Hüseyin ALAN
İSLAM ÖNCESİ ARABİSTAN'DA CAHİLİYYE -IV-
BEDEVİ YAŞAM TARZI (DEVAMI)
C- GÜVENLİK
Göçebe yaşam tarzında, coğrafi konumun özelliği gereği en büyük sorun güvenliktir. Arap yarımadası az bulunan vahaya karşılık daha çok çöllerle kaplı fiziki bir çevreye ve yapıya sahip. Bitki örtüsünün sınırlı olması, insan ve diğer evcilleştirilmiş varlıklar için göçebe hayatını zorunlu kılmaktadır. Bu şartlarda yaşamak isteyen topluluk, hayatını devam ettirebilmek için kendilerine ve hâkim oldukları canlı varlıklara su ve otlak bulmak adına devamlı hareket halinde olmak zorunda kalıyor. Aynı kaygılarla hareket eden başka kabilelerin varlığı ve muhtemel rekabet de güvenliği ön plana çıkartıyor.
Öte taraftan çölde yaşamak isteyenler için çöl, ıssız-bucaksız, sıkıntılı ve maceralarla dolu. Bazen tehlikenin nereden ve nasıl geleceğini kestirmek zorlaşır, bu da işleri güçleştirebilir. Başka bir kabile tarafından savaşa zorlanabilir, mağlup olursa insan gücü ve ekonomik kaynakları düşman kabilesi tarafından ele geçirilebilir. Bunlar insanlık halinin her dönemde karşılaştığı durumlar olduğu gibi çölün derinliklerinde de olabilir şeylerdir. Günümüzde de güçlü devletler zayıf devletler üzerinde hegomanya kuruyor, kendilerinden yana olanlar güçlüyle birlik oldukları için güçlü oluyor, haddi aşanlarsa hemen saldırıya uğruyor, cezalandırılıyor.
Bu konuda bir değişiklik olmadı. Çokça yaygınlaşmış habersiz baskın veya saldırı anlatımları, kurgu yorumlara dayanmaktadır. Bedevi hayatının tamamını tehlikelerle dolu olarak geçiriyor demek, çöl de insan ve hayvan yaşamının olmaması demektir. Buna rağmen her toplumda olduğu gibi çölde de önemli problem, kabilenin insan gücünü ve onun hayatını devam ettirmeye yarayan ekonomik imkân ve varlıklarının güvenliğini sağlamak olmalı.
Bu güvenlik endişesi, kabile kültürünü ve kültürün dayattığı yaşam tarzını, sosyal ve siyasi düzen bakımından kendine has, özel bir anlayışla kurmaya sebep oluyor.
Bedevi kültürünün kabile-çöl-komşu-ittifak bağlamında geliştirdiği dinamiklerin arka planında, kabilenin, sahip olduğu ekonomik kaynakları koruma ve güvenlik anlayışının önemi olduğu kadar güç ve üstünlük arayışı da yatmaktadır. Bu da doğal olarak askeri amaçlı anlaşmaları ve ona dayalı bir kültürü geliştiriyor. Bu nedenle yahut şu nedenle onların tümü savaşçıdır ve cesur adamlardır. At-deveye binmeyi, ok-kılıç kullanmayı, baskın-savaş yapmayı, savunma-karşı koymayı iyi biliyor. Bu anlamda güç, kendi askeri gücü ve kabilesinin savaşçı yeteneğidir. Bu anlamda bedevi, dışarıdan gelebilecek belirli tehlikelere karşı her an hazırdır. O nedenle kendisinden olmayana güvenmez, yalnızca kendisi ve kabilesinin gücü onun için emniyettir.
Cahiliyye dönemi Araplarında kabile savaşları çok meşhurdur. Düşmanlık Adnani ve Kahtani zamanından beri süregeliyor. Kaçırılan bir kız, çalınmış bir köle-cariye, bir at-deve, su-otlak münakaşası, haksız bir öldürme, süren bir kan davası, diyetin ödenmemesi veya herhangi bir haksızlık yüzünden iki kabile arasında senelerce süren mücadele, kanlı savaşlara dönüşebilirdi. Bazen bu savaşlara müttefik kabileler de karışır. O nedenle küçük ve zayıf kabileler bir araya gelip ittifaklar kuruyor veya başka güçlü kabilenin idaresi altına giriyorlar. Onlar arasında bu sebeplerden dolayı kan dökmek normaldir, buna karşılık yine kılıç çekip intikam almak için kan dökmek vardır. Kabileler arasında devam ede gelen sürekli savaşlar, sonuçta anlaşmaları, anlaşma kültürünü de getiriyor.
Askeri bakımdan erkek evlat çokluğu, kuvvetin hâkim olduğu şartlarda önemelidir. Çöl şartlarında, bir kabilenin himayesi olmaksızın yaşamak veya yolculuk yapmak mümkün değildir. Bu durum ölümü veya esareti göze almakla sonuçlanabilecek bir maceradır. (Yeri geldiği zaman detaylı anlatılacak olan Peygamberin Taif seferi, başında ve sonunda muhtemel olan bu tehlike ve risk göze alınarak yapılmıştı, durumun bu yanı şimdi daha iyi anlaşılır olmalı) Bedevi hayat tarzında can güvenliğine verilen önem, çağdaş toplumlarda özel mülkün korunmasına dönüşerek yer değiştirmiştir.
Bedevi asabiyesi, medeni asabiye ile bu şekilde içerik değişerek devam etmektedir. Milyarlarca insanın her an her tür tehlikeyi açıkça yaşadığı günümüz modern dünyası, geçmişi çok da aratmaz. Organ, toz ve kadın ticaretiyle uğraşanları, şirket ve devlet menfaatine çalışanları ile mafya, iç savaşlara sürüklenen ülkeler, açlığa, susuzluğa ve ilaçsızlığa mahkûm edilen toplumlar, çevre felaketi, suların zehirlenmesi, nükleer tehlike, kapitalist sefalet, zayıf ülkelere çullanarak yapılan katliamlar, her toplumun aşağılanan zencileri ilk akla gelenlerinden. Güya kutsal sayılan bireyin “yaşam hakkının” titizlikle korunduğuna dair modernist propagandalar, mülk sahiplerinin yanıltmacasından başka bir şey değildir!
Kabileler arası büyük mücadeleler, İslam döneminde de devam etmiştir. Kureyş hem en büyük hem de diğerleri nezdinde üstün ve saygın bir kabile konumuna sahip olduğu için, diğer kabilelere göre hem daha güvenli hem de diğerleri bir çok konuda Kureyş’in görüşünü almadan hareket etmiyor. Kureyş, sahip olduğu durum nedeniyle çoğu zaman onların arasını bulur, suçlu tarafın diyetini öder veya ödettirirdi. Kuran, kabile davalarını, üstünlük iddialarını eleştirirken (Araf 189) hepsini dikkate alarak, insanların Âdemden yaratıldığını, yaratılıştan veya sahip olduklarından dolayı birbirlerine üstünlük taslamamaları gerektiğini, kabileler (soy, renk, dil, kültür, çokluk, zenginlik) halinde olmalarının sadece birbirleri ile tanışmaları, karşılıklı anlaşmaları ve birbirlerinin farklılıklarından yararlanarak dünya işlerini kolaylaştırmaları için olduğunu söyler.
Nimetleri farklı veren, kimilerini kimilerinden farklı kılan Allah’dır, insanların bunu birbirlerine karşı bir biçimde üstünlük taslamaları için değil, dünya işlerinde yardımlaşmaları ve bir kısmının bu işleri düzenlemesi içindir. Hucurat 11’de, birbirleriyle alay eden kavimlerden (üstünlük ve alçaklık bağlamında) ve kadınlardan (asil-avam) bahsedilir ve benzer türden tüm ayrılıkları reddeder. Aynı sürenin 13. Ayetinde ise, insanların bir erkekle bir dişiden yaratıldığını, Allah katında üstünlüğün ancak takvada ileri gidenlerde olduğu belirtilerek tersinden üstünlük ve hükümranlık iddiaların zulüm olacağını haykırır.
D-EKONOMİK DURUM VE KAMU MÜLKİYETİ ORTAKLIĞI
Bedevi yaşamda geçim hayvancılık, dericilik, avcılık, ticaret veya savaş ganimetleri gibi yollardan karşılanıyor. Bazıları ticaret kervanlarına deve kiralıyor, kılavuzluk yapıyor, muhafızlık ediyorlardı. Bazıları da çevre krallık sınırlarında ikamet etme karşılığında, sınırları baskınlardan ve saldırılardan koruyorlar, yerleştikleri yerin imkânlarından istifade ederek geçiniyorlar. Arap’lardan bedevi olanları, tarım, el işçiliği, sanat gibi uğraşlardan ve denizcilikten hoşlanmazlar, bunları hakir görürlerdi. Bedeviler, Arap dilini en temiz ve doğru şekilde kullanıyorlar. Bu özellikleri nedeniyle şehirlilerin elitlerinin ve zenginlerinin çocuklarına belirli bir bedel karşılığı sütannelik ve öğretmenlik de yapıyorlar.
Bedevi yaşam tarzında, diğer tarzlarda olduğu gibi ekonomik durum zorluklar ve güçlüklerle çevrili. Kullandıkları maddeleri sınırlı, onlar ihtiyaçlar nispetinde kazanç elde ediyorlar. Onların, mal, servetle kurdukları ilişkilerin niteliği de farklıdır. Mal biriktirmek, mal ile övünmek ve üstünlük taslamak yok, mal ve servetten bunu anlamıyorlar. Tersine onların aralarında ortak paylaşım usulü uygulanıyor. Mal ve servet, ihtiyaçlar için var, yoksul ve zayıflar için harcanıyor, konuklara ikram ediliyor, esirler kurtarılıyor, diyetler ödeniyor. Bu şartlarda mal ve servet anlayışı, üretimde ve harcamada müşterek mülkiyet tarzı tercih ediliyor. Dolayısı ile mali bakımdan kabilenin elinde var olanlar, kabile üyeleri arasında ve ihtiyaçlar nispetinde paylaştırılıyor.
Kabile serveti, ekonomik değerleri, hepsinin ortak mülküdür. Herkesin ihtiyacı nispetinde o mallardan yararlandığı gibi onların hepsinden güçleri nispetinde bu serveti artırdıkları da görülmektedir. Doğal olarak toprakta özel mülkiyet yok, su, otlak, arpa, buğday gibi ürünler ve ekilen araziler kabilenin ortak malıdır. Çadır, ev ve içindeki mütevazı eşya ise sahibindir, özel mülküdür. Nadiren de olsa bazı durumlarda özel mülkiyetin söz konusu olduğu uygulamalardan bahsedilir.
Günümüz düşünüş biçiminin etkisiyle bu tip bir ekonomik yapıyı, mal ve eşya ile kurulan ilişkinin niteliğini, ihtiyaç algısını, üretim ve tüketim tarzını anlamayan kimi siyerciler, etkisi altında kaldıkları müsteşriklerin görüşlerine de dayanarak, elde edilen ürün, ganimet vs kazanç ve malların çoğunlukla ihtiyaçtan fazla olmadığından hareketle eleştiri getirip açıklamaya çalışıyorlar. O toplumsal tarzda birisinin servet biriktirmesi veya biri açken diğerinin tok olması normalde mümkün değildir, diye yorum yapıp işi geçiştirmeye çalışıyorlar. Oysa bu değerlendirme yanlıştır. O toplumların hepsi için fakirlik, sıkıntılı yaşam diye bir yaşam yok, tersine genelinin durumu iyi ve esas olarak uygulamaları böyle. Kaldı ki aynı siyerciler orada kabile üyelerinin hepsinin çalıştığını, ürünlerin tümünün topluma dağıtıldığını, bu konuda bir farklılık olmadığını, yeterli malları olmadığı zaman yokluk ve sıkıntının da birlikte paylaşıldığını kendileri de itiraf ediyorlar.
Yokluk, sefalet gibi durumlar, doğal afetler veya kıtlık gibi sebeplerden geliyorsa bu tamamen farklı bir durumdur. Oysa insanoğlunun uyguladığı politikalar ve kendi erliyle yaptıkları ayrımlar neticesinde oluşan yoksulluklar, başka bir anlayışın, başka bir uygulamanın veya dinin habercisidir çünkü o tür uygulama, başka yoksullukların da geleceğinin habercisidir. Buradaki uygulamada fark edilmeyen şey budur. Bir kez başlayan ayrımcılık uygulamasında yoksul, giderek daha da yoksullaşacak, başkaları da bu yoksulluğa katılacaktır. Bir biçimde oluşturulan ayrıcalık ve ayrımcılıktan sonra sınıflı bir toplumun oluşması kaçınılmazdır. Acı çekerken, ezilip horlanırken yoksulun aldatılması daha kolaylaşmaktadır. Onların aralarından bazılarının yükselmesine imkan tanındığında aslında onların önüne sürülen engelli yarışma fark edilmemekte, bu da yoksulların aldatılmasını kolaylaştırmaktadır. Bu sınıflı algı, ayırım ve uygulama, bedevi yaşam tarzında görülmeyen şeylerdir.
O halde bu tarz bir sistem onların gelenekleri ve kendi tercihleriydi dediğimizde isabet etmiş olacağız. Dolayısı ile bu tip yaşam tarzında sosyal olarak sınıflı bir toplum karakteri oluşturacak ekonomik anlamda mali bir farklılığı kendileri kabul etmemektedir. Konu fakirlik ya da sıkıntılı geçen bir hayattan kaynaklanmıyor, böyle bir şey her zaman mümkün de normal de değildir. Kaldı ki bedevi topluluklardan hem mali durumları hayli iyi olanları olduğu gibi insani ilişkileri hayli gelişmiş olanları da var. Şehirli zengin ve soyluların eğitmesi için çocuklarını onlara vermesi, bu sürenin ortalama beş yıldan aşağı olmaması da başka birçok şeyin göstergesidir.
Kanaatimiz o ki, tarihte insanoğlu istediği her zaman ve her toplumsal şartlarda kendi tercihlerini, uygun şekilde uygulayabilmiştir. Zamanın Araplarında görülen bu tercihin ve uygulamanın sınırlı-sınırsız imkânlarla, kıtlık yahut doğal afetlerle veya bedevi şartlarla alakası olmayıp, tamamıyla onların tercih ettikleri bir sistem ve toplumsal vaziyet alışları ile ilgilidir diye düşünüyoruz. Kaldı ki bu bedevi uygulaması, İslam döneminde geliştirilerek yürürlükte tutulacak, yeni bir sistematiğe bağlanarak devam ettirilecektir. Özellikle Peygamber(s) ve dört halife döneminde. Hılafet siyasetinden saltanat siyasetine geçişlerin baş gösterdiği ilk yıllarda görülmeye başlanan, servet ve mülkle kurulan ilişkinin yeniden değişim göstermesi karşısında isyan eden Ebu Zer Örnekliği, bu bağlamda ne kadar anlamlıdır…
Nitekim cahiliye döneminde “şairler” yahut “sülûklar” hareketi olarak bilinen, haksızlık eden başkan ve fakiri gözetmeyip servet biriktiren zenginlere karşı başkaldıran, kendi kavimlerinden bu nedenle koparak belli bir yerde üs kurup toplanarak güç toplayan ve yeni bir durum oluşturan önemli sayıda bir gurup vardır. Bunların karşı çıktıkları uygulama, bedevi geleneğine uymayan tutum sergileyen kavim reisleri ve servet biriktirmeye başlayan zenginleriydi. Çoğu gençlerden ve şairlerden oluşan bu gurup, yaptıkları faaliyetlerle zenginden alıp fakire vermek ve zalim şeyhleri cezalandırmak için hareket etmişler, hayatlarını bu gayeye adamışlardır. Onlar, zalim şeyh ve haksız servet biriktiren zenginlere karşı yaptıkları baskın ve savaşlardan topladıklarını fakirlere dağıtıp zalim idareciyi de cezalandırmışlardır.
İşte onlar, gerçekten de ilginç işler yapan kahramanlar grubu olarak şöhret bulmuşlardır. Buna karşılık zenginler ve zalimlerin kendilerine karşı başlattıkları savaşlarda büyük fedakârlıklar da göstermişlerdir. İşin daha da ilginç olanı ise, bunlardan İslam davası çıktığında yeni dinden haberdar olanların ve sağ kalanların çoğu peygambere itaat ederek Müslüman olacaklardır. Hz. Peygamberin davasının söylem, eylem ve hedefinde onların istediklerinden fazlası vardı ve Muhammed(s) de yeni kurduğu “iman kardeşliği” topluluğunda bunlar zaten uygulanmaktaydı. (İşin detaylarını Hılf-ul Fudul bahsinde konuyu uzatmayalım diye yazmadık ama inşallah kitapta anlatırız.)