Hüseyin ALAN

13 Mayıs 2011

İSLAM ÖNCESİ ARABİSTAN'DA CAHİLİYYE -V-

BEDEVİ YAŞAM TARZI (DEVAMI) 

E-LİDERLİK (YETKİ-SORUMLULUK ÇERÇEVESİ) VE SEÇİM USULÜ

Arap kavimleri Sasani ve Bizans gibi imparatorluklar, Habeşistan ve Yemen gibi kurumsal yapıları olan ülkeler ve devletlerle çevrelerinde kurulu diğer önemli şehirlerle de komşuluk yapıyorlar. Oralarda devleti ve siyasi otoriteyi temsil eden yönetici elitin egemenliğinde ruhbanlar, bürokrasi ve profesyonel askeri sınıf gibi kurumsal yapılar, merkezi idareye bağımlı eyaletler, vassal devletler gibi idari bir düzen vardı. Onların yönetimleri altında yaşayan toplulukların uyacağı belirli kanunlar, pratik uygulamalar, kanunları uygulayan ve emrinde infaz gücü bulunan hakimler var, o nedenle suçluların cezalandırılması, hapsedilmesi vs gibi hukuki bir düzen var. Sosyal statüsü farklı da olsa aynı idare altında bir arada yaşayan toplumsal ve kültürel farklı gurupların yönetildiği sosyal bir düzen var. İmalata dayalı muhtelif tekniklerin uygulandığı sanayi ve zirai üretim dallarının yanında, gelişmiş ticari ilişkilere dayalı ekonomik bir düzen de var.

Onlardan Sasani yöneticisi, diğerlerinden farklı bir konuma sahip. Orada yönetici tanrı hükmünde yani o yeryüzünde tanrıyı temsil etmiyor. İnançları böyle. O bir insan değil, ruhani bir varlık olarak insanüstü güçlere sahip, tanrısal özellikleri olan birisidir. Yönetici, bu özellikleriyle insan olmayan, insanüstü özelliklere sahip ruhani bir varlıktır. Böyle olunca yönetici masum birisi olarak görülüyor, yanılmaz birisi sayılıyor. Bu nedenle onun sözü tartışılmaz oluyor. Bu inanışta yöneticiye itaat, tanrıya ibadet sayılmaktadır. Bu anlayış, bir kült olarak, doğusu batısı, güneyi kuzeyi ayırt edilmeksizin insan guruplarının pek çoğunda görülmektedir. Japonya’dan Çine, Güney Amerika’dan Afrika’ya, Bizans ikiye ayrılana kadar Avrupa’da ve Ortadoğu’da da görülen bir anlayış bu. En belirgin olarak bilineni, güneş tanrısına tapanların inancında görülenidir. Burada da yönetici, güneşin oğlu olarak kabul edilmekte, tanrısal özellikleri olan biri diye ona tapılmakta, yöneticiye itaat de ibadet kabul edilmektedir.

Bizans da, detay farklarla benzeri bir anlayış vardır ama burada detaylar önemlidir. Bizans’ın Batısında, bu tanrısal temsil özelliklerini kilise ve ruhbanlar taşımaktadır. Kilise burada hem dünyevi hem de uhrevi alemin tek yöneticisidir. Tanrı adına tüm yetkiler onlardadır. Bizans’ın doğusunda ise yöneticinin, kralın veya siyasi iktidarın doğrudan, kendisine dayalı insanüstü bir gücü ve ruhaniyeti yok. Bu anlamda doğudaki yönetici, direk tanrıyı temsil etmiyor. O bakımdan İnsanüstü bir güce ve otoriteye de sahip değildir. Siyasi otorite olarak ona da itaat ediliyor ama bu itaat ibadet anlamında değildir. Fakat o da, tanrının kendisine verdiği hakkı ve yetkiyi kullanan birisi olarak tanınıyor. O, bu yetkiyi Papadan, kiliseden alıyor. Bu durumda yeryüzünde tanrının temsilcileri olarak yanılmazlığa, ruhaniliğe kilise kurumu ile birlikte Hıristiyan papazları sahiptir. Bu vasfı nedeniyle de papalığa itaat edilmektedir. Dolayısıyla aydınlanma dönemine kadar geçecek dönemlerde, papa, dünyevi iktidarı da atayan, yöneten veya onaylayan bir otoritedir. Çünkü hem dünyevi (sekilium-laikus) hem de uhrevi (manevi-ruhani) alanların yönetimi sadece kiliseye aittir. Bu bakımdan papanın onayladığı yönetici dolayısı ile tanrının dünyevi temsilcisi olmaktadır.

Batıda kapitalist üretim tarzı ile tarih sahnesine çıkacak olan burjuva sınıfı, Hıristiyanlığın Protestan yorumu, yeni kentlilik, hep birlikte yeni bir dünya (sivilizasyon) kuracak, bu dünyada alan ayrışmasına gidilecek, kilise dünyevi alanı yönetmekten geri çekilerek sadece manevi alanı yönetme yetkisine sahip kılınacaktır. Bundan böyle de, dünyevi alanla ilgili olarak bilgi üretimi, bilginin kaynağı, insan tanımı, hayat ve varlık algısı hepten değişecek, yeni bir insan tipi ve toplumsal yaşam tarzı inşa edilecektir. Bu alan, dünyevi hayat, böylece dinden, dini referanstan tamamıyla kopacaktır. İşte sekülerizm, laiklik, cumhuriyet ve demokrasi yapılanması da bu gelenekten ve bu toplumsal tarzın uygulamasından çıkacaktır. Günümüz de tüm dünyaya (küresellik) kurulmaya çalışılan toplumsal yapılanma tarzı da işte budur...

Habeşistan, daha çok Bizans’tan etkilenmiş, Yemen ise Sasani’den. Bizans ve Sasani imparatorluklarının vassalları, onlara bağlı şehirler detay farklılıklar hariç genelde benzeri yönetim tarzlarını uyguluyorlar. Araplar, kendi kendilerine kurdukları ilişkilerle kapalı bir toplumsal hayat yaşamıyorlar. Özellikle ticaret yolları üzerinde, vahalarda, kasabalarda ve şehirlerde yaşayan kalabalık topluluklar, çeşitli vesilelerle dış bağlantıları gelişmiş ve dışa açık toplumlar halinde yaşayan guruplardan oluşuyor. Arapların komşularıyla hem ticari hem de değişik şekillerde kurup yürüttükleri başkaca ilişkileri de vardı. Dolayısıyla Arapların onlardan çok şey öğrendiklerini, aldıklarını ve oralardan aldıklarıyla kendi kültürlerini geliştirmiş olduklarını da düşünebiliriz. Arapların, komşularında gördükleri yönetim tarzını, yöneticilerin otorite gücünü bildikleri halde o tarz bir yönetim kurmamaları yahut kendi yönetim tarzlarını değiştirmemeleri, oldukça enteresandır.

Tüm tarihçilerin ortaklaşa yaptıkları rivayetlerden birisi de, Arapların tarihleri boyunca bir krallık rejimi kurmadıkları, buna da meyletmedikleridir. Enteresan olan da, bunu bildikleri, gördükleri halde tercih etmemeleridir. İçlerinden kral olmak için çevre devletlerden destek alan adamlar olduğu halde onların toplumları tarafından rağbet görmediklerini, bir kısmının da öldürüldüklerini belirtmeliyiz. Bazı rivayetlerde, kendi liderliği altında Kureyş’i Mekke’ye yerleştirdiğinde Kusay’ın, Bizans’tan yardım ve destek gördüğü nakledilmektedir. Buna rağmen Kusay’ın bile orada bir krallık kurmadığını biliyoruz. Bu durumda Arap’ların kendilerine has bir siyasi ve sosyal düzenleri olduğunu, o nedenle de krallık rejiminin kendi geleneklerine uymadığından dolayı kabul etmediklerini rahatlıkla söyleyebiliriz.

Evet, Arapların kendilerine has bir yönetim modelleri ve toplumsal bir yapılanma tarzları vardı. Bütün toplumsal tarzlarda olması gerektiği gibi, toplumsal işlerin görüldüğü, sorunların çözüldüğü ve kendi ihtiyaçlarına cevap verecek çapta bir yönetim tarzıdır bu. Dolayısıyla adetlerine ve geleneklerine uygun bir pratikle, toplumlarını koruyan, birliğini ve düzenini sağlayan siyasi bir organizasyona ve güce sahip olduklarını görüyoruz. Adı bu günkü anlamda devlet olmasa da orada aynı işi gören, belirli nitelikleri üzerinde taşıyan ve seçimle işbaşına getirdikleri “ileri gelenleri” (nadiye) ve meclisleri (nedve) var. Yöneticilerinin toplanıp toplumsal işleri görme ve sorunları çözme bağlamında karar aldıklarında, kararlarını dayandırdıkları kavim gelenekleri ve kuralları var. Bu bağlamda kabilelerde her üyenin haklarının korunduğunu, yanlış yaptıklarında cezalandırıldıklarını da görmekteyiz.

Kabile yaşamında toplumun siyasi yapılanma modeli ve düzeni şöyledir; başlarında bir reis ve onunla birlikte hareket eden kabile meclisi var. Meclis hem şura meclisi, hem yetkili karar organı ve hem de denetimden sorumlu birkaç üyeden oluşuyor. Meclisin üyeleri (nadiye) ve toplantı yeri (nedve) var. Nedve, mekan olarak kabilelerde, kabile putunun bulunduğu aynı zamanda kutsal saydıkları evlerdir (demokrasilerin mabedi neyse, o gibi!). Sorun çözmede ve karar almada dayanak veya meşruiyet kabile kuralları ve geleneklere uygun üretilmiş pratiklerdir. Şeyh ya da meclis, orada başına buyruk, istediği kararları alabilen veya değişik kurallara da dayanan biri otoriteyi temsil etmiyor. Onlar, ruhani varlıklar olarak görülmüyor, başka tanrısal bir gücü de temsil etmiyorlar. Bu anlamda mutlak bir yaptırım güçleri yok, insanüstü özelliklere de sahip değiller.

Lider orada bir taraftan kavminin temsilcisi ve sorumlusu öte taraftan o da bilinen kurallarla sınırlı ve bağımlı diğer üyeler gibi bir üye. Orada gerçek otorite, kabile kültürü gereği kavmi, geleneklere uygun olarak şartların oluşturduğu değerler, kurallar ve o çerçevede üretilmiş pratiklerdir. Reis bu bakımdan kabilesi adına hareket ettiğinde, kendi adına hareket eden birisi değil, kabile değerlerini temsil eden biridir. O nedenle onun gücü, yaptırımı ve otoritesi, kabile değerlerini hatırlatmak ve uygulamakla sınırlı ve bağımlıdır. Kabile kurallarının ve değerlerinin dışında başka kurallara, yeni gelişen bir duruma veya kerameti kendinden menkul ruhani bir dayanağa ve yetkiye sahip değil, onun böyle bir imtiyazı yok. O ancak kabile içinde ortaya çıkan yeni bir şeyle görevlendirilirse, kabileyi bağlayacak herhangi bir karar alma imtiyazına sahiptir. O da, üyeleri ikna etme sorumluluğunu yerine getirerek yapılan bir iş.

(Bu sistem veya model, günümüz parlamenter demokratik rejiminden hem çok daha ileri, hem çok daha adil. Adil olmayı, ortaklaşa kabul ettikleri kendi kurallarına uymak anlamında kullanıyoruz. İlk Müslüman muhacirleri Habeşistan’a gönderirken orada adil bir kral var diyen Hz. Muhammed’de aynı ölçüyü kullanmıştı. Elbette bu peygamberin temsil ettiği tevhid referanslı, kendisinden başka hak olmayan bir adalet anlamına değildir. Aksi halde peygamberin ve kendine inananların topluca hem ona iltica etmeleri ve hem de ona itaat etmeleri ve emrine girmeleri gerekirdi.)

Yüzyıllarca kendi geleneklerine uygun olarak uyguladıkları bu sosyal, ekonomik ve siyasi bir yapılanma tarzı ve ona uygun bir toplumsallık oluşturmuş olan Arapların, krallık rejimlerine neden meyletmediği, kendilerine hakim olmak isteyen krallara neden boyun eğmediği, şimdi daha iyi anlaşılmaktadır. Krallık, kendi rejimlerinden daha iyi bir rejim değildi ki ona meyletsinler veya komşularından benzeri bir rejim transfer etsinlerdi! Oysa onlar ancak İslam’la hem kendi rejimlerinden çok daha iyi hem de krallıklardan çok daha üstün bir rejimi tanıyacaklardır. İslam ile cahiliye arasındaki temel farkı kavrayabilmişsek şayet şunu demek hem adil olmaktır hem de hakkaniyeti ortaya koymaktır, bu manada İslam öncesi Araplar tanıtıldığı kadarıyla cahiliye ise şayet, günümüz dünyası toplumları külliyen cahiliyedir! (Son peygamberliğin onlardan seçilmesinde, onlar üzerinden tüm insanlığa duyurulmasındaki hikmetlerden birisi de bu olabilir!)

Arap toplumunda kabile lideri, yönetim işlerini kendine yardımcı olan ve onu denetleyen bir meclisle birlikte yürütüyor. Liderlik, seçim sonucu kabile ittifakı ile kabul edilip onaylanmış bir otoriteyi temsil ediyor. Lider orada, benzeri vasıfları taşıyanlardan birisi olarak diğerlerinden bir adım önde olan biri, çünkü o seçilmiş bir lider. Neredeyse tüm rivayetlerin ittifakla naklettiği diğer bir hususa göre lider, eşitler veya kendisiyle aynı şartlara haiz olan denkleri arasında birincidir. Bu denklik iki türlü anlaşılabilir. İlki, kurallar karşısında her kabile üyesi gibi o da aynı sorumluluk ve yetkiye sahip birisidir. Ne bir fazla ne de bir eksik. Liderlik bu konuda ona herhangi bir imtiyaz kazandırmıyor. İkincisi ise, lider adaylarında aranan beşeri kabiliyetle birlikte diğer özellikleri de üzerinde taşıyanlar arasından birisi, seçildiği için de birincisidir.

Burada onun seçilmiş olması onu lider yapıyor ama mutlak otorite yapmıyor. Liderin orada asıl rolü, toplumsal işleri yürütürken kabile kurallarına dayanmaktan ve onları uygulamaktan geçiyor. Bu durumda gerçek otorite, lider değil, onun da bağlı olduğu ve tüm üyelerin benimseyip baş tacı ettiği kabile kurallarıdır. Meclisin varlık gerekçesi, iradesi ve yetkisi de aynı şekilde kabilenin üstünde, kabile değerlerinin çizdiği çerçevenin dışında değildir. (İslam’daki fikri liderliğin tam karşılığı, içeriği vahiy çerçevesi ve hedefi ile sınırlandırılmış kurallar toplamı olarak da budur. Bu kurallara bağlılığı bilinen ve diğer beşeri özellikleri de üzerinde taşıyan kişi de, fikrin lideridir. Bir fikir kendi kendine liderlik yapamaz, o nedenle, o fikrin ilkelerine, değerlerine ve hedefine uygun organizasyon yapabilen, olaylara o hedefte yön verebilen ve bunu da yaşam pratiğine aktarabilenler liderlerdir. İşte peygamberler bunun örnekliğini ve rehberliğini yapıp nasıl olması gerektiğini gösterenler olması nedeniyle seçilmiş insanlardır ve Müslümanların liderleridir. Bu gün İslam dünyasında eksikliğini çektiğimiz şey tam olarak da bu olsa gerektir!)

Araplarda liderlik yapacak adaylarda yaş, cömertlik, yiğitlik, akıllılık, uysallık, kahramanlık, cesaret, sabır, hilm, tevazuu gibi beşeri ve ahlaki niteliklerin yanında etkili konuşma kabiliyeti ve pratiklik gibi özellikler de aranıyor. Şeyhin statüsünün veya otoritesinin kaynağı aynı zamanda saygınlık, olgunluk, cömertlik, merhamet ve adalete dayalı olduğundan onun bu görevi zorbalık ve istibdatla yürütmesi mümkün değildi. O bakımdan kabile üyeleri, reisi, kendilerine şefkat besleyen, işlerini görüp kendilerini gözeten bir “baba” sayıyorlardı. Kabile üyeleri arasında riyasete geçirilen böyle birinin doğal olarak emrine itaat ediliyor, verdiği görevler de yerine getiriliyordu. Bazı kabilelerde bu özelliklere farklılık ilave edilebiliyor. Mesela, Mudar kabileleri seçimde rey’e (seçime), Rabia cömertliğe, Yemen kabileleri nesebe önem veriyor yahut öne çıkartıyorlar.

“Seyyid”, “emir”, “râb”, “melik” gibi lakaplarla anılan şeyh, kabilesinin başkanı olan adamdır. Görev süresi diye bir anlayışları yok. Reis seçilen birisi, seçilme niteliklerini üzerinde taşıdığı ve görevlerini yerine getirdiği sürece, kaydı hayat şartıyla lider o. Sorumluluklarını yerine getirmeme yahut yanlış kararlar alma diye bir sorun gözükmüyor. Normal şartlarda böyle bir durumun olması da mümkün gözükmüyor. Çünkü kabile reisi, benzer kabiliyet ve özellikleri üzerinde taşıyan, eşit haklara sahip kabile üyeleri arasından seçimle başa getirildiği için öylesi bir durumun ortaya çıkması zor. Burada iş, reis kadar, belki reisten daha çok reisin etrafındakilerle ilişkilidir.

(Burada önemli bir sorunun cevabı tefekkür edilmelidir. Model ve içerik olarak sürdürülen bu güzel uygulama, İslam döneminde vahiy referansına bağlanarak aynen uygulanıyor da, dört halifeden sonra neden bozuluyor? İslam’ı tattıktan sonra insanlar cahiliyyeye gerisin geriye neden dönüyorlar? Kaldı ki, hılafet siyasetinden saltanat siyasetine dönüş, Arap cahiliyyesindeki uygulamadan daha da geriye dönüştür. Çünkü Araplarda saltanat tarzı bir siyaset yok. Saltanat siyasetine dönüş Şam merkezli başladığına göre, Bizans’ın uygulaması esas alınmış olmalı. Müslümanların tarihi tecrübesi de, bu değerlendirmemizi haklı kılıyor sanki... Bu durumda, seçimdi, şuraydı, oy çokluğuydu, süreli liderlikti, karar alma biçimiydi, hesap verme zorunluluğuydu vs gibi bağlamından kopartılarak ve dahi saltanat tarzı yönetim uygulamalarını baz alarak yapılan ve oradan hareketle demokrasi ve cumhuriyet gibi rejimlerin savunusunu yapanların saçmalıkları, hiç de ciddiye alınacak şeyler olmamaktadır! Görüldüğü üzere burada sapla saman birbirine karıştırılmaktadır!)

Çok can sıkmadan, insanlık halinin genel durumunu, dünyevi imtihan algısını, yeryüzü serüvenini, kulluk bilincinden, toplumsal ve yapısal tercihten kalkarak anlamlı kılmak adına, doğru olana dair bir cevap üretebilir miyiz? İnsanların içerisinden toplumları çekip çevirecek, kalabalıkları sapkın gidişattan hak olanına ve en güzel olanına döndürecek “maya” eksikliği önemli bir problem midir? Hani, şu kilolarca sütü yoğurda çeviren birkaç gram “maya” var ya, işte o! Toplumlar, çoğunluklar genelde bilmez, sapkın, nankör ve müşriktirler (ayetler öyle diyor), onlar o haliyle “süt” iseler, onları yoğurda çevirecek “mayalar” da mı problem vardır? Cahiliyyenin bile gerisinde bir toplumsal yapılanmayı sindiren, onun içinde yaşamayı sorun etmeyen mayalar ekşimiş, bozulmuş olmasın sakın?

Burada moral bozmaya gerek yok, insanlık halinin genel durumunda bir değişiklik de yok. Bunu bir tespit olarak yapıp, sorunu da esastan görüp olması gerekene yoğunlaşmak adına biraz tefekkür edemez miyiz? O halde, insanlığa söyleyecek sözü olanların, hakkı haykırıp hatırlatacak olanların, şöyle bir dönüp kendiişlerine ve kendilerine bakmaları gerekmektedir. Nimetleri Allah dağıtıyorsa, mülk, iktidar ve güç anlamında donanımı ve organizasyonu dilediği kullarına dilediği (hak edenler olarak) kadarı ile o veriyorsa, bunda da bir hikmet varsa, bunu akılda tutarak teslim olmuş kulların da sapkınlar arasında yaşıyorken kendiişlerine bakmaları ve sorumluluklarını hatırlamaları gerekmez mi? Esas olan da bu değil miydi?...

Reis, normalde toplumun genelini ilgilendiren işler için yapılan meclis toplantılarını yönetir, genel katılımlı oturumları idare eder, onlarla sorunları tartışır, kararlar alır. Üyeler arasındaki ihtilafları kurallara dayanarak çözer, kurallara aykırı davrananları cezalandırır. Yönetim işinde ve sorun çözmede istişareye önem verir. Diğer kabilelerle yürütülen her türden ilişkilerde temsilcilik yapar. Gerektiğinde savaş ilan etmek veya baskın kararı vermekte olduğu gibi, ganimet taksimi yapmak, anlaşma sağlamak, göç sırasında konaklama yerini seçmek de ona aittir. Reis, ekstra görev yükleyemez, haksız ceza veremez, gelenek ve kurallarla sınırlı bir alanın dışında hareket edemez. Reisin buradaki rolü kuralları uygulamak, kurallarla üyeler arasında “hakemlik” yapmaktır.

Reisin hükmü, verdiği kararlar kabile geleneklerine dayalıdır. Kabile geleneği, Arapların yazılı olmayan kanunlarıdır. Bunlar da atalarından kalmadır. Atalarının yolu her biri için kutsaldır, riski bilinen, test edilmiş kurallardır ve onlar eleştirilmez. O yoldan sapmak bir Arap için en kötü şöhrettir. Geleneğe karşı çıkmak, çirkin bir davranış olarak kabul edilir. Sözlü kültürün yaygın olduğu o dönemde, bir Arap için “söz” oldukça önemlidir. O söz ki, önünde eğilir, ardında durur, itaat eder, gereğini yapar ve uğrunda canını verir.

Geçmiş bölümlerde Hz. Ebu Bekir’in Bizans-Sasani savaşının neticesi üzerine bahse tutuştuğu Ubey Bin Halef’i yeniden hatırlayalım. Bahis tarafları düşman kamplarında yer almış, Uhud savaşında Peygamber Ubey’in ölümüne sebep olacak şekilde onu yaralamış, bu nedenle adam sonradan ölmüş ve aradan üç yıl kadar da bir zaman geçmişti. Bahsin süresi dolduğunda Ubey’in varisleri, babalarının tutuştuğu bahsin karşılığını ödemişlerdi. Şimdi o olayı bir kez daha düşünelim. Normal şartlarda bahse taraf birinin ölmesi halinde bahis de düşmüş olmaz mıydı? Taraflar düşman olarak karşı kamplarda olunca, bahsi bozacak en geçerli mazeret ortaya çıkmış sayılıp bahis bozulamaz mıydı? Bahsin bu durumda bir anlamı kalır mıydı? İşte, yukarda bahsedilen söz, bu sözdü!

Şartlar be olursa olsun, lehine bir durum ortaya çıksa dahi, söz sözdü ve gereği yerine getirilmeliydi. Onlar, kendi kabilesinin şeceresinde geçen atalarını takip ederken, onların üstünlüklerini ve kahramanlıklarını savunurken bunları da göz önüne alıyorlardı. Kabile geleneği ve uyulan atalar yolundan birisi de buydu. Bu adamların cahiliyyede kalmayı seçenleri böyleyse, bunların arasından bir de İslam’ı seçen sahabelerin, İslam olurken verdikleri söze karşı gösterecekleri sadakati, işittiklerine itaat ederkenki gösterecekleri sabrı bir de böyle düşünelim! Onlardan Müslüman olanlar, başlarına gelen her tür sıkıntılara katlanırken hem kendi güçlü kavimlerini hem de tüm insanlığı karşılarına alacaklarını, verdikleri sözün ne anlama geleceğini ta baştan biliyorlardı! Şimdi onları, onların yapısal ve kişisel özelliklerini, bir kez işitip itaat ettikleri zikir karşısında gösterdikleri sabrı, müstakim yolda dosdoğru duruşlarını, Müslüman’ca karakterlerini ve akledişlerini anlamak, bir de onlardan sonrasını ve bizleri onlarla kıyaslamak gerekmez mi?..

Prensip olarak başkanlık irsi değildir, babadan oğla miras olarak geçmiyor. Eski başkanın çocuklarından biri kabile üyelerinden ve eşitlerinden daha fazla bir kabiliyet ve servetle temayüz ederse reislik onun ailesine geçebiliyor. Uygulamada bu bir yoldu. Böyle biri yoksa kabile üyelerinden kabiliyet, servet ve yaşça büyük olan başka biri seçiliyor. Bu da başka bir yoldu. Bazen başkanın vefatı öncesinde, şartları üzerinde taşıyan ve yerine geçecek kimseyi tayin ettiği de olurdu. Uygulanan yollardan birisi de buydu. Genel olarak reis seçimi tek bir uygulama ile sabitlenmemiş, şartlara göre tercih edilebilir bir opsiyon korunarak esneklik sağlanmıştı. Şartların değişkenliğine uygunluk ve adayların durumu göz önüne alındığında bu işte bir tıkanıklık olması mümkün değildir. Ayrıca bu iş için üretilmiş çözüm pratikleri kabile arasında bir husumet çıkmasına engel olduğu gibi süprizlere de açık kapı bırakmıyor.

Reis seçiminde kullanılan yöntemler dikkat çekici olduğu kadar, esası bozmadan yöntemlerin şartlara uygunluğu ve reisin taşıdığı özellikler, sorumluluk ve yetkileri de dikkat çekicidir. Başkanı onaylayan ruhani bir otoritenin yokluğu da benzer şekilde dikkat çekicidir. (Peygamberin vefatından sonra Müslümanların başına geçen meşru halife ya da emirlerin dördünün de seçilme usullerindeki farklılığı bu bağlamda bir kez daha düşünelim! Yönetim işinin gerçeğini, bir esasa dayalı yöntemlerin pratikliğini, herhal ve karda şartlara uygun bir çözümün üretildiğini görerek, nihayet bu işlerin toplumsal arka planını anlamadan sanılarıyla konuşanları, modernizmin etkisiyle tek tip düşünmeye alışık olanları, bir kez daha tefekküre davet etmeli!

Son yüzyılda bu konuda yapılan eleştiriler, esası itibarıyla başka bir “din” olduğu halde, şark kurnazlığı ile konuyu bağlamından kopartıp işi sadece seçim tekniğine indirgeyerek, insanlığın sanki tek ve en üstün tecrübesi demokratik yöntemmiş gibi sunanlar, buradan kalkarak “hilafet” modelini eleştirdiklerinde, şimdi ne yapmış oluyorlar? Demokrasiyi veri alarak, onun vazgeçilmez özelliği “sekülerizmi” ondan ayrıştırdığını sanarak, bir takım benzerlikler de uydurup onu tek modelmiş gibi de kutsallaştırarak bir taraftan kabızlık etmeye devam ediyorlar, bir taraftan da konuyu İslam’ın devletsizliğine, modelsizliğe kadar götürüyorlar! Onlar bu haliyle dini siyaseti ve toplumsallığı yeniden tanımlıyorlarken ne söylemeye çalışıyorlar, neye dayanıyorlar, neyi esas alıyorlar, bu vesile ile bir daha düşünsek mi? Her şey bir yana, şura, biat, karar alma süreci, kararların dayandığı kurallar veya seçim sistemi uygulamalarını, sanırsınız ki insanlık tarihinde sadece kendileri keşfettiler! Bunların cahiliyye devrinde olduğu gibi günümüzde de devam eden, düğümlere üfleyen büyücülerden, sözlerinin Batılı efsunlardan bir farkı var mı? Şimdi bunları savunanlar, bu işte hesapsız kitapsız davranarak masumane mi yapıyorlar bu işi?..

Kabile toplumunda reissizlik, kabilenin bölünme tehlikesine işaret sayıldığı için, çok önemsenirdi. Araplar arasında reis birliği ve düzeni temsi ederdi. Ölen reisin bu işe ehil oğlu olmaması yahut adaylar arasında çıkabilecek ihtilaflı bir durumda, ölenin ardından yeni reisin seçim işlemi, mümkün olan en kısa sürede gerçekleştirilirdi. Rekabet olursa, mümkün olan en kısa sürede en uygun olan aday reis seçilirdi. Böylesi durumlarda, şartların en fazlasını üzerinde taşıyan yahut duruma en yakın birini seçerlerdi. Bazı kabileler, böylesi durumlarda en yakın krallığa başvurur, reisi onun tayin etmesini isterlerdi. Bazen, kahraman, cesur ve meşhur biri başkanlığı ele geçirirdi ama uygulamada diğerleri gibi olmaya dikkat ederdi. Bazen kâhine başvurup adaylar arasında kura çektikleri de olurdu… Son uygulamalar, bağımsız hareket etmekte zorlanan ve daha çok diğer kabilelerin etkisine açık olanlarında görülmektedir ki bu da normaldir. (Türkiye’de başbakanlık yapacak olanların, kendisini ve uygulayacağı politikaları anlatmak için ABD’ye Batılı ülkelere gitmeleri, onların onayını ve desteğini almaya çalışmaları düşünüldüğünde, konu daha rahat anlaşılabilir!)  

Resin sorumlulukları ağırdır. Savaşta, baskınlarda komutanlık ederek canını ortaya koyar, onları baskından ve zulümden korurdu. Barışta servetini ortaya koyar, esirleri kurtarır, kendisine sığınanları himaye eder, misafirleri ağırlar, düşkünlere yardım eder, onları korurdu. Ondan zenginliğini kavmi için kullanması beklenir. Reis, mali gücüne göre insanlara yardım eder, aciz ve zayıflara yardımcı olur, fakirleri doyurur. Bu nedenlerle şeyhin sözü dinlenir, kararlarına karşı çıkılmazdı ama o da geleneklerin ve kuralların dışında hareket etmezdi. İslam gelince bu uygulama, Müslüman cemaate reislik yapmanın şartları, yetki ve sorumluluk sınırları konusunda içerik korunup “amaç” değiştirilerek aynen sürdürülecektir.

Şeyhin bazı imtiyazları vardır. Savaş esiri cariyeler arasından güzelini seçer, bölünemeyen eşyaları o alır. Ganimetlerin dörtte birinde olduğu gibi, tüm ganimetlerden özel kıymete haiz olan eşyayı seçme hakkı da onundur. Ferdi yağmalarda elde edilenlerden bir kılıç, bir at ve elde edilen diğer ganimetler kumandan olarak onun hakkıdır. (Hamidullah)

Kuralları koruyan ve şeyhe yardımcı olan meclis, istişare kurulu görevi de üstlenir. Şeyhin normal kararlarında istişare ettiği bu meclisin toplantı yaptıkları yere “nedve”, üyelerine “nadiye” deniyor. Bu meclis, daha çok danışma meclisi gibi ama şeyh kararlarını onlarla birlikte alırken ayrıca meclisin denetimine, sorgulamasına da açık. Onlar, otoriteyi birlikte temsil ediyorlar, ceza ve mükâfat vermede birlikte hareket ediyorlar, şeyhi yalnız bırakmıyorlar. Kabile siyasetinde önemli rol üstlenen reis ve meclis, gündelik işlere ve ayrıntılara pek karışmıyor. O gibi sıradan konularda oymak üyeleri vazifelerini biliyor, yapılması gerekenleri kendileri yapıyor.

Ama reis, oymağın tümünü ilgilendiren ve önemli sayılan işlerde ve gelişmelerde veya ihtiyaç duyulduğunda, meclise müracaat ediyor, meclisin görüşlerine başvuruyor, onların söylediklerine ve hükümlerine itibar ediyor, gerekirse bütün üyelerin görüşlerini alıyor. Son kararı veren reis oluyordu. Karar alma biçiminde oylama veya çoğunluk kararı diye bir uygulama yok. Karar alma yetkisi prensip olarak reise aittir. Verilen kararların kurallara uygunluğu esas ilke olunca, topluluğun kabul etmesi ve yararına olduğunu görmesi göz önüne alındığında reisin tüm o süreç sonrası aldığı karar, hepsini bağlayan nihai karar oluyordu.

Reis, karar alma sürecinde kendisine ulaşan meseleleri meclisle birlikte uzun uzadıya inceler, düşünür, gerekirse diğer kabile üyeleri ile yaptığı görüşmeler sonrasında nihai kararını verirdi. Karar almada ikna yöntemi en geçerli esastı. Bu karar savaş kararı olacaksa, ittifak ettiği kavimlerle de görüşürdü. Kararların meşruiyeti ve dayanağı, atalarından kalma gelenekleri, kuralları ve uygulana gelen pratikleriydi. Meclis kararları genelde oy birliği ile alınırdı. Toplulukta meydana gelen bir yenilik veya yeni bir uygulama karşısında, meclis, birliğe, dayanışmaya ve kurulu düzene yapabileceği tahribatı düşünerek ya karşı çıkar veya kolayına kabul etmezdi. Kabile aksi savunmaya geçse bile meclis, tek başına buna karşı çıkabilirdi, buna yetkisi vardı ve diğerlerini o konuda ikna etmeye çalışırdı. Yahut lider veya meclis yeni bir durum karşısında kabile üyelerinin düşündüklerinin tersine bir pozisyon da alabilir, bu durumu kabullendirmek için yukarıdaki süreci işletebilirdi. (Hz. Ömer’in, topluluğun alışık olduğunun tersine birçok konuda farklı uygulama yaparken kullandığı istişare süreci ve ikna yöntemi, kökleri buralara dayanan bir gelenekti. Kaldı ki Ömer, aslında zaten var olan ama uygulama noktasında meşhur olmamış yöntemleri, şartlara uygunluk gereği yeniden hatırlatıyordu.)

(Hz Osman ile Hz. Ali arasındaki halife seçiminde yetkili kılınan Abdurahman Bin Avf’ın, bir takım itirazlara karşılık olarak, seçim yaparken kararını dayandırdığı ilkeleri ve süreci bu vesile ile hatırlamak gerek. Onun durumu da yeni bir durumdu ve verilecek karar tüm Müslümanları olduğu kadar diğer toplulukları da ilgilendiriyordu. O, seçimi yaparken nelere dikkat ettiğini ve nasıl davrandığını açıklarken, “Medine’deki tüm kabilelerin, tek tek kabile üyelerinin ve hatta o günlerde Medine’ye girip çıkan yabancıların dâhil herkesin görüşüne başvurdum…” sözlerini ve kararının neye dayanağını şimdi daha iyi anlayabiliyoruz!)

Reisin, yönetim konusunda veya suçluyu cezalandırma konusunda elinin altında asker, polis benzeri bir infaz gücü yoktur. Onun tek infaz gücü, sorumluluklarını yerine getirirken “adil” olması, her durumda ve her üyeye karşı adaletli (kurallara uygunluk bağlamında) davranmasıydı. Onun kurallara uygun “adaletli” “sözü”, tek infaz gücüydü. O, benzeri tüm konularda verdiği kararların hükmünü icra etmesi için, ancak ayırımcılık gütmemesi, haksızlık etmemesi, geleneklerden sapmaması, zalim olmaması ve dolayısı ile kabile üyelerinin düşmanlığını da kazanmaması gerekmektedir. Söz gelimi etrafında aç ve yoksullar varken onun zengin olması mümkün değildi. Çoğu zaman onun dağıttıkları, eline geçenden daha fazla oluyordu. Buna rağmen, istisna olsa da, Kabile reisinin hükümlerine itaat etmeyen, kurallara karşı gelen, bir haksızlık eden veya aşırı benlik düşkünü kabile üyeleri de olurdu. Bu gibi durumlara karşı reisin infazı, onu kabileden kovmak olurdu. Reislik konusunda zengin ve güçlü olanların, fakir ve nüfuzlu olanlara bu nedenle tercih edildiği görülmektedir.