Hüseyin ALAN
İSLAM ÖNCESİ ARABİSTAN'DA CAHİLİYYE -II-
1-GENEL OLARAK BEDEVİ-YERLEŞİK TOPLUMSAL YAŞAM
Arabistan başlıca üç bölgeye ayrılıyor: Hicaz: Kızıldeniz’e paralel uzanan kurak ve dağlık kısım. Lav vadileri ile kuşatılmış, güneyde Yemen’e kadar uzanır. Yemen; Güney sahilleri, Kızıldeniz’den atlas okyanusuna uzanan en verimli bölgedir. Doğusunu oluşturan Hadramevt, Yemen’e benzer iklimle verimli tarım arazilerine sahiptir. Necd; Suriye’den denize kadar uzanan yüksek ve geniş bölge. Doğusunda Basra körfezi sahillerinden Yemame, Bahreyn, Umman, güneyinde ise Dehna çölü, batısında Filistin var.
M.6 asırda Arap toplumu, çoğu özellikleri ile homojen bir yapı arz ediyor. Kabile lehçeleri farklı olsa da hepsi “Arap Dili”ni konuşuyor ve kullanıyor. Tamamı “Sâmi” ırka mensup, din olarak da büyük çoğunluğu putperest. Eşya ve olaylara canlı varlıklar olarak bakıyorlar, onların insanlara fayda yahut zarar vereceklerine inanıyorlar. Bu yeknesaklık, Sami ırkının Arap yarımadasında o dönemlerde safiyetini koruduğunu da göstermektedir.
Bütün insanlığın yaşadığı mekânlar baz anılarak, toplumsal şartların hep birlikte oluşturduğu yaşam tarzları, günümüzün diliyle köylü-kırsal, şehirli-medeni olmak üzere genelde ikiye ayrılarak tanımlanıyor. Bu ayırımın detaylarına bakıldığında köy, kasaba, şehir ve büyük şehir olarak ayrılmaktadır. İbn Haldun’un deyimiyle Araplarda da genel ayırım, bedevi ve hadari olmak üzere temelde iki çeşittir. Arap topluluklarında konargöçer, (badiye’de denilen) çöl ve vahalarda hayat süren “bedevi” hayat tarzı, her derde deva develeri ile keçileri, atları, savaş malzemeleri, giyecek ve yiyecek malları ve eşyaları, içinde ikamet ettikleri çadırları ve obaları ile birlikte yaşayanlarıdır. Buna karşılık, kasaba veya şehirlerde yerleşik hayat yaşayanlara “Hadari” tarzı deniyor.
Yerleşik Araplar, kerpiçten veya taştan yapılan tek veya iki üç katlı evlerde oturuyorlar. Bunlarda, menkul ve gayrı menkul mallarda çeşitlilik oluşmuş, özel mülkiyet uygulaması gelişmiş, zirai üretim ve ticaret sebebiyle refah düzeyi yükselmiş, zihinsel olduğa kadar el becerileri de çeşitlenmiş, sınaî ürünler ve lüks tüketim başlamış, güvenlik ve idare işlerini ortaklaşa yürüttükleri bir düzen kurulmuş, demografik farklılık içinde yeni bir topluluk üretmişler. Hadariler Yemende, Bizans ve Sasani sınırlarında krallık kurmuş Arap kabileleri ile Mekke, Medine ve Taif gibi meşhur ve bağımsız şehirlerde yaşıyorlar. Yemen, Taif ve Medine gibi ziraata elverişli yerlerde genellikle tarımla uğraşırken Mekkeliler gibi ticaretle uğraşanları da var.
Bedevi ve hadari arasında yarı göçebe ve yarı yerleşik hayat yaşayanlar da var. Bunlar daha çok ticaret kervanlarının yol ve uğrak yerlerinde, Sasani, Bizans imparatorlukları sınırlarında, vahalarda ve vadilerde yaşayanlardır. İslam öncesi cahiliye döneminde her üç yaşama biçimi de vardır ve o dönemin Mekke’sinde bu üç yaşam tarzı da birlikte görülmektedir.
Coğrafi şartlar, iklim, yaşam koşulları, gelenekler ve çevre komşular gibi şartların ve sebeplerin hep birlikte toplumsal yaşam tarzlarını etkileyip şekillendirdiği bilinir. Göçerlik, yarı göçebe ve yerleşik hayat tarzları, her birinin kendine has özellikleri, sosyolojik kategoriler olarak yapılan bir ayırımdır ama bu ayırımlar siyah beyaz gibi bir kesinlik ifade etmezler. Günümüzde geleneksel ya da modern toplum yaşam tarzı gibi kategorik ayırım da böyledir. Bu tarz ayırımlar çoğunlukla modern ideolojik kodlamalarla değer yüklü, kendi dışındaki yaşam tarzlarını ötekileştirerek aşağılayan ve dışlayan bir anlayışın sonucudur. Bu ayırımlar gerçekte, yaşam tarzlarının özellikleri olarak insanlığın ürettiği ve yaşadığı şartları, şartların onlar üzerindeki etkilerini, kullandıkları araçları, aklediş ve vaziyet alışları nedeniyle hem içerde hem dışarıda birbirleriyle kurdukları sosyal, ekonomik ve siyasi ilişkileri, toplumsal yapılanmaları ve bir süreç olarak geçirilen devreleri anlamaya yönelik olarak anlaşılmalıdır.
Bu durum insanlık halinin köylerden ya da badiyeden başlayarak gelişen yaşam tarzlarında her aşama birbirini üreten, geliştiren ve içi içe geçmiş birer tarz olarak veya devam eden bir süreç olarak da anlaşılabilir. O nedenle toplumsal aşamalar birbirinden bağımsız, birinin diğerinden tamamı ile ayrıştığı bir süreç veya hepten bambaşka bir tarzdan bahsedilmez. Dolayısı ile bilinen bir gerçeklik olarak bedevi şartlarda yarı göçebe veya yerleşik özellikler gösterenler olabildiği gibi yerleşik şartlarda diğer özellikler gösteren tarzlar da vardır. Bu durumda çok da indirgemecilik yapmak doğru değildir. Bu durum dünyanın tüm toplumlarında, halen sürmekte olan her aşamasında da böyledir.
Her toplumsal aşamada gösterilen yaşam tarzında, toplum, toplumu oluşturan fertlerden bağımsız ve onları yönlendiren bir belleğe-hafızaya sahiptir. Her toplum tarzının kolektif hafızasına yerleşmiş, hayatın tümünü kuşatan, yönlendiren ve devamlılık arz eden “iyi” ya da “kötü”nün belirlendiği değer nitelikli bütün tecrübeleri, o toplumun geçmişte yaşadıklarıyla doğrudan ilişkilidir. Bir toplum, kendini kuşatan günlük sorunlarını geçmişten referansla kıyaslayarak, o kıyaslarla bu sorunları çözmek için sürekli yenileyerek, geliştirerek ayakta kalıyor ve varlığını devam ettiriyor.
Geçmişte yaşanmış olaylar ve durumlar, tecrübelerden kalkarak kavramlaştırılır ve onlara birer mana verilir. Bu manalar kavramlaştırıldığı süreçte, kavramlar artık referans haline getirilmiştir. Bu kavramlar zihinsel bilinçlenme oluşturur, bu bilinç de insanları tavır almaya sevk eder. Bu, aynı zamanda bir bilgi üretme sistemidir. Bu sistemin yazılı ya da sözlü bir geleneğe veya kültüre dayanmasının bir önemi de yoktur. Çünkü söz ya da yazı, sistemin esası olmayıp esasın parçası, araçlarıdır. Genelde tüm toplumların, geçmişle ilgili olan ferdi, ailevi ve toplumsal gelişmeleri ilgilendiren siyasi, sosyal, ekonomik, askeri ve kültürel olaylar ve bu olaylara karşı “doğru” olduğuna inandıkları “vaziyet alışları”, o referanslara dayalıdır. Bir başka hakikat da, insanlık tarihinde bu vaziyet alışlar bir şekilde “dini” temellere irca edilerek “referans” haline getirilmiştir. İşte tüm bunların toplamı, yaşam tecrübesi olarak toplumların kolektif hafızasına kodlanır, toplumsal belleği oluşturur.
Bu vaziyet alışlar, kendi içinde tutarlı olarak sosyo kültürel, siyasi ve ekonomik sistemin ortaya çıkmasını sağladığı gibi süreç içindeki yeniliklerle de kendini yeniden üretmesini sağlar. Toplumların yaşam tarzlarının süreklilik kazanan geleneklere, alışkanlıklara ve reflekslere sahip olmasını sağlayan, böyle bir geçmiş tarihi hafızaya, toplumsal belleğe sahip olmalarıdır. Bu durum bütün toplumsal tarzların sürekli tekrar ettiği fiili bir durumdur. Toplumun üzerinde yaşadığı coğrafyada toplumun üyeleri, içerde ve dışarıda amaç ve hedefleri, iyi ve kötü değerleri, dost-düşman gibi algı ve ilişkileri bağlamında, birlikte nasıl yaşanacağının tecrübesini, o toplumsal bellekten öğrenmektedir. Bu, fertlerden bağımsız olarak üretilmiş, toplumsal iyi ve kötünün kodlandığı toplumsal hafıza dediğimiz şeydir. Zaten böyle bir hafıza yoksa adından ve tarihsel varlığından bahsedilecek siyasi bir toplum da yoktur.
Bu kolektif hafıza, toplumsal tarzda ve gündelik hayatta problem çözme yolları, iyi ya da kötü değerler olarak o konuda vaziyet alış biçimleri haline gelmiştir. Çağdan çağa gelişip değişen sorunlar daha rafine hale gelseler de bu durum toplumsal devamlılık için alışkanlık haline dönüşmektedir. Çünkü toplumların varlığı, bu bilgiyi üretmeye, kavramlaştırıp referanslar haline getirmeye, bunları kolektif hafızaya kodlamaya ve nihayet bunlara göre de vaziyet alışlar geliştirmeye bağlıdır. Nihayet toplumların hayatiyeti, gelecek tasavvuru veya bekası, bu bilgi üretiminin sistematik hale gelmesi ile mümkün olmaktadır.
Peygamberlik görevinin zorluğu, işte bu eskiyi değiştirip onun yerine kendi yenisini kurma hedefinden dolayıdır. Neredeyse tüm insanlığı karşısına alacak ve imkânsıza karşı yürütülecek bir işe talip olmak da budur. İşin özü de kula kulluktan kurtulmak denen, insan iradesinden bağları çözüp Allah’ın iradesine bağlanmaktır. İşte işin zorluğu buradan kaynaklanmaktadır. Oysa hakikatte insanlık hali, genelde hayatın eskisi gibi sürdürülmesinden, alışkanlıkların devam ettirilmesinden yanadır. İşte bu mevcut toplumsal durum ve statükoya kısmen veya tamamen rıza gösterip katılım sağlamak ile onu esastan reddedip yeni bir durum talep etmek ve o uğurda mücadele etmek arasındaki fark, bu vaziyet alışların referansı ile temellenen ve anlamlı hale gelen farklılıktır. O nedenle İslam, daha başta hak ve batıl, İslam ve cahiliye ayırımını yaparak her mevcut durumla referans çatışmasına girer ve işin esasını tartışmaya açar. O esastan hareketle de yeni bir insan tipi oluşturur, kendi kavramlarıyla bir bilinç oluşturur ve hayatın içinden başlayarak siyasi modele kadar kendi pratiğini ve yapılanmasını üretir.
Bu noktada toplumlar hangi yaşam tarzı üzerinde (ideolojik iddiaları da dahil) olursa olsun, İslam, herhangi bir toplumu cahiliyye veya İslam toplumu olarak temelden kategorize ederken kendi ölçü ve usulünden hareket eder. Artık insanlar, amaç ve hedefleri bakımından, gündelik hayat ve toplumsal işleyişte vaziyet alırken doğru ya da yanlışın referansını neye dayandırdığını baz alarak Müslüman yahut müşrik, mümin yahut münkir olacaklardır. Bunun da sözden öte anlamlı olması için, toplumları her durumda yapılanmaya yönlendiren tecrübi geleneğin, sosyo-ekonomik kurallar ve amaçların neticesinde oluşan siyasi organizasyonun, hangi referanslara ve değerlere dayandığına bakarak farklı bir vaziyet alışı göstermesi gerekmektedir. Tevhid ve şirkin zıtlaşması ve karşı karşıya gelip çatışması, her birinin diğer aleyhine oluşturacağı, kendilerine has vaziyet alışlar ve toplumsal tarz istemelerinden kaynaklanmaktadır.
Peygamberi doğru anlamak, toplumu içinde gösterdiği farklı duruşun arka planını kavramak, iddialarının ve yapıp ettiklerinin tümünün amacını, gerekçesini doğru temellendirmekle ancak mümkündür. Buradaki espiriyi kaçırdığımız zaman dini de, Kuran’ı da, vahyin muradını da anlamamış olur, hakkı batılla örtmüş, ipin ucunu da kaçırmış oluruz. Bu durumdaysa ya efsanelerle kuşatılmış, melekler dünyasının özelliklerini taşıyan, dünyalar iyisi bir “maneviyat” abidesi üretmiş oluruz ki bu durumda bir davası olmayan, her şeye eyvallah çeken “mecnun” bir adam çıkar karşımıza! Yahut da tarihin bir döneminde insanlık adına “güzel” şeyler yapıp gitmiş ahlaklı, erdemli “efsanevi” bir kahraman çıkartmış oluruz! Kuran’ın, hayatlarından örnekler verdiği tüm Peygamberlerin işleri, yapıp ettikleri ve sonuçta onların başlarına gelenleri uzun uzun örneklediği ve anlattığı halde! Onlar, tanımlanan her iki halin de adamları değildirler!
2-KABİLE TOPLUMU VE ASABİYE
Arap kabileleri Adnani’ler ve Kahtani’ler olarak ikiye ayrılıp Adnani’lerin en meşhur olan kolları Mekke’de Kureyş, Taif’de Sakif, Bahreyn’de Abdül Kays, Yemen’de Benü Hanife, Dehna çölünde Temim ile Dabbe, yarımadanın kuzey doğusunda Yemame, Bahreyn’e doğru uzanan çizgide Benü Bekr, Mekke yollarında Benü Huzai, Necid’de Kaysu Aylan…
Kabile toplumunu oluşturan küçük gruplar konusunda detay farklılıklar içeren tanımlar vardır. Hitti’ye göre bir çadır bir “aile”yi, çadırlar topluluğu “hayy” denen birliği temsil ediyor. Hayy topluluğu üyelerinin hepsi birden “kavim”i, aralarında akrabalık bağı bulunan kavimlerin bir araya gelmesi de “kabile”yi oluşturuyor. Aynı kabilenin üyeleri kendilerini aynı kandan türemiş sayıyorlar. Kabile bazen şeyhin adı veya lakabı ile de anılıyor. Bu durumda kabile adının başına “benu” getirilerek “benû filan” (filanın çocukları) şeklinde isimlendirilir. (P.H.Hitti)
Günaltay, eşler ve çocuklardan oluşan en dar aileyi, “iyâl” olarak tarif ediyor. Çocuk doğuran kadının dâhil olduğu grup, bu iyâl’dır. Bunlar, hay’ın içindedir. Buna karşılık o “hay”ı tanımlarken, otlağı, su kaynağı ve tanrısı olan bir grup olarak tarif ediyor. Bu aynı zamanda, aynı evi veya çadırı paylaşan dede, oğullar, torunlar ve bunların çocuklarını kapsayan “Âl” i ifade ediyor. Ve âl’in çadırları, sürüleri de ortaktır. Bu kapsama göre, cahiliyyede âl ve iyâl’den oluşan toplumsal bir varlık yoktur çünkü sayı olarak dar çerçevede kalıp yaşamaları, kendilerini korumaları mümkün değildir.
Başka bir rivayetten hareketle tasnifleme yapan Günaltay, kabile yaşam tarzında, sosyal düzenin akrabalık bağlarına dayalı olarak kurulduğu yapıyı, derecelerine göre şöyle de isimlendiriyor:
a-Fasile: Baba ile onun evlatlarından oluşan çekirdek aile
b-Fahz: Fasilelerden oluşan, yakın-uzak akrabaları içeren büyük aile.
c-Batn: Fahzlardan oluşan daha büyük ve geniş aile.
d-Ammare: Tüm uzak akrabaları toplayan en geniş aile
Örneklenirse: a-Ali bin Ebi Talip bir fasile (aile), b-Beni Haşim sülalesi (üçüncü kuşak usul, yukarıya doğru üç göbek ) bir fahz, c-Benü Haşim, Benü Umeyye gibi üçüncü göbekten ayrılan Abdümenaf oğulları bir batın, d-Benü Abdümenaf ve Benü Mahzum gibi kavimlerden oluşan Kureyş ise bir Ammaredir. Kureyş ve Benü Kinane gibi ammarelerin toplamı da Mudar kabilesini oluşturuyor. (Şemsettin Günaltay, AOY)
Arap kabile toplumunun temeli soy-sop gibi bağlara dayanıyor. Kavmi oluşturan soy, genelde nesep olarak, erkek soyundan gelen akrabalığı içeriyor. Medine’de çok az da olsa kullanıldığı gibi nadiren de olsa nesep sihr’e, kadın soyundan gelenlere de dayanır. Asabiyede nasıl olursa olsun kavmin üyeleri bellidir çünkü tam üyelik, kan bağına dayalı soy bağıdır. Kabileye geçici yahut devamlı olarak üye olmanın başka yolları da var. Bunlardan “câ”r veya “himaye”ye alınan komşu statüsü veya müttefik, anlaşmalı “halif” anlaşması öyle bir durum. Yine, karşılıklı anlaşma sonucu azat edilerek kurulan efendi-köle ilişkisinde üyelik, “veli-mevla” anlayışı ile kuruluyor. Kavim bu manada, kan bağına ve diğer yollarla kurulan bağlara dayalı geniş bir akraba topluluğu demektir ama bunların her birisinin hukuki statüsü detay farklılık içermektedir. Kavimler çoğu zaman fulanın oğulları, Benü fulan olarak da isimlendiriliyorlar.
Kabile, yakın akrabalık bağıdır ama bu dışarıya karşı tamamen kapalı olmak, dışarıdan üye sahibi olmamak da değildir. O nedenle kabile üyelerinden, kan bağı olmadığı halde anlaşmalı olarak akrabalık bağı yolu ile kabileye üye yapılanlar vardır. Yukarıdaki açıklamaya ilave olarak farklı detaylar veren ortak anlamlar çağrıştıran bir rivayet de şöyledir; bunlardan, komşu kabilelerden karşılıklı anlaşma ve ittifaka dayalı olarak yapılan “hılf” (bu yolla üye olanlara “hâlif” deniyor), yazılı ve resmi koruma teminat yolu ile sağlanan “civar” (bunlara “câr” deniyor), kendisine sığınan birini silahla korumaya, intikam almaya muktedir olanların koruması altına almaya “eman”, savaş, baskın sonucu ele geçen yahut satın alınan köle azad edildiğinde kurulan “velâ” (dost kılma, bunlar o kabilenin mevlâsı oluyor) yollarla akrabalık veya kabileye üyelik bağı oluşturuluyor.
“Muâhât” (kardeşlik), kan bağı olmayan, yabancı biri ile öz kardeş gibi, mirastan pay da alan bir kardeşlik anlaşması yapılması da benzer bir durum. Hicretten sonra muhacirlerle Ensar arasında akdedilen kardeşlik anlaşması, bu yolla yapılmıştır. Bir kimse kabilesini terk eder veya kabileden kovulursa veyahut kendi isteğiyle başka bir kabilenin himayesine girerse veya müttefiki olursa (velâ yolu bunun dışında bir yol) artık o da yeni kabilesinin üyesi olmaktadır. Bunların tümü o kabilenin yeni üyeleri olarak diğerleri gibi muamele görürdü.
Muaviye, Sakifoğullar’ından zekâsı, dirayeti, cesareti ve isabetli görüşleri dolayısı ile Arap’ın dört dâhisinden birisi olarak da şöhret olan Ziyad Bin Ebihi’yi (kendi babasının oğlu Ziyad) babası Ebu Süfyan’ın nesebine ilhak etmiştir. O, Ziyad’ı, Ebu Süfyan’ın bir seyahat esnasında Taif’de kaldığı zaman cariye olan annesi Sümeyye ile yaptığı muta nikâhından olma kardeşi olarak kayıtlara geçirmiş, aile mirasına ortak etmiştir. Bir rivayet göre de Muaviye bu işi, istediğin yabancı birini aileye katma geleneğine uygun olarak ilhak (istihlak) ettiğini söylemiştir. (Ziyad, önemli bir adamdır. Hz. Ali ile Muaviye arasında çıkan ihtilaf sırasında Hz. Ali’nin Basra valisidir ve Ali vefat edene kadar da ondan yana tavır almıştı. Her türden kışkırtmaya da rağmen. Ziyad’ın önemli biri olduğunu, Umeyye oğullarına neden katıldığını anlamak için, onunla ilgili olarak nakledilen şu rivayet dikkate değer; nice sonra artık o Muaviye’nin valisidir. Muaviye, sağlığında, oğlu Yezid’i yerine halife tayin ederken onun onayını almadan bu işe kalkışmamış, ancak onun durumu kabul etmese de itiraz etmeyeceğini bildirmesinden sonra Medine mescidine gidip durumu ilan edebilmişti…)
Arap kabile yaşam tarzında hepsinin ortak yapısı, sosyal yapının temelini de oluşturan “kabile”dir. Kabile birliği, bağı, gelenekler ve ahlaki değerler hemen hepsinde esastır ve çokça ortak özellikler taşır. Kabile, aynı soydan gelen şahısların oluşturduğu, fertlerin birbirine kan, nesep yoluyla bağlandığı, daha çok erkek soyundan gelenlerin birbirleri ile soy bağı ile bağlandığı oymaklardan oluşan topluluktur. Aynı kanın çocukları olarak görürler birbirlerini. Genelde kabilenin ismi, en yukarda kendilerine nispet edilen dedeye bağlanır. Nesep, asabiyenin temelini teşkil eden ana unsurdur. Dolayısı ile nesebi korumak hepsinde önemlidir.
Kabile tarzında sosyal ve siyasi nizamın esası “asabiye”dir. Bu bağlılık, kabile üyelerinin baba tarafından akraba olan veya genelde yakın-uzak akrabalarını, “haklı veya haksız olsun” her zaman ve her durumda savunması demektir. Kabile asabiyesi kabile taassubunu oluşturmuş, bu taassubda, aynı kabile fertleri arasında birlik ve dayanışma ruhunu hâkim kılmış, muhtelif kabileler arasında da mutlak ayırımlara yol açmıştır. Günümüzde en “üst” belirleyici bağ olarak kurulan ve üstün tutulan “ulusal” kimlik algısı, kimliğe ve kimliğin içerdiği değerlere gösterilen aidiyet bağı ile geçerlilik kazanan bir asabiyedir. Ulus içinde var olan “alt” kimliklerin bu aidiyet anlayışı, tıpkı cahiliyyede olduğu gibi diğer ulusal kimlikleri dışlayarak var olmayı getiren anlayışta olduğu gibi.
Kabile kültürü, şartlar gereği askeri yanı öne çıkan, ekonomik yanı savaşa ve ganimete dayalı, sınırları talan edeceği-edileceği komşu kabile ile sınırlı, iç kültürü itaat anlayışına dayalı olarak yaşanan, homojen sosyal bir yapıya dayalıdır. Bu kültür, kabilenin kolektif hafızasında en üstün değerin kabile olduğu anlayışını üyelerine de kazımıştır. Kabile kültürü bu nedenle kendine has bir soy kültürünü geliştirmiş, bağlılığı ön plana çıkartmış, soy üstünlüğü çok gerilere götürülerek oralara dayandırılan şeref, üstünlük değeri ve kavramı çerçevesinde bir kült oluşturmuştur.
Putperest Arap toplumunun yerleşiklerde ve göçebelerde toplumsal yapısının temeli, kabile “Kültü”dür. Dolayısı ile kabile kültü, tüm ahlaki değerlerin ve geleneklerin dayanağıdır, kaynağıdır. Yazılı bir kanun yok, kitap yok ama herkesin belleğinde yer tutmuş kutsal gelenekler, kurallar ve inançlar vardır. Bir Arap için varlıkta ve yoklukta kabilece oluşturulmuş geleneklere ve ahlaki değerlere, yok olma ve ölme pahasına bağlılık vardır. Gerek göçebe gerekse yerleşik olsun bir Arap, kabilesi dışında beşeri hiç bir “otorite” ve “güce” asla boyun eğmez. Araplar, kabileden daha büyük, kuşatıcı bir otoriteyi ancak İslam’la tanıyacaklardır. (Ş.Günaltay, İslam öncesi Araplar ve dinleri, AO yayınları, TDVİA, bedevi maddesi, B.Turner, Max Weber ve İslam, vadi yayınları)
O nedenle putperestlik döneminde bir Arap için kabileciliği aşan bir “iyi” ölçüsü hiçbir zaman olmamıştır. Çünkü Araplara göre kabilecilik dünyayı temsil etmekteydi. O da mensubu olduğu, kendi kavmiydi. Kabileye olan bu sınırsız ve sonsuz bağlılık, doğduğu ve öleceği kavmin menfaati, güvenliği, tarihine ve şerefine mutlak bağlılık ve adanışı, onun için görevlerin ilki ve kutsalıdır. (Izutsu, Hamidullah) Kavmin kendisi, kavmin değerleri ve gelenekleri, kavim içi her türden insani ilişkileri için yaptırım gücüne haiz “tek otoritedir.” Bu otoritece belirlenen tüm değerlere itaat, hayatının bütününü yönlendiren ve kuşatan bir algıdır, dogmadır. Kabile, böylece hayat tarzında her şeyi anlamlandıran en üst “otoritedir”, “tanrıdır”, “devlettir”. (Dibil el Huzai)
Şair, kolektif kabile bilinci için “kabileni koru, ona bağlı ol ve sadık kal. Zira o karı ile kocanın arasını ayırt eden bir hakka sahiptir” diyor (Hamidullah). Tüm bunlardan sonra oluşan Arap akledişi ve ona uygun vaziyet alışı yeniden hatırlamakta fayda vardır. Yarımadada oturan bir Arap, kendi kabilesi dışında kendine kim sahip olmak isterse yani başka bir organizasyon ve yaşama biçimi dayatırsa ona karşı kin ve düşmanlık besler, onunla mücadeleye girişir ve öç almaya çalışırdı. (Neşet Çağatay, İslam öncesi Arap tarihi, AÜİF Yayınları) (Günümüz ortalama Müslüman’ının zihnisel bilincini oluşturan ulus devlet, ulus toplum ve vatan algısını aşan bir “iyi” ölçüsü olup olmadığı bu noktada kıyaslanabilir. Normal insanlarda oluşan aklediş ve vaziyet alış ise zaten o günkü Arap’ın akledişinin bu günkü karşılığıdır.)
Bu kültün oluşumunda nesep bilginleri, şairler, kıssacılar, hatipler bilgi üreterek ve kültürel sürekliliği sağlayarak, kabile geleneğinin bir değer olarak gelişmesine ve pekişmesine katkıları olan en önemli aktörlerdir. Onların sürekli gündemde tuttuğu, geliştirdiği geçmişe ait canlı tutulan “soy ve şerefte üstünlük” kültürü, kavim asabiyesi ile birleştiğinde, yaşam tarzının pratikleri ile örtüşerek bedevinin ve toplumunun hafızasına kazınmış, onun yaşam biçimini oluşturmuştur. (Bu kültürün bu günkü anlamdaki karşılığını, ideolojilerin üstünlük iddiası ile kıyaslayabiliriz. Bilindiği gibi bir dünya görüşü olarak ideolojilerin önemli iki kriteri vardır; a- Kendisinden başka doğru ilke ve öneri kabul etmemesi; b- Kendisinden olmayanları öteki olarak görmeleridir. Şerif Mardin, ideoloji, iletişim yayınları, Terry Eagleten, ideoloji, ayrıntı yayınları)
Çöl hayatı, bedevi veya hadari yaşam tarzında kavim gelenekleri bir taraftan Arapların dil ve soylarını korurken, diğer taraftan bahsedilen asabiye bağı, kabile taassubunu da doğuruyor. Arap toplulukları kabileler halinde küçük veya diğerleriyle birleşerek büyük çapta topluluk oluştururken, kabile asabiyesinin gölgesinde yaşamış ve bu güçlü kabile bağı üyelerini birbirine kenetleyen ve onları diğer kabilelerden ayıran bir unsur olmuştur. Diğer taraftan kabile üyesi bir Arap canını, ailesini ve malını ancak bu kabile yapısı sayesinde koruyabilmiştir.
Asabiyet duygusu, bir taraftan kabilenin varlığını ve ruhunu şekillendirirken diğer taraftan da bir Arap’a, ancak kan bağına dayalı bir idareyi yahut kendi kabilesinden birinin yönetimini tanıma karakteri kazandırmıştır. Bu gelenek bedevi tarzdan hadari toplumsal tarza da geçişte de korunmuştur. (Hz. Ebu Bekir’in ben-ü sakife’de Kureyş’e dair söylediği sözleri, tarihi gerçeklerden ve arka plandan kopartarak sadece hadis nakilleri ile kuru kuruya eleştirenleri, bir de bu bağlamda düşünmeye davet edelim. Çünkü Kureyş kabilesi Araplar nezdinde saygınlığı ve üstünlüğü kabul edilmiş öyle bir kavimdi ki, Müslümanları Kureyş’den Müslüman olanlarına, kâfiri de aynı şekilde Kureyş’den kâfirlerin liderliğine itaat etmektedir. Kureyş’in diğerlerine kıyasla neden üstün tutuldukları ise, aşağıda anlatılacaktır. Tarihi vaka bu!…)
Kuranda geçen tek kabile ismi Kureyş’dir. Kureyş o manada karma bir kavimler topluluğunu ifade ediyor. İnsan topluluklarını ifade etme anlamında kuranda değişik tanımlar kullanılıyor:
a-“Kavim”, bu kelime kuranda yaklaşık 400 kez geçiyor. Bu kelimenin kullanımındaki anlam içeriği, kendi kavim asabiyesi devam ederken farklı kavimlerle kurulan siyasi bir birliği veya birbirine karışmış oymaklar topluluğu olarak da anlaşılabilir. Karye terimi ile de ortak anlam alanı birleştirildiğinde kasaba, şehir veya büyük şehirlerde yaşayan toplulukları, oranın halklarını ifade ettiğini görüyoruz.
b-“Ümmet”, kelime bu anlamda Kuran’da yaklaşık 50 kez geçiyor. Tercümelerde (kavim gibi) topluluk olarak karşılık verilmesi büyük yanlışlıklar doğuruyor, kavramın anlamı başkalaşıyor. Çünkü Kuran’da ümmet çoğunlukla, “dini bir topluluk”, “bir inanç temelinde kurulmuş topluluğu” ifade ederken normal kavimden veya kavimler topluluğundan “başka bir topluluk” kastıyla kullanılıyor. Bu manada Yahudi, Hıristiyan ve müşrikler topluluğu, hem ayrı ayrı tanımlanıyor hem de ümmet kavramı içinde inanç akrabalığı olarak kabul edilmiyor. Orada inanç temelli bir ayrışma var ve diğerleriyle kurulan ilişkiler, hukuki bir çerçevede yürütülüyor. Peygamber(s) uygulamasında da bu durum öyle kabul edilmemiş, onlar ayrı bir statüde tutulmuş, aralarında ayrı bir hukuki bağ kurulmuştu. Ümmetin, inanç toplumu olarak anlaşılması doğru anlamı çağrıştırmaktadır.
c- “Mille” kelimesi, kuranda bir yaşam biçimi olarak kullanılırken, ayrı bir akideye dayalı toplumsal bir yapılanma tarzını içeren “din” manasına kullanılıyor. Kendi ilkeleri, kendine has kavramları ve ilişki biçimleriyle kurulu hayat pratiği olan bir yaşam biçimi ve aynı zamanda bu yaşam biçimi üzerinde olan bir topluluğu ifade ediyor. Kelimenin ayrıştırıcı niteliği İslam inancı üzerindeki topluluğu içermesidir. “İbrahim’in dini”, “millete İbrahim” kullanımları buna örnektir.
Kuran, kabile toplumsal yapısını ciddi eleştirilere tabi tutarak onu oluşturan kuralların değiştirilip yerine İslam inancına dayalı kardeşlik ve velayet bağını esas alan bağlarla kurulmuş bir toplumun (insanlar arasından seçilmiş vasat ümmet) inşa edilmesini esas alarak vurgular. Çünkü İslam toplumunda kökenin, soyun, nesebin, güçlülüğün, zayıflığın, çokluğun, zenginliğin, fakirliğin, hür ya da kölelik anlamında ve yöneten, yönetilen anlamında bir sınıfın veya günümüz diğer cahiliye uygulamalarının bir değeri olmayıp, aslolan Allah’ın dostları veya düşmanları olmaktır. (Hucurat 11-13, Ali İmran 103, Maide 55-57, Enfal 73, Tevbe 71, Mümtehine 1).
Buna rağmen kabilecilik anlayışı, çok köklü bir damara sahiptir. Bunun tipik örneği olarak, Hz. Peygamberin kendi kavmi de olan Haşim oğulları, onun dinini kabul etmedikleri halde, kavim asabiyesi gereği onu korumuşlar (Enam 26 bunu anlatır), Müslümanlara yapılan ağır işkence dönemlerinde Muhammed(s) için caydırıcı bir güç olmuşlar, boykot hadisesinde onun yanında yer almışlardır. İbn. Hişamda geçen bir rivayet de benzeri uygulamaya bir örneklik teşkil eder; Ebu Leheb, yeğenine olanca düşman muamelesi yapmasına rağmen, Ebu Talibin ölümünden sonra Muhammed(s)’i ölünceye kadar koruyacağına dair yemin etmişti. En çarpıcı örnek ise, farklı sonuç doğuran bir uygulamayı anlaşılır kılar; her şeye rağmen en yakın akrabalarının (kendi boyu) Muhammed(s)’in davetini ve getirdiği dinini kabul etmemesi, Kureyş’in diğer kabilelerinin de reddetmesinde önemli rol oynamıştır. Çünkü kabile asabiyesine göre, peygamberin dinini öncelikle kabul etmesi gerekenler, en yakınları olmalıydı. Onlar topluca kabul etmediklerine göre kendilerinin de kabul etmesi gerekmezdi! Asabiyenin zihinlere kodladığı vaziyet alış, işin hak olup olmadığına bakmaksızın bu tepkiyi verdirecek kadar etkindi.