli yenilikler ve gelişmeler de olmuştur. Onlardan kabile yaşamındaki şeyhlik sistemi ve şeyhe yardımcı olan meclis yapısı nitelik olarak değişmeye başlamış, farklılaşmıştı. Kabile meclisinin şehirdeki karşılığı şehir meclisi, üyeleri de Kuran’ın “mele” dediği üyelerdir artık. 

Şehirde her kabilenin kendi yerleşim alanında (coğrafi yahut kavim temeline dayalı otonomi) ya da mahallesinde kendine ait ayrı bir meclisi ve melesi vardır. Onlar kendi iç işlerinde özerk statüye sahiptir ve bu özellikleri korunmaktadır. Şehirde yerleşik boyların veya kabilelerin toplamından ve onların üzerinde oluşan Kureyş toplumu (ulus!), yerel meclislerin üzerindeyse hepsini temsil eden üst meclis olarak darun nedve (ulusal meclis!) kurulmuştur… Darun nedve Kâbe’nin hemen yanında, kapısı Kâbe’ye açılan bir mekândır. Meclis binası bu özelliğiyle hem haremin bir parçası olmuş hem de kutsal bir merkez olarak meşruiyet kazanmıştır… Nedve’nin üyeleri olan Mele’ler, her oymağın önde gelen, aynı zamanda kendi kabilesinin de yöneticileri olan bir ya da iki kişiden oluşan temsilcilerinin toplamından oluşuyor. Bu durumu Kusay ihdas etmişti… Buradaki merkez meclis, İslam öncesi Arap siyasi kültürünü, yönetim tarzını ve işleyiş mantığını gösteren en önemli siyasi kurum ve organizasyon olarak bilinir.  

Haşim zamanından beri bedevi tarza ait uygulamalar daha fonksiyoner olmuş, şehirli tarza ait kozmopolitlikle kurumsal yapı daha da geliştirilmiş, toplumsal örgütlenme ve sistematik ileri bir şekil almıştı. Kureyş’in gerek ticari işleri gerekse diğer ilişkileri nedeniyle çevrede bulunan Sasani ve Bizans imparatorluklarından, Habeşistan ve Yemen devletlerinin uygulamalarından, kendilerini geliştirecek ve değiştirecek örnekleri bünyelerine kattığı dolayısıyla ekonomik, sosyal ve kültürel olarak kendilerini geliştirdikleri görülmektedir. Buna rağmen onların, oralarda gördükleri krallık düzenine dayalı otoriter bir siyasi yapıyı kendi geleneklerine uymadığı için almadıklarını da biliyoruz. Buradan hareketle, diğerlerindeki uygulamalardan yararlı gördüklerini ve ihtiyaç duyduklarını sosyal bünyelerine uyarlayarak aldıklarını, uymayanlarınaysa rağbet etmediklerini söyleyebiliriz.  

1-MAHALLİ-YEREL MECLİSLER 

Mekke’nin her kabileye tahsis edilmiş mahallelerinde (eyalet !) ayrı ayrı her boyun kendi meclisleri vardır. Her boy kendi geleneklerine göre seçilmiş, eşitler arasında birinci olan şeyhlik ve meclis üyeliği geleneği sürmektedir. Şehirde mele statüsünü kazanan yönetici gurup, bedevi uygulamalarındaki kabile dayanışması yerine kendi aralarında çıkar temelli yeni bir dayanışma üreten oligarşik bir guruba doğru değişmeye başlamıştır… Her nadinin doğal olarak kendi oymağı üzerinde etkin bir nüfuzu ve otoritesi var. Bu durumu tasvir eden, bu farklılığa işaret eden ayetlerden Ahzap 67 de, “biz (kendi) liderlerimize (sâdat), ileri gelenlerimize, ekâbirlerimize (kubârâ) uyduk, onlarda bizi dalalete götürdü” bahsedilenler bu duruma işarettir (ayrıca Tevbe 19).  

Kureyş alt kollarının “Nadi” denilen bu ayrı toplantı yerleri, melesi ve meclisleri, her boyun kendi iç işlerinin görüldüğü ve yürütüldüğü özerk statüde bir yapı durumundadır. Bu meclislerin yeri de her boyun ayrıca kendine ait putlarının bulunduğu mekândır… Orada her boy kendi iç işlerini yürütüyor, oymak düzeyindeki işleri görüyor, iç ihtilafları bu meclislerde çözüyor (nitekim her kavim kendi üyelerinden Müslüman olanlarına karşı farklı tepki vermekteydiler) ve idari kararlarını burada alıyor. Bu bakımdan boya ait kervanların uğurlanması ve karşılanması bu nadilerde yapıldığı gibi, kendilerini ilgilendiren himaye anlaşması yahut benzeri anlaşmalar da o boyun nadisinde yapılıyor. Bu manada o meclislerin rolü, kendi kabilesi için darun nedve’den daha fazladır 

Bu bakımdan Darun Nedve meclisi, alt oymakların iç işlerine karışmaz, onlar da kendiişlerini kendileri yürütürdü. Bu durumda Mele’ler, kendi kavimlerinin geleneklerine uygun olarak seçtikleri liderleri hem kendi kavimlerinin temsilciliğini yapan ve kendi haklarını savunanlar olduğu gibi hem de onlar adına üst meclis olan nedve’nin üye ve temsilciğini yapanlardır… Yerel meclislerde ve şehir meclisinde karar alma dayatma, oldubitti veya otoriter baskıya dayanan bir şekilde işlemezdi. Arapların badiye tarzında da genel olarak böyle bir geleneği olmamıştı. O nedenle meclise getirilen bir konu uzun uzadıya tartışılır, üyeler arasında istişare mekanizması çalıştırılır ve genellikle sorun çözme ve karar almada ikna yöntemi kullanılırdı.  

2-DARUN NEDVE 

Kureyş’de darun nedve olarak bilinen toplantı (şehir meclisi, senato) yeri, siyasi karar alma merkezi olarak, bütün Kureyş kollarının topluca temsil edildiği mele meclisidir. Burada otoriter bir meclisten, merkezi bir otoriteden veya üyeler arasında tek yetkili bir kraldan bahsetmek mümkün değildir. Çünkü genel olarak, hem Arap siyasi kültürü ve geleneği buna uygun değil hem de onlardaki liderlik ve yönetim tarzı buna müsait değildir… Oymak düzeyindeki işlerin üzerindeki işlerin yahut şehrin tümünü ilgilendiren ortak bütün işlerin çözümü veya bağlanması söz konusu olduğunda Darün nedve’nin devrede olduğu görülüyor. Dolayısıyla Kureyş’in ortak temsil, birlik, güvenlik, istikrar ve asayiş gibi tüm toplumu ilgilendiren konularında tek yetkili organı olarak darun nedve gözükmektedir. O bakımdan topluluğun birlik ve bütünlüğün temsil edildiği yer nedvedir… Bu bağlamda nedve, Kureyş ticaret kervanlarının yönünün, kervana katılan malların ve sahiplerinin ortaklık payının vs belirlendiği, hac işlerinin organize edildiği, savaş, savunma ve barış gibi kararların alındığı merkez olarak önemli fonksiyona sahiptir. (Günümüz eyalet sistemini andıran bir yönetim tarzı bu, ABD ve bazı Avrupa ülkelerinde (çeşitli bileşenleriyle) halen uygulanan bir model) 

Siyasi temsil olarak Darun nedve’nin bu denli yüksek statüye sahip olması, üyelerinin, alt boyları temsil eden mele’lerden oluşmasına dayandığı gibi şehrin birliğini ve bütünlüğünü temsil etmesine de dayanıyordu… Kuran, darun nedve’nin mele’lerine işaret ederken “el mele, el âlâ”ları var şeklinde (Saffat 8, Sad 69) işaret ederken, onların diğerlerinden statü olarak farklılığını, onların emretme yetkisine sahip olduklarını da anlatmaktadır… Kendi oymaklarını temsil eden alt boyların liderleri, aynı zamanda nedve’nin mele’leri olarak, kendileri tarafından meclise getirilen veya topluca şehri ilgilendiren bir konuda tek ve ortak karar alma yetkisine sahiptir. Orada alınan kararlardan kendi bölgelerini haberdar etmek ve alınan kararların uygulanmasını sağlamak da onlara düşerdi… Meclis toplantıları genellikle akşamları yapılıyordu.  

Sorun çözme ve karar alma sürecinde istişare etme geleneği Araplarda bilinen bir uygulama olduğu için karar alma işi tartışmaya, ikna etmeye ve nihayet uzlaşmaya dayalıdır. Bu bakımdan meclis bir konuda karar alırken o konuyu uzun uzadıya inceler, üzerinde düşünür, görüşmelerde bulunur, farklı görüşleri tartışır ve hepsinin yararına bir sonuçta birleşerek ortaklaşa bir uzlaşıda buluşurlardı. Kararların dayanağı ve meşruiyeti genel kabul gören kabile gelenekleri, ortak çıkarları, pratik uygulamaları ve oy birliğidir. Bu mecliste alınan kararlara her kabile ve kabile fertleri uymak zorundadır. (İbn Hişam, İbn Manzur, Taberi) 

Şehir meclisinde dikkat çeken önemli bir unsur, üyeler arasından seçilmiş kral statüsünde tek yetkili bir otoritenin olmamasıdır. Bu nedenle yönetim merkezi hüviyetinde olan mecliste veya üyeler arasında otoriter bir durum oluşmaz, karar alma sürecinde dayatma gibi bir sonuç gerçekleşmezdi… Buna rağmen üyelerin temsil ettiği kabilelerin sayıca çokluğu, servet bakımından zenginliği ve nesep bakımından üstünlüğü gibi ayrımlara dayalı imtiyazlılık, doğal olarak kendi aralarında bir hiyerarşi üretmiştir ve karar almada bu durum dikkate alınırdı. Her toplumda olabilir güç dengelerini hesaba kattığımızda bu durumun da doğal olduğunu söyleyebiliriz. Fakat bu durum orada bildik manada bir krallığı, tek başına otoriter bir statüyü şeklen de olsa beslemiyordu…  

Haşimi oğullarıyla Emevi oğulları arasında olduğu gibi onlardan diğerleri arasında da süregelen bir üstünlük iddiaları ve rekabeti hep olmuştur. Peygamber döneminde Haşimi oğullarının ticari olarak gerileyip maddi güçten düştükleri ve statü kaybına uğradıkları halde üyelik imtiyazını ve toplumsal bazda üstlendikleri sorumluluklarını da koruyorlardı. Muhammed(s)’ın yeni davasıyla toplumsal birliği ve düzeni bozacak “fitneye” sebep olan muhalefeti, benzeri daha önce hiç görülmemiş bir hareket olarak nitelenip bir taraftan meclis üyelerinin kışkırtmasıyla Müslümanlara karşı her şekilde baskı ve terör uygulayıp karşı saldırıya geçilirken diğer taraftan da peygamberin üyesi olduğu Haşimi oğulları boyunun reisi Ebu Talib’le sonuna kadar uzlaşı aramışlardır… Bu durum mele meclisinin karar alma şekline de bir karinedir…  

Meclisin daimi üyeliği Kusay’ın oğulları ve torunlarına bir imtiyaz olarak tanınmıştı. Onlardan başka mecliste üye olma hakkı Kureyş’i oluşturan diğer boylardan 40 yaşını geçmiş ve kendi kabilelerinin başkanlarına aittir. Ayrıca Mekke toplumundan yine 40 yaşını aşmış herkes, şehirle ve toplumsal meselelerle ilgili konular görüşülürken geçici olarak nedve’ye gelip fikrini söyleyebiliyordu  

Darun Nedve meclisi, Kureyş’in on iki kolunun liderlerini (kabaca 24 daimi üye) oligarşik bir bütün olarak diğerlerinden ayrıştırıyor, onları ayrı bir sınıf olarak bir arada tutuyordu. Mekke’nin konumu nedeniyle zenginleşen, zenginleştikçe kendi kabileleri üzerinde otoritelerini artıran bu gelişme, nihayet onlara siyasi bir nüfuz da kazandıracak ve topluca onları oligarşik bir yapının temsilcilerine dönüştürecektir… Bunun doğal sonucu olarak bu ileri gelenler sınıfı, kendi aralarında dayanışma üreterek Mekke’de kurulu statükonun devamını sağlamada başrol oynayacaktır. O nedenle bu elit grubu mevcut yapıya içerden ve dışarıdan zarar verebilecek tüm muhalefetin ve oluşumun muhatabı olarak, statükoyu bozacak yeni bir durum gerekçesiyle onları birlikte hareket etmeye itecektir.  

Başka bir deyişle gerçekte kendi varlığını ve statüsünü temin eden kurulu düzenlerinin devamını tehlikeye sokacağını gördükleri her görüş ve teklife, velev ki topluma yararlı olsa bile geleneklerine muhalefet gerekçesini (atalar yolu) propaganda edecek, yönetilenleri de bu nedenle yanlarına alacak ve güçlerinin sonuna kadar direneceklerdir. Ayrıca mevcut güç dengeleri de (İslam daveti başladığında Muhammed’den yana olmak henüz karlı ve garantili gözükmüyordu!) o şartlarda, yönetilenlerin yönetenler yanında yer almasını sağlayacak önemli bir etkendi… Tüm bu nedenlerle her statükoda olduğu gibi orada da artık oligarşik bloğun çıkarları, toplumun çıkarları olarak kabul ettirilmiş, mevcudun devamı (istikrar), herkesin yararınadır anlayışı yaygın olarak benimsettirilmiştir. Dolayısıyla o tarz bir tepki ve karşı mücadelede onları haklı gösteren propagandanın dayanakları, melelerin, Arap kabileleri üzerindeki siyasi-ekonomik hegomanyası ve meşruiyetlerini dayandırdıkları eski gelenekleri (atalar dini-yolu) olmuştur.   

Kureyş kabilesi yerleşik hayatta bile genel olarak bedevi tarz kabile asabiyesini sürdürmeye, kabile yaşam biçimine bağlı kalmaya, diğer kabileler gibi bu konulara da özen göstermeye devam etmiştir. Darun nedve bu durumun hukuki meşruiyetini sağlama bakımından Kâbe ile birlikte birinci dereceden rol oynamaktadır. Bu bağlamda darun nedve, Kureyş lehine hem Kabilecilik ideolojisini ayakta tutmuş, hem de Kureyş’in dini ve ticari üstünlüğünü korumuştur. Aynı şekilde onların liderliğini ve güvenliğini sarsacak, statülerini tehdit edecek amaçlara ve etkinliklere karşı gerektiğinde güç kullanmak için meşru bir merkez de olmuştur. Nihayet Kureyş’in sahip olduğu statü ve imtiyazları sarsacak, onlara bu bakımlardan karşı çıkacak ve karşılarında Araplarca meşru sayılacak fikri ve fiziki bir güçte, o günün şartlarında henüz yoktu.  

Çünkü Araplar nezdinde Mekke’nin dini, siyasi, ekonomik ve askeri konularda üstünlüğünü sağlayan özelikler, esas olarak Kâbe’den dolayı dini, jeo-stratejik konumundan dolayı ticari temele dayanıyordu. Kâbe kutsallığı ile Mekke’de yaşayan kabilelerinin konfederasyon şeklinde birleşmesinde birinci derecede rol oynarken aynı zamanda Kureyş, Kâbe’de bütün kabilelerin putlarını bulundurarak onların saygınlığını ve temsilini de sağlamıştı. Buysa Araplar nezdinde onların üstünlüğüne ve meşruiyetine katkı sağlıyordu. O nedenle Kureyş kabileler üstü dini bir nüfuza sahip olmuş, bu nüfuz da onlara ticari ve siyasi hegomanya kazandırmıştı. Bu durumun temini ve güçlü temsili babında Darun nedve, kurumsal bir üst siyasi merkez olarak önemli bir kurumdur… Bunların sonucunda darun nedve ayrıca Kureyş’in fiziki gücünü de bir düzene sokmuş, diğerleri nezdinde bu meclise hukuki bir meşruiyet de kazandırmıştır. Kureyş bu güç yolu ile de geleneksel olarak Kusay’ın şahsında dini ve siyasi üstünlüğü ve yönetme gücünü ele geçirmiş ve bunu hep sürdürmüştür. (Cabiri, siyasal akıl) 

Darun Nedve, geleneklere uygun olarak idari ve yönetim işlerini yürüten Kureyş temsilcilerinin, karar almak üzere şuraya katıldıkları bir tür senato veya parlamento konağıdır. Her oymak genelde bağımsız ve kendi iç işlerinde istediklerini yapabiliyorlar. Ama Mekke meclisinde oy birliği ile alınan kararlar hepsi üzerinde etkili. Geleneklerden sapma yahut bir yeniliğin kabulü, ancak böylesi ortaklaş bir kararla olabilirdi. (Hamidullah, Eses, Watt)Watt, Mekke yönetimi ile Atina demokrasisini karşılaştırırken, Mekke senatosunun kararlarını, Yunanlılardaki “en kötüyü daha iyi hedefmiş gibi gösterebilecek aldatıcı güzel konuşma üzerine değil de çoğu zaman kişilerin gerçek liyakatler ve siyasetleri üzerine kurulu” olduğunu söyleyerek kıyaslar ve nedve meclisini daha üstün tutar. Ona göre Mekke melesi, Atina ekklesia’sından daha bilge, daha samimi, daha sorumlu bir meclistir…  

Toplumsal birliği temsil eden Darun nedve, siyasi ve dini bir merkez olarak toplumsal bir muhalefetin de doğal muhatabı olacaktır. Bu nedenle Muhammed(s)’ın yeni davetine karşı top yekûn karşı çıkarken, onlar kendilerini, statülerini ve dolayısıyla toplumsal yapılarını da korumak istiyorlardı. Bu tepkilerinde kendilerince haklı oldukları söylenebilir!.. Muhalefet noktasında işin bir başka boyutu da; İslami davetin sunduğu yeniliklere bakıldığında insanları çok da sürpriz ve bilinmeyen şeylere çağırmadığı görülürken, insanların zaten bildikleri, ahlaken de olumladıkları ama bir biçimde ve kasten o uygulamaları terk eden yöneticilerin durumunun açığa düşürülmesidir. Buna ilave olarak Muhammed(s)’in toplumda ahlaklı, kişilikli, merhametli, dirayetli ve dürüst olarak tanınması, liderlik konusunda nedve üyelerine tercih sebebi olacak bir gelişmeyi de ortaya çıkarıyordu. Nihayet Muhammed(s)’in getirdiği yenilikler, onların öteden beri uygulaya geldiği sosyo-ekonomik ve siyasi kuralların atalar yolu olarak meşrulaştırılmasını da tartışmaya açıyordu…  

Bu gibi sebepler nedeniyle İslam davetinin hedefi statükonun kökten değişmesini, kuralların ve uygulamaların dönüşmesini ve oligarşik grubun statüsünün yok edilmesini sağlayacak bir yenilik olarak görülecek, o oranda da tepki görecektir. Yeni davetin içeriği ve doğuracağı sonuçlar bakımından bu durumun tespiti önemlidir… Bu bağlamda davetin içerik ve amaç olarak toplumda ortaya koyduğu yenilikler özet olarak tasnif edildiğinde üç guruba ayrılabilir; (a) onların uyguladığı kimi şeylerden aynen onaylanan ve devam ettirilenleri, (b) kısmen değişikliğe uğratılanları ve (c) yerine yenileri konularak hepten reddedilenleri. Yani hepten yeni veya bilinmeyen şeyler değildi İslam’ın getirdikleri. Bunları yeri geldikçe ve örnekleriyle açıklamaya çalışacağız… Bu manada asıl yenilik ve özelliğin temelinin referans olarak sadece Allah’a dayanması, bilgi kaynağı olarak gönderdiği vahyin tek ölçü olarak alınması ve dolayısıyla vahiy alan elçiye (yeni yönetici olarak) her konuda itaatin istenmesidir… Buysa insanların tapınma ve ibadet algısının (günlük hayat ve gelecek olarak) toptan değişmesi anlamına gelmektedir ki asıl karşı çıkış sebepleri de özetle işin bu kısmıdır…  

DEĞERLENDİRME 

Mekke’de de yeni bir durum olarak ortaya çıkan İslam daveti, ferdi algı ve tutumla birlikte toplumsal yaşamda da ilkesel olarak önemli bir değişiklik teklif etmekteydi. Bu manada insanın yaratılışı, bilgisinin ve sahip olduklarının kaynağı, dünya hayatında onun başıboş bırakılmadığı, hayatın anlamı, varlığın ve hayat tarzının gerekçesi değişecek, ölümün yok olmak değil her şeyi yaratana geri dönüşün ve ebedi yeni bir yaşamın başlangıcı olarak kabulü istenecek dolayısıyla dünyada yaşarken uyulması istenen değerlere dikkat çekilecektir. Temel ilke budur. Buysa yeni bir düşünüş biçimi, yeni bir akıl yapısının inşasıdır… Bu ilkelerin kabulü sonuç olarak yeni bir insan tipini, onun yapıp etmeleri için yeni bir referansı ve sosyal, ekonomik ve siyasi olarak yeni bir yapılanmayı yani yeni bir hedefle yeni bir yaşam biçimini doğuracaktır… Yeni gelen mesaj kulluk, ibadet ve dünya hayatını bu anlamıyla yeniden tanımlarken insanların asıl tepkisini çeken şeyin, bu değişim talebinin mevcut yaşam tarzına ve doğal olarak statükoya müdahale olduğunu baştan görmeleri olmuştur…  

Bir Arap için doğru ya da yanlışın ölçüsü, bildikleri manada kavmi asabiye, geleneklerine (atalar yolu) uygunluk, çıkar ilişkileri, toplumsal birlik ve dayanışmadır… İbadet anlayışıysa meşhur putlarına prestij etmek, onlara kurban kesmek, önemli işlerinde onlardan manevi olarak yardım talep etmek ve onları dünyevi işlerinde meşruiyet aracı olarak kabul etmekti… Yeniden diriliş ve ebedi ahret yaşamı ise (genelde) onların ölüp yok olmasını sağlayan “kahrolası” dehr inancıyla sınırlıydı… Tüm bunların yanında onlar yaratıcı, rızıklandırıcı, yağmuru yağdırıcı ve kudretli bir Allah’a da inandıkları, onun için de hac edip, adak adayıp, sadaka verdikleri ve kurban kestikleri halde, toplumsal işlerine inandıkları o Allah’ı karıştırmazlardı. Yani ilahlık ve rablik konusunda Allah’ın ortakları vardı… Muhammed(s)’i ve davetinin temelini anlamak için, onun getirdiği dinin sadece itikat, ibadet ve ahlak anlayışıyla sınırlı bir kulluk algısını değiştirip dünyevi tüm işleri de kuşatan ve düzenleyen yeni bir kulluk ve ibadet anlayışı ve uygulamasıyla (beşeri her iş ve ilişki de ibadete dönüşmüştü) ortaya çıkışı ne kadar asıl ve önemliyse, onun kendi kavminde yapmak istediği değişikliği ve bu yüzden gördüğü tepkiyi doğru kavramakta o kadar önemlidir…  

O halde burada bilinmesi ve ayırdında olunması gereken önemli husus kanaatimizce şudur: (peygambersiz Mekke’de) cahiliye geleneği ve uygulamalarından birçoğu güzel ve tercihe şayan şeyler olsa, ahlaklı, faziletli ve adil pratikler sayılsa, ilişkilerinin ve tutumlarının çoğu bu nedenle takdir edilse bile aslolan bunların İslam nazarında ne olup olmadığıdır… Ayırım yapmaksızın bütün cahiliye toplumlarıyla İslam’ın getirdiklerinin ayrıştığı temel nokta ve ikisi arasındaki fark burada açığa çıkmaktadır. Burada asıl mesele, cahiliyye algısı ve pratiklerinin uyumluluğu, kısmen veya çoğunlukla ahlaki ve adil olması vs değil, tüm bunların dayandıkları referans veya onları anlamlı kılan gerekçelerdir… İslam’da her şeyin merkezinde Allah (rızası-gazabı gözetilerek) varken cahiliye de Allah ile birlikte başka varlıklar, amaçlar ve hedefler vardır. Bu bakımdan bir insanın zihinsel olarak yenilenmesi, niyetini değiştirerek başka bir insana (kul-ibadet-ittika) dönüşmesi İslam’da temel esasken diğerinde böyle bir tevhidi standarda gerek olmadığıdır.   

Bu anlamda Kureyş cahiliye uygulamalarında başka varlıklara (putperestlik) izafe edilen, başka niyet ve hedeflere uygun olarak yapılan erdemli davranışlar (amel), İslam’da başka niyet ve hedefler gözetilerek yapılacağı için (Salih amel) esasta ve temelde farklılık arz edecektir. Bu manada İslam’la cahiliye arasındaki ayırım, normal amelle Salih amel arasındaki farklılık gibidir… Buradan hareketle, tevhidi akideden bağımsız olarak tıpkı günümüzde kimilerinin insanilik, erdemlilik, insani yardım ve dayanışma, sivil platform, ortak yarar, ortak akıl, vicdani tepki, kamusal yarar, adalet vs gibi başka niyetlerle yaptıkları çağrıların ve uygulamaların önemine yaptıkları vurgular değerlendirilebilir. Bu bakımdan önemli olanın, yapılıp edilenlerin referans noktasında İslam için bir karşılığının olup olmadığının dikkate alınması olmalıdır.  

Söylenenler bakımından bunlar olmasın, yapılanlar yok sayılsın, başkaları da bunları yapmasın anlamına değildir bu değerlendirme. Bilindiği gibi fıtri olarak kimi özelliklerini muhafaza eden insanoğlu, her inançtan ve coğrafyadan, her dönemde ve toplumsallıkta bu gibi şeyleri tarih boyu hep yapa gelmiş, bundan sonra da yapmaya devam edecektir. Bu bakımdan Allah, kimi kafir kulları eliyle de hayata böylece müdahale etmektedir zaten… Burada mesele tüm bunları anlamlı kılanın ve ne uğruna olduğunun anlaşılması dolayısıyla İslam nezdinde neye karşılık düştüğünün açığa kavuşturulmasıdır. Buradan hareketle İslam, bu tür uygulamaları sadece iman etmeye ayarlı ve bağlı veya Allah yanında karşılığı olan işler olarak ister, destekler ve onaylarken (insanın diğer davranışları ve ilişkileri de aynı amaca yönelik olarak düzenlenecek, böylece bütünsellik ve denge sağlanacaktır. Tevhid-adalet ilkesi) diğerleri için (başka ilişkiler ve davranışlar farklı olabilecektir. Şirk-zulüm ilkesi) böyle bir referans, ölçü, kıymet ve karşılık olmayacaktır…   

3-HÜKÜMET- HÜKMETMEK-TABİİ OLMAK  

Şimdi Kuran ayetlerinde şehirlerin anası, merkez şehir olarak geçen Mekke’de, yönetim işleriyle ilgili temel kavramlara ve kurallara, meclise, üyelerine, yöneten-yönetilen ilişkisine, sorun çözme ve karar alma yollarına bir göz atalım… Bu çerçevede itaat, otorite ve güç sahipleri; toplanma yeri, meclis ve emretme yetkisi olanlar; kurallar, istişare ve meşruiyet; itaat edenler ve tabiiyet; toplumsal birlik ve dayanışmayı sağlayan yönetim, mahkeme, şahitlik, tutukluluk, sürgün, bekçiler, hapishane, savaş, barış, anlaşma ve anlaşmayı bozma… gibi ilkeler ve kavramlar, doğrudan yönetimle, yönetmeyle ilgili işlerden, devletten ve siyasi durumdan bahseden kavramlardır… Bu kavramsal çerçeve bir yönetim modelinden, yönetim şeklinden, iktidardan, otoriteden, karar almada referans edilen kurallardan, kararlara itaat eden bir topluluktan, topraktan kısaca yöneten ve yönetilen ilişkisinden bahseden ve konuyla ilgili temel bütünlüğü belirleyen kavramlardır…  

Bu bağlamda kural olarak akılda tutulması gereken şey, bizzat Kuran’ın kullandığı bu yöndeki dilin, kavramların, ilişkilerin, formun ve içeriğin bahsettiği ve çerçevelediği durumların vs tümünün, Araplar tarafından bilinen, tanınan, onların anladıkları ve uyguladıkları şeyler olduğudur. Aksini düşünmek, kuranın bu yönde bahsettikleri şeylerin veya ilk muhataplarının anlamadığı bir dilden, işlerden, bilmedikleri durumlardan ve olaylardan bahseden bir kitap olduğunu düşünmek olur ki bu akla ziyan, kuranın ifadesine ve doğasına aykırı bir anlayış olacaktır… 

Nisa süresi 59’da itaatten, 83’de güvenlik ve korkudan bahsediliyor… Keza Meryem 73’de guruplardan ve nadiye meclisinden, Alak suresinin sonlarında nadiye meclisi ve infaz gücünden bahsedilir. Bu ifadeler, karar alıcıların, iktidar ve güç sahiplerinin varlığını ve övündükleri meclis gücü ve otoritesini anlatmaktadır. Bunlar Ulu-l emr, liderlik, otorite, egemenlik gibi konuları içerir ve bunların Mekke’de varlığına ve uygulandığına dair işarettir… Enfal süresi 30’da sürgün etmek, tutuklamak ve öldürmekten bahsediliyor. Mekke’de bu güce ve infaz etme yetkisine sahip olanların varlığına işarettir bu… Hac 40, Ali İmran 195‘te İbrahim(s)’ın ve Rabbim Allah’tır diyenlerin, yeni bir din üzere yaşayarak toplumdan ayrışanların, o nedenle toplumlarının yaşam biçimini terk edenlerin varlığından bahsettiği kadar, oradaki güce, otoriteye ve düzenlerine karşı gelenlerin tam da bu sebeple bu tehditleri aldıklarından bahsetmektedir.  

İbrahim suresi 21’de güçlüler ve zayıflardan bahsediliyor, o halde onların arasında yöneten ve yönetilen, itaat ve tabiiyet ilişkisi vardır… Sad suresi 6’da, ilahlara bağlılık, düzeni korumaya sadakat çağrısı var. Demek ki o ilahlara ve düzene karşı koyanlar (melikin dinin terk edenler) ve itaat etmeyenler var… Sad ve İbrahim suresi ayetlerinde “eşraftan” yani nüfuz sahibi olan “mele” den bahsediliyor. Mele, aynı zamanda emretme yetkisine sahip olanlar, iktidar sahibi ve otorite gücünü elinde tutanlardır. Bir yerde, bir toplumda emredenler varsa doğal olarak emredilenler ve emir sayılan kurallar da vardır. Doğal olarak halktan, bu emretme gücüne sahip olanlara itaat etmesi ve bağlılık göstermesi istenir. İyi ya da kötü bir düzen ancak böyle sağlanır ve orada bu anlamda bir düzen vardır… Yusuf suresi 35-36’da hapishaneden bahsediliyor. Hapishane, ceza çekme yeridir, bunun için hapsetme gücü ve cezalandırma yetkisi olanların ve suç tanımıyla beraber suçlu olmak için ihlal edilen kuralların varlığı gereklidir…  Cin suresi 8’de bekçilerden ve yine cezadan bahsedilir. Bu ceza ve bekçi olayı, otorite ile ilişkilidir, bu da otoriter bir gücün varlığını içerir. 

Tevbe suresi 19’da, her kavmin kendi içinde kendi liderlerinden, otoritelerinden bahsedilir, bunların kendi topluluğunda iç işlerini yürüttükleri (her kavmin kendi meclisi-melesi) anlaşılmaktadır. O liderler aynı zamanda kavim üstü birleşik topluluk işlerini de hep birlikte oluşturdukları başka bir meclis ve otorite ile yürüttükleri (darun nedve) aşikardır…  Neml suresi 32-35 de, Sebe melikesinden, meclisinden, meclis üyelerinden ve işleri istişare ile yürüttüklerinden bahsedilir. Aynı yerde kraldan, ordudan, ileri gelenlerden de bahsediliyor. Bu işler, otorite gerektiren ve bir düzenin varlığına bağlı işlerdir… Ayrıca hükümdarlık ve hükmetmek (Bakara 258), anlaşmalı topluluklar (Nisa 90), barış (Enfal 61), anlaşmayı bozanlar (Enfal 56), askerlik (Meryem 75), ordulardan (Ahzap 9) bahsediliyor. Bunlar kurumlaşmış bir yapının, siyasi bir organizasyonun (devlet) işaretleridir. 

Zuhruf suresi 31-32 de iki büyük şehirden, onların sözü geçerli büyük adamlarından bahsediliyor. Ayetlerde nimetleri yüce Allah'ın verdiğinden, bir bölümünün diğerlerinin üzerinde derecelerle yükseltildiğinden bahsediliyor. Bu durum, daha önce bahsettiğimiz gibi, dünya işlerinin bir düzene koyulması, derecelerle yükseltilenlerin işleri çekip çevirmesi içindi. Yoksa onların üstünlük taslayıp keyfince itaat istemeleri, diğerleri üzerinde üstünlük ve hegomanya kurmaları ve zulmetmeleri için değildi. Bu nedenle onlar kınanmaktadır. Bu izah, ayeti apaçık anlaşılır kılmaktadır.  

Bu ayetlerde geçen olaylar ve kullanılan kavramların anlam çerçevesi bir toplumsallıktan, devletten, yönetimden, hüküm verilecek kurallardan, hükmetmekten, ordudan, anlaşmadan, barıştan, anlaşmanın bozulmasından vs bahsetmektedir. Buradan Arapların yönetim işlerini, bu işleri detaylarını bildiklerini ve uyguladıklarını çıkartabiliriz. Kuran onların bilmedikleri, anlamadıkları, tanımadıkları işlerden ve şeylerden bahsedecek değildir herhalde… Ayetlerin anlattıklarına katkı sağlayacak rivayetlerden de anlaşılacağı gibi, onların ileri gelenlerinin ve onların toplandığı bir meclisin olduğu, o mecliste kararlar alındığı, kararların dayanağı kuralların bulunduğu (meşruiyet) gibi onların halk içinde otoritesi ve kendilerine itaat eden bir topluluk olduğu da görülüyor. Aksini düşünmek zaten mümkün değildir. Mesela Medine de Hazrec kabilesi, hicretten hemen önce Abdullah bin Ubey’i Medine’ye yönetici yapmaya hazırlanıyordu. Bunun için de ona taç ve taht yaptırmışlardı. (Medine’lilerin Hire krallığına bağlı oldukları, onlara vergi ödedikleri rivayetleri yanında iç savaş onları o hale getirmişti ki artık bu gidişe dur diyecek bir krala bile razı gelmişlerdi)… 

4-OTORİTE-EGEMENLİK-HAKEMLİK 

Otorite, güç ve egemenlik, bir topluluk içinde insanlar arasındaki ihtilafları çözen ya da bağlayan, gerek şahıs gerek toplum ve gerekse onlar arasında kurulan ikili ilişkilerde birbirlerine zulmedenleri engelleyen, ihtilafları ve ayrılıkları çözüme kavuşturan en yüksek güçtür, son karar merciidir. Onun üstünde başka bir otorite olmadığı için egemenlik onun tekelindedir. O nedenle toplumsal konularda nihai karar yetkisi egemenlik sahibinin ya da sahiplerinindir. Bu güç diğerleri tarafından da tanınmış ve meşru olarak görülmüş olmalıdır ki o yönde bir toplumsal düzenden ve otorite karşısında diğerlerinin itaatinden bahsedilebilsin. İşte devlet, düzen ve topluluk denen durum özetle budur…  

Otorite dediğimiz güç, toplumsal güçler arasında kurulu dengeye ve hiyerarşik dizilişe göre karar yetkisini kullanır. En sert yönetim de bu ilkeyi dikkate alarak sürdürür egemenliğini çünkü işin doğası budur. Otoritenin bu gücü nereden aldığı, meşruiyetini neye dayandırdığı, yönetimini sert ya da yumuşak mı yürüttüğü, yönetirken insanları kamplara ayırıp kimilerine iyi davranırken kimilerine zulüm mü ettiği vs gibi detay konular, egemenliğin ve kurulu bir düzenin alt başlıkları ve detaylarıdır… Burada insanlığın genel tecrübesinden hareketle ve nötr olarak şunları söyleyebiliriz; Otorite veya sulta, genel olarak yönetimde adil olmalı, her şeye karışmamalı, toplumsal güç dengelerini gözetmeli, haksız yere birbirlerinin malını yiyenleri, rüşvet alarak haksız karar verenleri engellemeli, ihtilafları hakkaniyet uygun olarak çözmeli, suçluları cezalandırmalı, birliği ve düzeni sağlamalı, topluluğu ve toprağı korumalıdır. Bu gibi özellikler, bir otoritede olması gereken genel nitelikleridir. Böylece bir düzenden, istikrarlı olarak sürdürülecek bir yönetimden bahsedilebilir…  

Şehir toplumu olan Mekke’de ve genel olarak Araplar arasındaki uygulamada otoritenin yapısının ve işleyişinin beş fazla üç eksik genel tanıma ve beşeri tecrübelere uygun olduğunu söyleyebiliriz. Bu anlamda onların siyasi yapısının genel geçer beşeri değer yargılarına uygun fakat Allah’ın iradesine uygun olmadığını, Allah’ın onları birçok ayette kınamasından da anlıyoruz (Bakara 188)

Aşağıdaki açıklamalarda otoriteden, onun yapısından, düzenden, toplantı meclisinden, meclisin üyelerinden, hükmedilen kurallardan ve itaatten bahsedilecektir. Burada bahsedileceklerle artık devlet veya otorite işleri yukarda bahsedildiği gibi “nötr” olmaktan çıkmıştır… Bu bakımdan Medine dönemine bakılacak ve söylemeye çalıştıklarımızın temel nitelikleri açıklanacaktır.  

Nisa suresi 58, hükmetmekten, adalet ve ihtilaftan bahsederken, 60-61'de, verdiği kararların dayanağı bakımından vahyi dikkate almadığı için “tağuttan” bahsediliyor. 65’te Peygamberden, “Allah’ın indirdikleri” ile “hükmetmesi” (hak ve adalet budur) istenirken, ihtilaflardan, kurallardan ve hüküm vermekten bahsedildiğini görüyoruz. Bu durum orada yeni bir otoritenin ve kurulu bir düzenin varlığını gerektiren apaçık bir durumdur. 105’te Allahın gösterdiği gibi, “hak” olarak “indirilen” kurallara dayanarak, kitabi bilgiler “referans” alınarak hükmedilmesinden bahsediliyor. 35’ de şahitlikten, hüküm verilirken doğru şahitlik yapılmasından bahsediliyor… 

Maide suresi 42-44'te “hükmetmekten”, hüküm vermekten ve “adaletten” bahsedilirken “siyasi otoritenin” varlığına işaret vardır. Keza aynı yerde Tevrat’ın hükümlerinden (o da hidayet kaynağı ve nur olarak indirilmişti) bahsediliyor. “Yahudi bilginleri” “Tevrat’ı” korumakla görevlendirilmişler (hükümleri ile hükmetmeleri istenmişti) ve buna Yahudiler de “şahit” tutulmuştu. 47'de, “İncil sahiplerinden” de Allahın indirdikleriyle hükmetmeleri istenir. 50'de (onları da tasdik eden Kuran’dan sonra) artık “bütün inananlardan” (kitap ehli dahil), “Allahın hükümlerini” bırakıp “cahilliye hükümlerine” dönmemeleri istenmektedir…  

Nur suresi 48-51'de, Yahudilerden örnek verilerek, aralarında hükmedilmek için Allah’ın “resulüne itaate” çağrıldıklarında yüz çevirenlerden, şayet karar lehlerine olursa verilen hükme boyun eğdiklerinden bahsedilir. Aynı yerde onların “kalplerinde hastalık” olduğu, “kitaptan kuşku” duydukları anlatılır. Bunları, bu özelliklerinden dolayı “zalim” olarak niteler Allah… Oysa “müminler”, inandıklarını söyleyenler, “işittik ve itaat ettik” demeli ve Allah’dan gönderilen her hükme “teslim”, peygamberin bu yönde verdiği her “karara boyun eğmelidir”… Hak olan budur. “Hak da artık inzal edilmiştir.” O halde hak dışında bir bilgiye ve ölçüye dayalı olarak “başka bir hükme razı olmak” artık “zulümdür”, “kitaptan”, “peygamberden” dolayısıyla “Allah’ın indirdiklerinden” “kuşku” duymaktır. Bunun içindir ki inzal edilenlerin dışında başka bir hak da aranmamalıdır. “Felaha kavuşacak” olanlar da bu hakka “razı” olanlardır.  

Bu bağlamda “haksızlık”, “kitabın hükmüne razı gelmemek”, “indirilenlere itiraz etmek”, “peygambere itaat etmemek” ve “hakkı başka yerlerde” aramaktır. Buysa zalimliktir, “zalim” olmaktır…” (Türkiye’de ne idiği belirsiz, bir bağlamdan da kopuk olarak “adalet” yarışı ve çağrısı yapmak sanki moda oluverdi. Var yok çözümsüz kaldıkları her yerde adalet kavramını dillerine dolayanlar, “şey’in ismini doğru koymayarak insanları aldatan”, ve neredeyse “laikliği” “şeri” düzen gibi sunacak kadar “elmayı kabak gösterip” yanılsama üreten Müslüman aydınların sayıları ne de çok artmaya başladı. Medyatik borazanlar da onların seslerini olduğundan çok gürleştiriyor…  

Şimdi, Allah’dan gereği üzere korkan, yapı ettiklerinin bir gün mutlaka hesabını vereceği bilincini taşıyanlara iki çift sözümüz var;  sizlerin, şu dilinize dolayıp durduğunuz “adalet” kavramının sınırlarının belli olması (ağyarını mani, efradını cami babında hakkıyla tarif, adil olmak da bunu gerektirir) için önce “zulmü” ve “zalimi” tanımlayıp sonra da zalimin neden zalim olduğunu açık etmeniz gerekmez miydi? Bu noktadan özellikle neden kaçınırsınız, bu konuda neyin endişesini taşırsınız bilinmez ama “hakikat” olan bir şey varsa o da (bu haliniz devam ettiği sürece) haksızlık ettiğiniz, zulme saptığınız ve adil olmadığınızdır!)…   

Bakara suresi 282'de şahitlerden, hüküm verileceği zaman çağrıldıklarında şahitlik etmekten kaçınmamaları istenir. 283'de şahitliğin gizlenmemesi, neye şahitlik ettiyse onun şahitliğini yapması söylenir. Bu, adil hüküm verirken şahidin önemine ve şahidi çağıran bir otoritenin varlığına işarettir… Maide süresi 106-108 de vasiyet hazırlamadan, bunu yaparken iki şahit tutmaktan, şahitlerin görevlerini yapmamaları durumunda onların da haddi aşan zalimler olacağından bahsedilir… Talak suresi 2'de boşanma işi başlarsa, adil iki şahit tutarak zamanın tespitinin yapılmasından ve bunun öneminden bahsedilir… Ayetlerde kullanılan dil, bahsedilen konular ve içerikten, Arapların bu işleri açıklıkla bildikleri için Medine’de kurulan yeni otorite karşısında takındıkları tutumların sebeplerinden bahsedilirken onların bunları doğru veya yanlış ölçü ve usulle uyguladıkları da anlaşılıyor… Keza onlar toplumsal olaylardan kan davaları, diyet, anlaşma, çeşitli ihtilaflar, savaş, barış, evlenme, boşanma, miras işleri, alacak, borç ilişkileri, mülkiyet hakları vs gibi işleri, çözme ve bağlama anlamında kendi geleneklerine ve pratiklerine dayanarak çözüyorlarken İslam bu işleri başka ölçü ve usullerle çözmektedir. Bu nedenle onların bu işleri gören otoriteleri, onların toplandıkları meclisleri, hükümlerini dayandırdıkları hukukları vardı zaten. 

Burada anlatılanlardan hareketle genel olarak şunları söyleyebiliriz: 1-Onlar her türden yönetim işlerini yürütür ve sorun çözüp karar alırken her kavim kendi içinde ve bildikleri yoldan işlerini kendi içinde çözüyor. 2- İhtilaf halinde taraflar kendi yöneticileriyle sorun çözdükleri gibi kabileler arası ihtilaflarda ayrıca başka hakeme müracaat konusunda serbestler. Hakeme götürülmeyen meseleler kendi kuralları ve pratik uygulamaları yolu ile kendi aralarında hallediliyor. Hakeme gittiklerinde de hakemin kararına razı geliyorlar. Hakem hüküm verirken kavim kuralları, uygulanmış pratikler veya uyulmasını önceden teminat altına aldığı başka ve bilinen kurallara dayanıyordu. Hakemin emri altında bir infaz gücü yok ama onun kararları aynen uygulanıyor, itiraz edilmiyor.  

3-Bunun aksine bir durum doğacak olursa, yani hem iç hukuk hem de hakemlik işlemezse, işin içine kılıç giriyor, savaş başlıyor yahut diyetle iş çözülüyor. O zamanda kavmin gücü, savaşçı yeteneği öne çıkıyor ki bu durumda taraflardan birisinin diğerinden daha güçlü olduğu anlaşılıyor. (Bu durum günümüz dünyasında da aynen geçerli bir uygulamadır. Dünyada gücü yerinde olan devletler daha zayıf olanlara istedikleri yaptırımları uygulatıyor, tek taraflı dayatma yapıyorlar. Bu gibi durumlarda uluslararası hukuk falan da işlemez oluyor)  

4-Hakem şahitleri çağırdığı zaman şahidin gelip gelmemekte serbest olduğu anlaşılıyor. Muhtemelen günümüzde de aynen olduğu gibi, taraflardan birisi diğerinden güçlüyse şayet, bazı şahitler rahatsız ediliyor, tehdit ediliyor veya işkenceye tabi tutulabiliyordu. Bakara 282 ayeti bize bunu çağrıştırıyor. 5-Hakem seçmek, kavimler arası tarafların karşılıklı anlaşmasına bağlı tercihlik bir işti. Nisa 61-65 bunu çağrıştırıyor. 6-Cahiliyede maharet, deneyim, bilgi derinliği ile meşhur hakemler vardı… Araplar arasında merkezi bir otoritenin (modern devletler de olduğu gibi) olmadığını, krallık rejimi gibi bir rejime de sahip olmadıklarını buradan da anlıyoruz. Dolayısıyla oradaki meclisler, meşruiyeti kendinden menkul bir güce ve otoriteye sahip değiller ama hepsinin benimsediği ve referans saydığı kurallarla bağlı bir meclise ve o çerçevede emreden bir otoriteye sahipler. Hakemlik olayındaki başka bir detay, kavimlerin iç işlerinde kendi yöneticileri karar verirken aynı zamanda hakemlik de etmiş oluyordu… 

İslam, orada kendi referansı ve kurallarıyla otorite olup kendi hükümleri ile hüküm vermeye, kendi riyaseti ile egemenliğini yürütmeye başlayınca, Arap homojen kabile toplumu ve kabile üstü heterojen federal toplum düzeni, tam da bu nedenle kökten değişecektir… Sözgelimi; artık peygamber, devlet başkanı, tek siyasi otorite olarak ihtilaflıları çağırdığında, müşteki veya zanlı gelmek zorundaydı… Şahitler güvene kavuşmuştu… Hüküm vermek artık eskisi gibi usullerle veya ihtiyari değil, zorunlu olmuştu… Verilen hüküm uygulanıyordu… Hükümler eskisi gibi kabilevi geleneklere ve atalar dinine değil artık inzal edilen ayetlere (hakka) dayanıyordu… Suç işleyenler cezalandırılıyordu… Suç, ilke olarak şahsileşmişti… Suçun tanımı da değişmişti dolayısıyla yeryüzünde bozgunculuk edenler, fesadı yayanlar (haram işleyenler), İslami otoriteye baş kaldıranlar, aynı otorite tarafından tavır görüyor, gereken her neyse yapılıyordu (inananlardan mazeretsiz olarak üç kez Cuma namazına katılmayanların tehdidi buraya dayanıyor)… Topluluğun varlık gerekçesi, amacı ve hedefi değişmişti… Bu durumlar tam bir düzen ve devlet olma halinin göstergelerindendir…  

Bu yeni durum açığa çıktığında, eski gelenekleri gereği bazı Medineli Müslümanların, önceki dönemde yaptıkları gibi Yahudi hakeme (tağut olarak nitelenir) gittiklerinden bahsedilir. Maide suresi 41-42 de, Yahudi kâhinlerinin bu işleri öteden beri yaptıkları, Tevrat’a göre de hüküm verdikleri (ama hükümleri tahrif ettikleri de biliniyor) anlatılır… İslam döneminde de kimi Müslümanların onlara da başvurduklarına, Yahudilerin de bu işi yaptıklarına dair işaretler var. O nedenle Nisa süresi 60-61'de, bu gibi durumlarda peygambere gelmeyenlerin tağuta gitmekle itham edildikleri ve eleştirildikleri görünüyor… Bu ithamda referans, kurallar, kararların biçimi ve otoritenin meşruiyeti noktasında çok önemli bir ayırım dikkate değerdir… Bu manada cahiliye ile İslam arasındaki zıtlık, kırmızıçizgi, sınır ve temel fark ortaya çıkmaktadır. O da İslam’da her şey (sosyo-ekonomik ve siyasi bağlantı, aidiyet ve topluluğa bağlılık, hükmedicinin veya emredicinin dayanağı) tamamen Allah’a bağlanırken, cahiliye de, çok daha farklı referans ve bağlılıkların (kavim gelenekleri, asabiye, çıkar, güç dengesi veya topluca heva) olmasıdır. Bu da tağut olarak açıklanan hükmedicinin, hüküm verirken dayandığı kuralların niteliğini ve meşruiyet durumunu belirten esastır…  

Burada anlatılanlardan hareketle Peygamberin orada yeni bir devlet kurduğunu, kurduğu devletin de ondan önce var olanın yerine geçtiğini söyleyebiliriz. Dolayısıyla yeni tesis edilen siyasi bir otoriteden, onun sorun çözme ve karar verme yetkisinden, yetkisinin dayandığı yeni kurallardan bahsedileceği gibi, bu yapının da itaat eden bir topluluğa ve coğrafyaya sahip olduğundan da bahsedebiliriz…  Bu durum, kavim geleneği gereği var olanı üreten ve geliştiren bir durum olmadığı gibi eskinin üzerinden bir yönetici değişikliği ile ulaşılan bir durum da değildir. O nedenle orada kaotik bir durum oluşmadan yeni ve bir başka düzen kurulmuştur. Bu sonuç, Mekke’den beri hazırlıkları yapılan, mücadelesi verilen ve ta baştan öngörülmüş bir stratejiye dayanan bir aşamadır. Bu noktada müsteşrikler dahil hemen tüm siyercilerin ortaklaşa kabul ettiği hakikate göre, orada kurulan yeni yapının ve ilgili tüm işlerin Araplar için önceden biline gelen kavim uygulamalarından çok farklı olduğunu ve özgün temellere dayandığını söylemiş olalım…  

5-MELE, MELE MECLİSİ VE ÇAĞDAŞ KARŞILIKLARI 

Bedevilerdeki kabile meclisinin ve şeyhinin şehirlerdeki karşılığının mele ve mele “meclisi” olarak değiştiği, şehirdeki her boyun kendi melesi ve meclisinin varlığının sürdürüldüğü ama o meclislerin üstünde merkezi statüye sahip ayrıca genel toplantı yeri olarak “darun nedve” meclisi ve üyelerinin olduğunu biliyoruz… Onlar o meclislerde ilgili her durumda “hüküm” veriyorlar, “sorun çözüp” karar alıyorlar. Hükümlerinin “dayandıkları kuralları” ve geleneksel uygulamaya dayalı pratikleri var. Dolayısıyla onların “emretme” yetkisine sahip olanları veya “egemenleri” var ve onlara itaat edip kuralları uygulayan “toplulukları” ve coğrafi sınırları belli “toprakları” var… Bilinenlerin dışında farklı yeni konular ve yeni bir durum ortaya çıktığındaysa onlar istişare sürecine ve ikna yoluna başvurarak işlerini çözüyorlardı. Aksi durumda ortak bir karar alınamaması ve uzlaşmazlık demektir ki bu durumda düzensizliğin getirdiği kan davası gütme, intikam alma, adam kaçırma yahut savaş halinin devreye girmesi söz konusu oluyordu… 

Watt’a göre darun nedve, bir tür senatoydu. Batılı örneklerine kıyasla senato üyesi olan mele, bedevi gelenekte olduğu gibi yaptırım gücünden daha çok ahlaki otoritesi olan ama kabile geleneğini ve pratiğini uygulayan bir reis veya hakemdir. Hakemlik uygulaması önceden de anlatıldığı gibi yöneticinin karar verirken kendi otoritesine dayanarak değil, kabile kurallarıyla kabile üyeleri arasında verdiği hükme dayalı olarak karar vermesidir. Bedevi tarza ait bu özellik genel olarak şehirde de devam ettirilmektedir ama artık kabile mele’leri, şehirde, yeni ve karışık bir toplumda, hep birlikte farklı bir fonksiyon da kazanmıştır. Buna rağmen kabileler arası ihtilaflarda ayrıca hakem olarak şöhret olanlara da müracaat edilirdi. Buradaki değişiklikte mele’lerin topluca oligarşik bir yapı ürettiği, kendi aralarında bir sınıf oluşturduğu, kendi çıkarlarını ve geleceğini önceleyen bir guruba dönüştükleri söylenebilir.  

Sad suresi 6 da, tevhidi çağrıya karşı çıkanların önderleri olarak Mele ve mele gurubu, özellikle zikredilmektedir. Bunlar, Kureyş melesinin tüm üyeleri, Muhammed(s)’in baş düşmanları olacak, yeni davet karşısında topluca karşı kampı oluşturacaktır. Hiçbir istisnası yoktur bunun. O nedenle onlar kendi çıkarlarını koruma adına kabile asabiyesini devreye sokacak, atalar yolunu öne çıkaracak ve bu sayede yönetilenleri de çoğunlukla yanlarına almayı (güç dengesi de burada önemlidir) başaracaklardır. (Hz. Ömer ve Ebu Bekir’in meclis üyesi oldukları, Müslüman olunca da üyelikten ayrıldıkları bilinir çünkü nedve meclisi geleneksel kuralları ayakta tutan ve emretme yetkisini o kurallara dayandıran siyasi bir otorite, sorun çözme merkeziydi. Buysa bir Müslüman için imanını enterese eden bir durum oluşturuyordu)  

Önceki, peygamberlerden birçoğunun zikredildiği Araf, Hud ve Mü’minun Surelerinde, o peygamberlere de kavimlerinin mele’lerinin karşı çıktığı anlatılır… Firavunun melesi Yunus 75, Yusuf 43, Şuara 34 ayetlerde belirtildiği gibi, Saba melikesinin Süleyman(s)’a karşı topladığı melesi de Neml suresi 28-32-38’de anlatılmaktadır. İsrailoğullarının da Bakara 246, Kasas 20'de işaret edildiği gibi bir meclisi (o meclisin de mele’leri) vardı… Ayetlerde tüm mele’lerden bahsedilirken yerel (kendi kavmi içinde) olduğu kadar, karışık olarak yeni (şehir toplumu) toplumda onların da ileri gelenlerinden oluşan “el mele, el âlâ”ları var (Saffat 8, Sad 69)…

Kuran, Saba melikesinin kendi melesine, meclisinin üyelerine “krallar (devletler, ordular) bir karyeye girdiklerinde oranın ahalisinden aziz olanlarını zelil yaparlar” dediği (Neml 34) duruma bakıldığında, aziz olanların aynı zamanda asiller olduğu, itaat edilenler olduğu anlaşılmaktadır. Burada Kureyş’in ve Arapların da onlarınkine benzer azizlerinin olduğu, kendilerine komşu ülkelerin de krallarının varlığı tasvir edilirken o kralların savaş durumunda onlara neler yapabileceğine dair işaretler de vardır. 

Mele, mele meclisi, bu günde anlaşılır şekliyle yerel “parlamentolar” ve (eyalet sisteminde) ulusal parlamentolara ve üyelerine denk düşmektedir… Bu manada mele’lerin seçimle gelmesi, atanması yahut imtiyazlı sınıflardan oluşması; mele’lerin başında bir kral olması ya da olmaması; varsa bir kralın mele’lerden birisinin seçimle yahut ırsi şekilde başa gelmesinde olduğu gibi; mele’lerin bir mecliste toplanması; karar alması; kararların önceden belirlenmiş kurallara dayanması; alınana kararların uygulanması; onlara itaat eden bir topluluğun olması; vs, nitelik olarak esası değiştirmeyen ama esasa bağlı detay farklılıktır… Her düzende olduğu gibi burada da esas olan (İslam’a göre) emretme yetkisine kimin sahip olduğu ve otoritenin neyle hükmettiğidir. Hak, adalet, zulüm, inzal edilenden kuşku duymak, inkar ve tuğyan gibi itikada dair kavramlar bu konuyla doğrudan bağlantılıdır. 

Bu anlamda Kuran’a göre, her türden meclisler, meclisin üyesi mele’ler yahut onlarla birlikte ama onlarında üstünde olan temsilciler (al âlâ gibi, devlet başkanlığı gibi), tam da bu gerekçeye dayanarak tağut olarak, tuğyan edenler, azgınlaşanlar, müstağnilik edenler olarak nitelenir ve suçlanır. Onların suçlanması, insanları yönetirken kendi yanlarından çıkarttıkları ve uyguladıkları kanun ve kuralların dayanağını veya referansını inzal edilmiş, hakikatin de tek kaynağı olan vahye değil de hevalarına, çıkarlarına, akıllarına yahut atalar dinine referans etmelerindendir. Onların bu durumu, haktan sapma olarak veya Allahtan gelenlere karşı kalplerinde şüphe taşıma olarak nitelenir, bu da onların zalim olmaları için yeter sebeptir…  

Mele’lerin suçlanmasında önemli yer tutan bir başka gerekçe de, kendileri bir şey yaratma gücüne sahip olmadıkları halde, tıpkı bir yaratıcı gibi emretme yetkisini (rablik ve ilahlık) kendilerinde de görmesidir. Bu özellikleri nedeniyle onlar yeryüzünün ilahı ve rabbi olmaya soyunmuş, bunu da insanlara dayatmış olmaktadırlar… Bu durumu veri olarak kabul etmek Rabbim Allah’dır demek yerine onların rabliğini tasdik etmek, onlara itaat etmek olur ki tapınmak, ibadet ve kulluk denen durum da budur.   

Şu ya da bu biçimde insanların başında yönetici olarak bulunan ve rablik taslayanların tümünün ortak özelliklerinden biri de, yönetimi altındaki insanları kimi farklılıklara dayanarak sınıflara ve guruplara ayırması, onlardan bir kısmını görüp gözetirken diğerlerini baskı altında tutup mahrum bırakarak haklarını gasp etmesi ve bir de onları aşağılayarak üstünlük taslaması ve kibirlenmesidir. Oysa bu yöneticilerin hepsinin (eskisi yenisi, gelenekseli moderni, seçimle geleni atananı bu konuda hiç fark etmiyor) üstünlük taslayıp durdukları ayrıcalıklarının tümünde olduğu gibi güç ve iktidar sahibi olmalarının imkanlarını da tamamıyla kendi halklarına yaptıkları zulümden elde etmektedirler. (Hz. Musa(s)’nın Firavun’a karşı söylediği ilk hakikat bu durumu gayet güzel açıklar).  

Kuran’ın bu gibileri zalim olarak nitelemesi, onların Allah’dan gelenlere itibar etmemeleri ve kitaptan kuşku duymaları nedeniyledir. İlahlık ve rablik taslamak budur, tuğyan budur, haddi aşmak budur, şirk budur, küfür budur. Yeryüzünde fesat çıkarmak, haramları yaygınlaştırmak ve kan dökmek de budur… İlginçtir, her şeye rağmen istisnasız bunların hepsi de aynı iddiayı güderler; biz yeryüzünde fesat çıkarıcılar değil tersine ıslah edicileriz! Biz olmasak başınıza daha neler gelir neler!... Bu zulüm hali krallık veya despotik yönetimlerde şiddete ve zora dayanırken (geleneksel biçim) alenileşir ve herkes tarafından rahatlıkla görülebilirken, meclisli yönetimlerde veya seçime dayalı iktidarlardaysa (modern biçim) daha sofistike yöntemlerle yürütülür ve o nedenle yapılıp edilenler çok da anlaşılmaz.  

Tarihte olduğu gibi günümüzde de mele’lerin çoğu bir çeşit seçimle geliyor ve kendilerince meşru otorite de sağlıyorlar. Onların da toplantı merkezleri var, orada sorun çözüp karar alıyorlar. Alınan kararların dayandırıldığı kurallar var ve bunlar esas olarak vahye mugayirdir. Nihayet bunların meclisi de kutsal bir yer çünkü bu meclislere kutsallık izafe edilmesi meclis üyelerinin asilliğine ve statüsüne, yaptıkları işin niteliğine bağlıdır. Dahası orada alınan kararları uygulayan makamlar (ne hikmetse!) da yüce ve kutsal olarak niteleniyor. Bu kutsallık ve yüceliğin dayanağı, onların ve yaptıkları işlerin sıra dışı ve olağanüstü özelliklere sahip kılınmasından dolayı olmalıdır. (Geleneksel toplumlarda olduğu gibi kutsallık, putperestlik veya put deyince illa taştan veya ağaçtan yapılmış ikonalar ve totemler, onlara gösterilen prestijler, onlar adına hareket eden adamlar ve onların yaptıkları işler akla gelmemeli, modern toplumlarda da benzeri form aynen sürdürülmektedir)…  

Şimdi can alıcı soru şudur: Böyle bir toplumsallıkta yaşayan bir insan, filozofik olarak, kelami olarak, itikadi olarak, zihinsel olarak bir dönüşümü gerçekleştirir, niyetini ve kendini değiştirir ve İslam’ı tercih ederek Müslüman olursa (artık başka biri olmaktan vazgeçmiş demektir) ne yapacak, kavmi içinde nasıl yaşayacaktır? İlke olarak iki temel cevabı vardır bunun: a-sistemle kuracağı ilişkide ilkin itikadi olarak, aidiyet ve bağlılık olarak zihinsel bir değişikliğe gidecek ve b-toplulukla kuracağı ilişkilerin amacı ve referansı değişecek ve dolayısıyla sistemden beslenmeyi terk edecektir… Çok özetle bunları yapan bir kul, böylece söylediği şeyleri temsil eden, hakikatin hatırlatıcılarıyla birlik olacak ve böylece dinini, kendini ve neslini koruma altına alacaktır. Rabbim Allah’dır demek ve melikin dinini, yolunu ve davasını terk etmek budur…