Hüseyin ALAN

28 Mayıs 2011

İSLAM ÖNCESİ ARABİSTAN'DA CAHİLİYYE -VI-

F-REİSİN  HAKEMLİĞİ-ANLAŞMALARI 

Hakemlik anlayışı, hüküm vermeyen, hükmetmeyen, sadece görüşünü bildiren bir rol gibi anlaşılmamalı. Günümüzde bu isimle en çok anılan, spor müsabakalarını  yöneten hakemlerin yaptıkları işe baktığımızda konu açıklığa kavuşabilir. Onlar, kuralları daha önceden belirlenmiş  bir mevzuata uyarak, sporcuların da bunları bildiği varsayılarak, yönettikleri müsabakaların, kurallara uygun olarak geçmesini sağlıyor. Çalınan her düdük, ihlal edilmiş bir kuralı hatırlatırken (hüküm budur) oyunun kurallar içinde devam etmesini sağlıyor. Hakem kafasından yeni bir kural üretmez, buna yetkisi yok çünkü  o bilinen kuralların uygulayıcısı rolündedir. O halde hakem, hem oyunun kurallara göre oynanmasını sağlıyor hem de oyun içinde hüküm veren bir hâkim oluyor. Onun da elinin altında bir infaz gücü yok ama çalınan düdüğe tüm oyuncular uymak zorunda. Diğer hükmediciler de aynen böyledir. Hüküm verme makamına getirilen hâkimler, siyaseti yürütmesi gereken devlet adamları, askerlik işini yapan subaylar, işini yöneten işveren, ailesinden sorumlu reis vs de bu anlamda emredicidirler. Burada tüm mesele, kimin neyle, hangi hukuk veya kurallarla emrettiğidir. Kuralların doğruluğunun veya yanlışlığının ölçüsü, temelde o kuralların neyi referans aldığıyla ilgilidir. Kuralların iyi ya da kötü uygulanması, beceri ya da beceriksizlik burada esas olmayıp ayrıntı durumdadır.   

Cahiliye reisinin hakemliği de aynen böyledir. O, kafasına göre kural koyan, verdiği kararlarda değişik uygulamalar yapan biri değil, bilinen kurallara göre hüküm veren, alışılmış pratiklere göre çözüm üreten bir otoriteyi temsil ediyor. Kabile hayatını bir oyuna benzetirsek, o, hayatın normal akışını yönlendiren bir hakem oluyor. Sonuçta onun verdiği hüküm geçerlidir, emri altında bir infaz gücü olmasa da, kararı uygulanyor.     

Şeyh, kabilenin önemli işlerini ve geleceğini ilgilendiren konularda, nüfuzlu kişilerin oluşturduğu kabile meclisi ile istişare etmek, oradan birlikte çıkarttıkları kararları uygulamak zorundadır. Kararlar, kabile gelenekleri ve kurallarına dayalıdır. Hakemlik anlayışı buradan gelmektedir. Kabile değerleri ile üyeleri arasında kurallara göre hüküm veren, ihtilaflı  üyelere geleneklerini hatırlatan bir hakemlik bu. Bu bağlamda o daha çok bir arabulucu gibidir. O, kurallar dışında ve üstünde bir otoriteye sahip değildir. Otorite, kabile gelenekleri ve değerleri olunca kabileye rağmen onun bir yaptırım gücü de yok. Reisin üyeler arasında yaptığı arabuluculuk ya da hakemlik, kabile değerleri ile ters düşmez. O mahareti ile çözemediği işlerde, gelenek, kurallar, hukuk (kısas, diyet, savaş gibi) devreye girer, alışılmış ve herkesçe kabul edilen pratiklerle işler çözülür. (Hamidullah, Isutzu) 

Kabilesi adına diğer kabilelerle anlaşma yapmak, ittifaklar kurmak reisin sorumluluğundaydı. Reis öldüğü  zaman diğer kabilelerle yaptığı anlaşmalar otomatik olarak fesih edilmiş sayılıyor, yeni reisle tazelenmeyen eski

anlaşmalar hükümsüz olabiliyordu. Bu durum önceden yapılan anlaşmalar için yeni reise tercih hakkı veriyor, bu da ona şartları yeniden gözden geçirme fırsatı ve uygun görmezse eski anlaşmaları yenilememe hakkı doğuruyordu. Yeni reis anlaşmaları yenilemek veya yeni bir durumu bildirmek isterse ya kendi bizzat gidiyor yahut en yakın akrabasını gönderiyordu. Bu, bir anlamda teminat sayılıyor, işin ciddiyeti ortaya konmuş oluyordu.  

(Hz. Peygamberin vefatını müteakip Arap kavimlerinin Medine devleti ile yapmış oldukları anlaşmalardan dönerek bağımsızlığını ilan etmek ve eski durumlarına yeniden kavuşmak için “ridde” savaşlarını başlatmalarının kendilerince haklılığını, bu gelenekler ve kurallar bağlamında değerlendirmek gereklidir. Zekâttı, devenin yularıydı gibi tartışmalar, işin özünü değil hikâye kısmını anlatmaktadır. O rivayetlerin, saltanat dönemlerinde yapıldığını aklımız da tutarsak, neden o kadarlık kısmının anlatıldığını anlayabiliriz.) 

(Ayrıca, H.9 yılda hac mevsiminde Hz. Ebu Bekir liderliğinde Mekke’ye gönderilen kafile yolda iken peygambere gelen vahiy üzerine, tevbe süresinde bildirilen hükümlerin “yeni bir durum olarak” Araplara ve kafileye bildirilmesi gerekmişti. Arafat’da tüm hacılara ve müşriklere bizzat açıklaması için en yakın akrabası olan Hz. Ali’yi, ayrıca elçi olarak aynı kafileye katılması için gönderdiği zamandı bu. Hz. Peygamber’in, Hz. Ali’yi arkadan yeni durumu açıklaması için gönderirken neyi dikkate aldığını şimdi daha iyi anlamış oluyoruz. Bu arada Şia’nın asırlardır iddia ettiği ve hak gaspı olarak niteleyip birçok ayrılığa sebep saydığı “gadir-i hum” olayının perde arkası da böylece ve hakkıyla açıklığa kavuşmuş olmalı!)  

DEĞERLENDİRME

Burada, hukuk felsefesi ile ilgili bir iki noktaya temas etmek istiyoruz. Bu konu, hepimizi çok yakından alakadar ediyor diye de düşünüyoruz! Arap bedevi toplumsal yaşam tarzında kabile, kabile geleneği ve kuralları, o kurallara dayalı  pratikler her şeyin temelini oluşturuyor. Kurucu irade, toplumsal varlık, birlik ve devamlılık, sorumluluklar, bağlılıklar, temsilcilikler, oynanması beklenen roller ve takınılan tutumlar vs her şey o kurallar üzerine oturuyor. Topluma bağlılıkta ve düzene katılımda, kurallara uygun eylemlerde (ameller) bulunmada, gönüllülük ve rıza esas, bu konuda bir problem yok. Toplumun her üyesi de bu sayede var oluyor, bağlılığını sürdürüyor, varlığına anlam kazandırıyor. Kaldı ki, kabile geleneğinde bireysellik yok, suçlarda şahsilik anlayışı yok. Kolektif bir algı var, her konuda toplumsallık var. (Bu sorgulama, şu an yaşadığımız toplum ve toplumsallık için de geçerlidir. Günümüz toplumlarında, suçun şahsiliği ilkesi, meseleyi değiştirmiyor. Burada işin detayı o.) 

O halde, suç tanımı, burada ne ifade ediyor? Kabile üyesi bir bedevi, ne yapmış olursa suç  işlemiş yahut suçlu kabul edilmiş oluyor? Kabile içi hukukla ilgili bir soru bu. Çünkü üyelerden birisi, başka bir kabileye karşı suç işlemişse, o suçtan tüm kabile sorumluydu. Toplumsallık ilkesi buydu… İkili ihtilafların da dışında bir soru bu. Çünkü ikili ihtilaflar genelde, ortak amaçlı  bir iş yapmak üzere şartları belirleyip karşılıklı  anlaşma yapanlardan birisinin, süreçte şartların bir veya bir kaçını  yerine getirmemesi, ihlal etmesi ile oluşuyor. Burada genel kurallar çerçeve olarak elbette bağlayıcıdır, ikili anlaşmalar da olsa bu kurallara uygunluk şartı var sayılır yoksa ikili anlaşmalar da zaten geçersiz addedilir. Dünyanın her yerinde ve toplumsal her tarzında bu durum her zaman geçerli bir kuraldır.   

Yanlış anlaşılabilir konuları  ayıklayarak sorumuzun, onlarla ilgili olmadığını açıklamış olduk. Asıl soru, topluluk içi yaşamda tek kişinin (ona uyanlar olup olmamasını dikkate almadan yahut o suçu işlemek kastıyla örgütlü bir çete kurmadan) işlediği bir işin, suç  olduğunun kanıtı nedir? Suç fiili tanımı nasıl yapılıyor? Neye göre o fiil suç sayılıyor ve o cürmü  işleyen şahıs suçlu oluyor? (Sorular, esası bozmayan detay farklılıklar hariç her çağı, her toplumsal tarzı ilgilendiren sorulardır. Burada, adi suç tanımına giren cürümleri de kast etmiyoruz, bu da biline. Bir de, hiçbir alakası ve bağlamı olmadığı halde, günümüzde konuyu şiddet, kıtal ve terörle bağlantılandırarak Mümtehine süresinden ayetler okuyup da kendilerini ak ve de pak yapanları, haza masum olanları da karıştırmıyoruz!) Hani, soruyor ya Allah, diri diri gömülen kız çocukları için, “hangi suçtan dolayı öldürüldünüz?” Sorumuz, tam da bu gibi bir şey. 

Soruya bir açılım kazandıralım bu arada. Kabilesinden atılan yahut hapsedilen (onlarda hapis geleneği ve uygulaması var) bir Arap, acaba hangi suçu işlemiş  de cezalandırılmış olabilir? Bu soruyu tefekkür ederken, espiriyi yakalamada ve doğru cevabı bulmada kolaylık olsun diye de bir rivayet aktaralım. Mekke’de Varaka Bin Nevfel diye bir adam var, hani şu ilk vahiy aldığında Muhammed(s)’ın durumu görüşmek üzere Hz. Hatice ile birlikte (bir rivayete göre de, Hz. Hatice, Hz. Ebu Bekir’le birlikte gönderir kocasını) kendisine müracaat ettikleri söylenen bilge. Varaka, gelişmeleri duyunca mealen diyor ki, “müjdeler olsun ey Muhammed, vallahi sen İsa(s)’nın haber verdiği beklenen peygambersin! Sana gelen, Musa(s)’ya gelen namus-u ekberdir (vahiy meleği Cibril). Ancak, kavmin seni kabul etmeyecek, seni üzecek, sana eziyet edecekler ve seni yurdundan sürgün edecekler…” 

Birçok dil bilir, kutsal kitapları  okur bir adamdı o. Söylediklerinden, geçmiş peygamberlerin durumunu bildiği, toplumsal sünnetullahı kavradığı anlaşılıyor. Dolayısı ile söyledikleri hak şeylerdi, kehanet değil. Üstelik Varaka’nın söyledikleri, sonradan bir bir gerçekleşti. Bu ayrı  bir bahis, konu da bu değil. Ama buradan hareketle şimdi soralım, Muhammed(s), peygamberliğini ilan edip insanları yeni dine çağırdığında, o hangi suçu işlemiş olacak, kavmi onu neyle ve neden suçlayacaktı? Ya da işlediği hangi suçlardan dolayı başına bunlar gelecekti? Kaldı ki o bir elçiydi, söylediklerinden ve yaptıklarından dolayı insanlardan bir beklentisi de yoktu! O halde, bu peygamber ne yaptı, ne etti de, kavmi tarafından suçlu ilan edildi?... 

(Bizim de bir kavmimiz var, bu kavmin de kaideleri, kuralları, pratikleri var. Bu kurallar da kendi içinde tutarlı. Burada da bir suç tanımı var, basit suçları kast etmiyoruz. Hani düşünüyorum da, farzı muhal, her hangi bir peygamber bu kavme gönderilmiş olsaydı, suçlu ilan edilir dolayısı ile suçlu muamelesi yapılır mıydı? (Hani günümüzde bazıları Hz. Muhammed(s)’i evine çağırıyor da evindekilerden utanıyor ya! Bazıları da hutbeye, minbere çağırıyor da cemaatinin başlarını okşatıyor ya! Biz de başka türlü çağıralım peygamberi, ne olacaksa!) Cevap evetse, hangi suçtan dolayı suçlu ilan edilirdi? Peygamberler, kendi kavimlerinde hep benzer suçlardan dolayı suçlu ilan edildiklerine göre, bu işte bir iş yok mudur? Yoksa onlar benzer suçları işlemek üzere mi görevlendiriliyorlardı? Onların tümü kavimlerince suçlu sayılırken, aslında onlar suça meyilli insanlar da değillerdi ama her ne yapıyor idiyseler, hemen suçlu ilan ediliyorlardı! Var bu işte bir iş diye hep birlikte biraz düşünelim istedik! Düşünürken bir şeyi de unutmayalım, iyi de, o zaman bizim durumumuz ne oluyor? Bu durumda bizde bir takım gariplikler yok mu? Biraz rahatımız kaçsın, kaçsın da bu dünya da kaçsın, olmaz mı? Biraz düşünmeden çok zarar gelmezmiş!...  

G-KABİLE AKLEDİŞİ VE VAZİYET ALIŞ 

Kabile, Arab’ın her şeyidir. Kabile için hiçbir fedakârlıktan kaçınılmaz. Kabileler, birbirlerine karşı kendi kabilesi ile övünür. Her kabile aynı zamanda bağımsız bir siyasi birliktir. Kabilenin şerefi, üstünlüğü ve yüceliği kabile üyesinin de şerefi ve üstünlüğüdür. Sorumluluklar ve suçlar ferdi olmayıp kolektiftir. Kabile, diğer kabilelere karşı üyelerinin her tür eyleminden sorumludur. Üyelerin kazanç ve kaybı kabileye aittir. İntikam, bedel yahut kısas yaygındır ve kan davalarının sebebi de budur. Ya diyet ya da kan, aynıyla karşılık vermek onların varlık sebebi ve kutsal görev sayılır. Bu konuda çok titizler. 

Kabile yaşam tarzında siyasi, sosyal, ekonomik ve psikolojik nedenlerle baskın ve çarpışmalar olurdu. Dış tehlikelere karşı koymak, saldırı yapmak, intikam almak, gerektiğinde kabile üyelerinin harekete geçmesini sağlayan birlik ve dayanışma ruhu olarak asabiye bağı burada çok etkindir. Bu ruh, kabilenin tüm fertlerini birbirine bağlayan asıl bağdır. Buna göre tehlike anında herkes kabilesine yardım etmekle mükelleftir. Saldırıya uğrayan taraf, intikam alınmadığı sürece “zırhını çıkarmamaya”, “başına koku sürmemeye”, “şarap içmemeye”, “eşlerine yaklaşmamaya” yemin ederlerdi. (Muaviye’nin annesi Hind’in, Bedir savaşında babasını öldüren Hz. Hamza’dan babasının intikamını alıncaya kadar benzer bir yemin ettiği hatırlardadır) Kabilesinden biri öldürülen kimse, kolektif sorumluluk duygusu ile öç alana kadar kabilesi ile birlikte çarpışırdı.  

Kabile hayatında, kabilenin varlığı ve hayatın devamı asabiye denen bu dayanışma ile mümkün olmaktadır. Bunu en güzel ifade eden “zalim de olsa mazlum da olsa kardeşine yardım et” anlayışıdır ve bu söz asabiye dediğimiz bağı net olarak açıklar. Kabileler arası savaşa “Eyyâmül Arap” deniyor ve bir kan davası yüzünden savaşlar bazen birkaç nesil sürebiliyor. (Hicret öncesi Evs ve Hazreç arasında yapılan ve kırk yıldan beridir devam eden yevm-ül Buas savaşları hatırlardadır. Ta ki, Peygamber aralarını bulana kadar devam ettirilen bu savaş, iki tarafın da yetişmiş nüfuslarını bitirecek duruma geliyordu. İlk akabe görüşmelerinin yapıldığı hac mevsiminde onlar, Kureyş’i arabulucu yapma niyeti ile gelmişlerdi. Onların İslam’ı seçmelerinde ve peygamberi kabul etmelerinde, aralarındaki bu savaşı bitirebilecek birini bulmuş olmalarının da büyük etkisi olmuştur) Savaşlar, genelde savaşılan yere göre isim alıyor. Haram aylar olarak bilinen Zilkade, Zilhicce, Muharrem ve Recep aylarında savaşılmıyordu.   

Şartlar gereği çok değişken olmayan ilişkilerle çevrili bir toplum hayatı yaşayan, bedevi hayat nedeniyle silahsız dolaşmayan, güvenliklerini kendi sağlayan, kimseye güvenmeyen, özgürlüklerine düşkün, otorite baskısını pek sevmeyen bedevi Arap, daha çok geleneksel refklesle hareket ediyor. O, sert, haşin, fiziken ve ruhen güçlü ve dayanıklı olmak gibi tabii karaktere, sözüne sadakat göstermek, vefalı olmak, cömert davranıp düşküne sahip çıkmak gibi yüksek ahlaki özelliklere de sahip. Kişilik yapısı olarak iki tutumu da birlikte taşıyan bedevi, aynı zamanda çölün hâkimidir. Yol, yön, su kaynakları bulmada, iz sürmede, konuşmalardan mana çıkarmada, dost, düşman ve çevre ile ilgili tüm ayrıntı bilgilere sahiptir.  

Çölde, kabile üyelerinin görevleri, genelde güvenliği sağlamak, kabile kazancına katkıda bulunmak, kabileye bağlı olmak ve bunun için gereken role uygun davranışlar geliştirmektir. Bu rolün başlıcası kabilesine yiyecek, giyecek ihtiyaçları için deve, keçi, at beslemek, yeterli olmazsa komşu kabilelere baskınlara katılıp ganimet temin etmektir. Bunun için de kabilenin savaşçı kabiliyetini geliştirerek askeri kültüre önem vermek zorunda. Şartlar gereği düzenli yaşamanın en emin yolları kabile asabiyesi ile birlikte iyi bir savaşçı olmaktır.  

Bedevilikte, çölde yaşayan fert ve aile için güvenlik kabile ile kabile de bekasını asabiyetle (haklı veya haksız da olsa kavmiyle işbirliği yapıp onu savunmak, tehlike anında onu yardımına çağırmak, onun yardımına gitmek) sağlamıştır. Özetle “kabile-asabiye-güvenlik” en önemli değer ve kültür olarak badiyede, en üst otoritedir. Bu değerleri canlı tutan “soy-şeref” üstünlük iddiaları, kabile belleği, bilgi üretimi, kabile yarışmaları ve rekabetidir. Bedevi yaşam tarzı, bunlara uygun olarak geliştirilmiş kendine has sosyal-siyasi ve ekonomik bir düzen ve toplumsal bir birlik oluşturmuştur. Burada vaziyet alışın karşılığı, “benim ve kabilemin şerefi, soyu diğerlerinden üstündür. Bu anlayışa göre vaziyet alış en doğru ve uygun olanıdır. Bu vaziyet alışın karşısında olan herkes benim ve kabilemin hasmıdır, bizden değildir. Ben kendi kabile yönetimimin dışında başka bir otoriteye boyun eğmem”  

Cahiliyye akledişi, kabile, kabile gelenekleri, kabilesinin soyu ve şerefi referansına ayarlı bir akıl, o referanslar ona nasıl davranması gerektiğini söylüyor, o da refleks olarak öyle vaziyet alıyor. Burada akledişi değiştirmek, evvela referansı  değiştirmek, sonra o referansa bağlı kuralları değiştirmek, sonunda bunlara uygun vaziyet almakla sonuçlanacaktır. İslam’da bunu yaptı, Her şeyin referansı Allah oldu, her şey ona bağlandı. Zikir (Kur'an), kuralları belirledi. Peygamberde zikre uygun nasıl vaziyet alınacağını örnekledi. Müslüman akledişi ve vaziyet alışı da böylece cahiliyyeden İslam’a dönmüş oldu. Burada cahiliyye ve İslam kıyaslaması doğru anlaşılırsa şayet, murad hasıl olmuş olacaktır.  

Cahiliyye bu durumda, o günkü Arap cahiliyyesi falan değil, İslam’ın hakim olmadığı her toplumu içeren doğru bir tanımlamayla İslam’ın kendi ölçülerine sığmayan her toplumsal biçim ve tarz olur. Mesele cahiliyyenin çağı, kurallarının doğruluğu veya yanlışlığında değildir. Bu bağlamda bu günkü anlamıyla ileri ülkeler ve toplumlar sayılan ABD’de, İngiltere, Almanya vs de olduğu gibi ortalama ülkelerden (üstelik halkı Müslüman) Türkiye, Pakistan'da olduğu gibi, “şeriatla” yönetildiği sanılan Suudi Arabistan ve benzeri ülke ve toplumlar da cahiliyyedir! Burada anlaşabilirsek, o zaman soru şudur, bir Müslüman cahiliyye toplumunda ne yapmalı, nasıl yaşamalıdır? Eee, biz de, son elçi Hz. Muhammed’in bu işi nasıl yaptığını ve örnekleyerek gösterdiğini anlamaya çalışıyoruz. Bu siyer yazıları, bu işi ne kadar açıklığa kavuşturursa o kadar başarılı olacaktır!     

H-BEDEVİ YAŞAM TARZINA ELEŞTİRİLER 

Aslında bedevilik, hadarilik izafi kavramlardır. Sosyolojik olarak tanımlanan bu kavramlarla anlatılmak istenen durumlar, sosyolojinin diğer kriterlerinde olduğu gibi her zaman ak ve karayı ifade etmez. Sosyal bilimlerde hiçbir zaman kesinlik yoktur ilkesi, olayları anlamaya yönelik kesinliğin olmayacağını da söyler bizlere. Günümüz de olduğu gibi geleneksel ve modern toplumlar ayrımı da böyle anlaşılmalı, modern öncesi toplumların ilkelliği üzerine yazılan değerlendirmeler çok da ciddiye alınmamalıdır. Sosyolojinin iktisat ve tarih gibi ideolojik bilimler olduğu da unutulmamalıdır.  

Mekke, aşağıda anlatılacağı gibi gelişmiş bir şehir toplumu görüntüsü vermesine rağmen, hala orada Mutayyebuun ve Ahlâf ayrışması, soyca üstünlük davaları, kabile asabiyesinin o şartlar da bile yaşatıldığına delildir. Oysa yaşanılan hayat standardını müştereken paylaşmak, sıkıntılara birlikte göğüs germek gibi güzel özellikler, modern öğretinin tam aksine bedevi tarzı (cemaat tipi) toplumsal yapılarda olmaktadır. Tarihsel tecrübeler de buna işaret eder. O bakımdan toplumlarda bedevilik, bedevi tarzı özellikler sadece kırsala has bir yaşam türü  olamaz. Şehirlerde ve hatta gelişmiş toplumlarda da varlığını  sürdüren alışkanlıklardır. 

Bedevilik, kır veya köylerde hayatın kendisine has avantajlarına sahip olsa da, entelektüel aktiviteler, kültürel gelişim ve yenilikler için uygun mekânlar değildir. Bedevi davranış biçimi olarak nezaketten yoksunluk ve kurallara bağlılık olarak akli tefekkürü geliştirmeye müsait bir yapı değildir. Çünkü orada hantal ve durgun bir yapı vardır. Hz. Peygamberin (s): “Köylerde, mezralarda kalmayın çünkü oralarda iskân etmek kabirde iskân etmek gibidir” (El Acluni), “Badiyede yaşayan kimse mizaç olarak kabalaşır” (Tirmizi, Ebu Davut) gibi uyarıları dikkate değerdir.  

Bu tür hadislerden etkilenen sufi Mevlana, şehirlileri daha zeki olarak nitelemektedir. O “köy hayatının insan aklı için bir mezar olduğunu” söylemekte. Mesnevisinde “Köye gitme. Köy adamı ahmak hale sokar. Aklı nursuz, fersiz hale getirir. Ey seçilmiş temiz adam, peygamberin sözünü  dinle. Köyde yurt tutmak aklın mezarıdır. Köyde sabah akşam bir gün kalan kişiden tam bir ay onun ahmaklığı gitmez. Köyde kalan kişi, nice zaman bilgisiz ve kör kalır” demektedir. Buna rağmen o “toy vermek, yoksul doyurmak da köylüye verilmiştir. Tanrı, garibe ziyafet çekmeyi köylülere vermiştir” diyor.  

Kur'an-ı Kerim, bedevilerin İslam’ı kolay benimsemeyeceğini “Bedeviler hakkı tanımaktan kaçınmada ve ikiyüzlü davranışlarda (yerleşiklerden) daha ısrarlıdır. Ve Allah’ın elçisine indirdiği öğretinin sınırlarını  görmezden gelmek, onlardan daha çok beklenen bir haldir” (Tevbe 97) buyururken “Bedeviler arasında Allah’a ve ahret gününe inanan, infak ettiklerini, kendilerini Allah’a yaklaştıran ve elçinin dualarında anılmalarını sağlayan vesileler olarak görenler de vardır” (Tevbe 99) ayırımını da yapmaktadır. Yukarda bedevi tarz yaşam için aktarılan şeyler, genel durumu açıklayan tespitlerdir. Yoksa her toplumsal tarzda bu tür davranış kodları olabilir.