Cemil ARSLAN
26 Şubat 2008
İSLAMOFOBİ: KÜRESEL EMPERYALİZMİN İSLAM KORKUSU
Batı dünyası, İslam dinini ve Müslümanları potansiyel bir tehdit, tehlike, histerik bir korku unsuru olarak görüyor, fütursuzca ve pervasızca bu tutumunu gün geçtikçe -kartopu gibi- büyüterek sürdürmeye devam ediyor. “İslamofobi” ve “İslamofaşist” kavramları sıklıkla dillendirilir ve duyulur hale geldi.
Dünya kurulduğundan bu yana haklı ile haksızın, doğru ile yanlışın, zalim ile mazlumun, güçlü ile zayıfın yani mustaz’af ile müstekbirin diyalektik mücadelesi insanlık tarihinin dönüm noktalarından birini oluşturur. Zayıf olan sürekli olarak ezilmeye, etkisizleştirilmeye, tepkisizleştirilmeye, kimliksiz ve kişiliksiz bırakılmaya çalışılırken; diğer yandan güçlü olan hükümranlığını sürmeye, keyif çatmaya, yoksulları sömürmeye, hor görmeye ve yok etmeye çalışıyor.
“Dinlerine uymadıkça Yahudiler ve Hrıstiyanlar da senden asla razı olmayacaklardır. De ki: Doğru yol, ancak Allah’ın yoludur. Sana gelen ilimden sonra onların arzularına uyacak olursan, and olsun ki, Allah’tan sana ne bir dost ne de bir yardımcı vardır.”(1)
Yüce Allah, Müslümanlarla gayr-i Müslimlerin konumunu açıkça bizlere bildirmiştir. Müslümanların Yahudi ve Hıristiyanların dinine girmedikçe veya onlara uşak, yandaş ve köle olmadıkça Müslümanları dost edinmeyecekleri aşikârdır. Hatta Avrupalı eski devlet yöneticilerinden birisi, “Türkiye, Hıristiyan olsaydı, Avrupa Birliği süreci belki farklı işleyebilirdi,” savunma mekanizmasını kullanarak küstahça tutumunu beyan etmiştir.
Uzun bir zaman sürecinden beri sözde diyalog ya da uzlaşı çağrılarına, hoşgörü ve iyi niyet unsurunun gündemi bir hayli meşgul etmesine rağmen bu konuda olumlu tek bir adımın bile atılmayışı, karşı taraftan herhangi bir müspet mesajın/katkının gelmeyişi, tek taraflı-katı önyargılara dayalı korku, endişe ve kuşkunun var olması; İslam dünyasının bu konuda daha hassas olmasını, Batılı ittifaka karşı yeni metotlar ve stratejiler geliştirmesi gerektiğini zorunlu kılmaktadır.
“İslamofobi, kelime anlamı olarak “İslam korkusu” demektir. Özgül fobi kategorisine sokulması gereken İslamofobi, terim olarak herhangi bir gerçekliğe dayanmadığı halde İslam ve Müslümanlarda korkma, çekinme içgüdüsünü ifade eder. Tarihi kökleri, İspanya’da Endülüs’ün İslam tarafından fethedilmesine kadar iner. Haçlı seferlerine asker devşirmek isteyen kilise mensuplarının yaptığı asılsız propagandalar ile fikri zemini hayali tehditler ve tehlikeler üzerinde oluşturulan “İslamofobi”, yaklaşık son 10 yıldır yeniden popülaritekazanmıştır. Bunda Huntington’un ünlü “Medeniyetler Çatışması” makalesinde İslam’ı batı için bir potansiyel düşmanlık odağı olarak lanse etmesinin önemli bir etkisi olmuştur.”(2)
Azgelişmiş ülkelerdeki Batı hayranlığına, yerli işbirlikçilere, lider bozuntularına, emperyalist uzantılara, uşaklara, dostlara(!), satılık kalemşorlara, aidiyet duygusundan yoksun, değer, norm ve temellerini yitiren büyük kitlelerin varlığına karşın hala paranoyaya dönüşen korkunun, mesafeli yaklaşımın, kem gözle bakmanın, düşmanca davranmanın sebepleri oldukça düşündürücü ve manidardır.
İtalya eski Reform Bakanı Roberto Calderoli daha da ileri giderek Papa’ya “Haçlı Seferi” düzenlemesini teklif edecek kadar hoyratlaşmış, bunamış ve acziyet göstermiştir. Bu yüzden dolayıdır ki; Müslümanların kimlik, kişilik, inanç ve ahlak anlayışlarını gizlemelerine, aşağılık kompleksine girmelerine gerek yoktur. Ünlü düşünür Cemil Meriç’in tarihin altın sayfalarına geçebilecek meşhur görüşü de zaten bu tezi doğrulamaktadır: “Bütün camileri yıksak, bütün Kuran’ı Kerimleri yaksak batı bizi Osmanlı yani İslam bilecektir.”
Bugün İslami bilince sahip, din, iman ve ahlak kavramlarıyla bütünleşen ve dini vecibelerini ifa eden Müslümanların, emperyalistler tarafından “fundamentalist/radikal” veya “faşist” olarak nitelendirilmeleri de ayrıca üzerinde durulması gereken önemli bir ayrıntıdır. Hakiki Müslümanların bu şekilde vasıflandırılması; Batılı anlayışın temel felsefesini, inancını, ideolojisini, paradigmasını, totaliter perspektifini ortaya koymaktadır.
Batı ülkelerindeki işsizlik, nüfusun giderek yaşlanması, genç ve çocuk nüfusunun tükenme noktasına gelmesi; uyuşturucu, zina, alkol, gasp, terör v.b alışkanlıkların yaygınlaşması; inanç ve ahlak anlayışındaki zafiyet, dejenerasyon ve tükeniş; buna karşılık İslam dünyasındaki dinamizm, genç nüfusun hızla artması, dini şuurun ve toplumsal dayanışma bilincinin gelişmesi Batı toplumunu ister-istemez farklı istikametlere (istikamet bunalımına) ve arayışlara sevk etmiştir.
Değerli Hocam Abdullah Yıldız, “Batılı Öfke” başlıklı yazısında şu görüşleri vurguluyor: “Antik Yunan ve Roma döneminden beri kendisini hep “öteki”si ile tanımlamaya ve var kılmaya alışık olan Batı, yaklaşık bin yıldan beri İslam’ı “ötekileştirmiş” ve kendi kimliğini genelde İslam karşıtlığı ile inşa etmiştir. İslam dünyasına yönelik 12–13.yüzyıl Haçlı seferleri Batılı bilinçaltında derin anti-İslami izler bırakmış, sonraki yıllarda Osmanlıların batıya ilerleyişi ise Avrupa’daki dini birlik çabalarına siyasi boyut kazandırmıştır. Denilebilir ki, Avrupa Birliği fikrinin ortaya çıkışında Osmanlı/İslam korkusu belirleyici bir role sahiptir. 1.Dünya Harbi ile Osmanlı’nın tarih sahnesinden çekilmesi üzerine Rusya’da neşet eden komünizm, bir süre Batı’nın “anti”si işlevini görmüşse de, 1990’da Sovyetler Birliği’nin dağılması ile “kadim öteki” tekrar hortlatılmıştır. 1991 NATO konsepti, Komünizm’in yerine İslam’ı “tehdit” ilan etmiştir. NATO Genel Sekreteri Willy Claes, 1995’te açıkça “İslam fundemantalizmi Komünizmden daha tehlikeli” derken, Batılı liderler ardından “İslam tehdidi”nden söz eder olmuştur. 11 Eylül 2001 olayı ile de İslam-fobik süreç, küresel boyut kazanmıştır.”(3)
Araştırmaya bakıldığında; Türkiye olarak Avrupa’da en fazla ekonomik, sosyal ve siyasi ilişkiler içinde olduğumuz “Alman Toplumu”nun büyük çoğunluğunun İslam Toplumunu henüz içlerine sindiremediğini, kültürler arası çatışmanın ve gerginliğin yaşanabileceğini savunanların oranının geniş bir kitleyi kapsadığını zikredebiliriz. Ne hikmetse, olumlu adımı -tek taraflı olarak- hep biz atıyoruz, özveride bulunuyoruz fakat karşı taraf bu iyi niyetimize, hoşgörümüze ve diyalog çağrılarımıza bir türlü pozitif yanıt vermiyor, düşmanca davranıyor ve bu anlamsız davranışından da vazgeçecek gibi görünmüyor.
CIA Raporu
Bütün bu hayalî korku (İslamofobi), telaş ve endişeleri ruhunun ta derinliklerinde taşıyan ABD İstihbarat Teşkilatı CIA’nın Müslümanların kendileri için müstakbel bir tehlike olmaktan çıkarılması amacıyla İslam toplumu hakkında bazı raporlar hazırlamaya ve bunun neticesinde yeni birtakım hayali/mesnetsiz projeler geliştirmeye başladığını görüyoruz.
CIA'nın 88 sayfalık raporunun girişinde şu cümleler dikkat çekiyor: "İslam Dünyası kendi değerlerini ve doğasını tanımlamanın kavgasını yaşıyor. Peki, ABD'nin bu kavgadaki öncelikleri neler? Önce İslamiyet'ten kaynaklanan şiddetin önlenmesi, sonra ABD'nin İslamiyet'e karşı olduğu imajından kaçınılması ve daha sonra da İslam dünyasının demokratikleştirilmesine yönelik atılacak radikal adımların planlanması...
İslam dünyası şu an gelişme yoksunluğu ve globalleşme ile uyumsuzluk sorunlarıyla boğuşuyor ve bugüne kadar İslam dünyasında çare için bulunan milliyetçilik, Pan-Arabizm, İslam devrimi vb. kavramların da bu çözümde yetersiz kaldıkları görülüyor.”
Bu tanımlamaların akabinde İslam dünyası 4 başlık altında kategorizeediliyor:
1) Köktendinciler: Demokratik değerleri reddederler ve İslami değerlerle yönetilen otoriter bir devlet biçiminden yanadırlar.
2) Tutucular (muhafazakârlar, statükocular): Tutucu bir toplum isterler, modernleşme ve değişim konularına kuşkulu yaklaşırlar.
3) Ilımlılar: İslam dünyasının globalleşmenin bir parçası olmasından yanadırlar, İslam’da reform ve modernleşme isterler.
4) Laikler: Din ve devlet işlerinin ayrılmasından yanadırlar. Batı türü demokrasiden yanadırlar ve dini kişi düzeyine indirgemeye çalışırlar.
Bu kategorik değerlendirmenin ardından ABD’nin neler yapması gerektiği raporda şöyle sıralanıyor: "Önce "Ilımlı İslamcılar" desteklenecek, faaliyetleri ve görüşlerinin yaygınlaşması ve zemin bulması için maddi katkı sağlanacak, daha geniş kitlelere ve özellikle gençlere ulaşmaları teşvik edilecek, sivil toplum kuruluşları kurmalarına, eğitim için yer bulmalarına ve politik süreç içinde gelişmelerine destek olunacak, düşüncelerini yaymak için web sitesi, okul, enstitüler kurmalarının önü açılacak ve Ilımlı İslam'ın kitlelerin alternatifi olması sağlanacak.
Köktendincilere karşı “tutucular” desteklenecek: Bu amaçla, her iki grubun ittifak kurmalarının önüne geçilecek, tutucularla Ilımlı İslamcıların ittifak kurmaları sağlanacak ve tutucu eğitim kurumlarında ılımlı İslamcıların görüşlerinin yayılmasına çalışılacak, tutucu İslamcılar arasında özellikle Sufizm'in taban bulması için uğraşılacak.
Laikler, duruma göre desteklenecek. Laiklerin köktendinci tehlike karşısında ABD ile aynı görüşte olmaları için uğraşılacak ve bu durum, laiklerin milliyetçilik ve sol akımlara yanaşması önlenerek gerçekleştirilecek. Köktendincilerle etkili mücadele edilecek, bu konuda köktendincilerin terör eylemleri sürekli gündemde tutulacak, gazetecilerin köktendinci akımlar içindeki yolsuzlukları, baskıları, moralsizliği sürekli gündemde tutmaları teşvik edilecek, aralarındaki bölünmeler hızlandırılacak.
Raporun daha sonraki bölümlerinde kategoriler daha ayrıntılı anlatılıyor ve Türkiye'yi ilgilendiren bölümler yer alıyor. Örneğin; köktendinci gruplar arasında El Kaide ile birlikte Kaplancıların olduğu ifade ediliyor. Laik kategoriye en iyi örnek olarak, Türkiye'deki Kemalistler gösteriliyor ama milliyetçilik, devletçilik v.b akımlar nedeniyle laiklerin ABD'ye kendilerini çok yakın bulmadıkları da raporda yer alıyor. Peki, bu durumda en iyi ittifak adayı olarak kim kalıyor? Rapora göre, bu durumda en iyi ittifak Ilımlı İslamcılarla yapılabilir.
Raporun daha sonraki bölümlerinde İslamcı grupların kadın, evlilik, cihad, demokrasi, eğitim vb. konulara nasıl baktıkları da detaylarıyla inceleniyor
Raporun son bölümünde "Derin Strateji" başlığı altında yapılacaklar ayrıntılı olarak anlatılıyor. Burada en ilgi çekici olanı; “Ilımlı bir İslami lider oluşturulması” konusudur. Ilımlı İslamcılar'ın cesur sivil liderler olmasına çalışılmalı, demokrasi, insan hakları, kadın hakları konusunda etkili politikalar geliştirmelerine katkı sağlanmalı. İslam’ın bir “üst kimlik” olduğundan çok, “insanların kimliklerinin bir parçası” olduğu işlenmeli, sivil toplum örgütleri oluşturularak Ilımlı İslamcı liderlerin güçlendirilmesine çalışılmalı...”(4)
Konu üzerinde çok fazla yorum yapmaya gerek görmüyorum. Ancak ne yazık ki, bütün bu çıplak gerçeklere karşı sağır, kör ve dilsiz olan Amerikan hayranlarını, mandacı mantığı, Avrupa Birliği hayali ile yanıp-tutuşanları, ülkemizin ve dünyamızın realitelerine nötr kalanları, İslam dinini dünyevileştirmek isteyen seküler zihinleri, Protestan beyinleri, devşirmeci anlayışları, diyalogcu kafaları, açık ve berrak havadan rahatsız olan derin devletçileri, yapay gerilimcileri, sanal irticacıları, sun’i gündemcileri, darbe gelenekçilerini, kriz klasikçilerini nasıl değerlendirmek, nereye koymak gerekiyor? Doğrusu, söyleyecek söz bulamıyorum.
ABD Başkanı George Bush, Hürriyet ve Bild am Sonntag gazetelerinde yayınlanan söyleşisinde, Bild Genel Yayın yönetmeni Kai Diekmann’ın sorularını yanıtladı: “Teröre karşı savaşın mutlaka kazanılacağını vurgulayan Bush, özellikle Ortadoğu’da meydanın radikallere bırakılmayacağı uyarısında bulundu. Bush, Irak savaşının başarılı olacağını belirtti, İran’ın nükleer silah hayalinden vazgeçmek ya da izole olmak arasında seçim yapması gerektiğini dile getirdi.”
Bush’un diğer sorulara vermiş olduğu yanıtlar şöyledir: “Müslüman dünya ile Batı arasında daha fazla anlayışa ihtiyaç var. Başka insanlar için bazı kelimelerin ne anlam geldiğini bilmek zorundayız. Bazen ben de verdiğim mesajlarla istemediğim yanlış sinyaller gönderiyorum. Aslında öyle yapmak istemiyorum ama Müslüman dünyasında tepkilere neden oluyor. Diğer taraftan da, gerçek İslam’ın ne olduğunu bilmek, bana büyük rahatlık veriyor. İslam barışçıl bir din. Bu dine bağlı insanlar, diğer insanların haklarına saygı gösteriyor. Büyük dinlerin ortak değerleri var. Biz, aşırı İslamcıların bu büyük dinin doğasını bozmasına izin vermeyiz. ABD ve Müslüman dünyasının birlikte yapacağı çok iş var. İnsanlar konuştuğunda, onların ne dediğini dikkatle dinlemek ve dediklerini ciddiye almak önemlidir. Örneğin; El Kaide konuştuğunda, sözlerini ciddiye alırım. Bin Ladin, Batıya zarar vereceğini söylediğinde, ciddiye alırım. Zarkavi’nin, Zevahiri’nin söylediklerini ciddiye alırım. Ahmedinecad konuştuğunda ciddiye almamız gerekir. İsrail’i yok edeceğini söylediğinde bunu çok çok ciddiye almamız lazımdır.”(5)
Bush’un bu söylemlerinden bazı sonuçları çıkarabiliriz: Birincisi; İslam dünyasında kendi varlığını tehdit edecek, küresel sömürü düzenine alternatif olabilecek, dini ve ahlaki sorumluluklarını hakkıyla ifa edebilen her türlü oluşum, örgütlenme, yapılanma, düzen ve sistemin varlığını asla istemediğini, benimsemediğini, içselleştirmediğini ve “faşist” olarak yaftaladığı bu tür yapılanmaları izole etmek veya bertaraf etmek için sonuna kadar aktif mücadele edeceğini söyleyebiliriz.
Müslümanlarla flört etmek ister gibi bir tavır takınmasının temel nedeni de; bu güne kadar izlemiş olduğu hegemonik siyasetin, oportünist politikaların, edinmiş olduğu haksız sermayenin ve yapmış olduğu mezalimlerin ortaya koyduğu reaksiyonları yumuşatmak, kendi iktidarını meşru ve masum(!) olarak takdim etmek ve adeta bir promosyon gibi sunmaktan başka bir şey değildir.
İkinci sonuç ise; Amerika’nın, İsrail’in çıkarlarını, istikbalini muhafaza ve müdafaa etmek, Ortadoğu’nun kan gölüne dönüşmesine seyirci kalmak, Yahudi lobilerine hoş ve şirin görünmek, İran’a saldırmak için en küçük bir kımıldanmayı (psikolojik illüzyon) bile savaş sebebi olarak değerlendirmek, bu şekilde hem kendi ulusal hedeflerine hem de İsrail’in nihai ideallerine hizmet etmeyi kendine vazife olarak telakki etmesidir.
Bütün bu olup-bitenlerin Müslümanların aleyhinde tezahür etmesine karşın, Müslümanların kendi içlerinde sudan bahanelerle parçalara, hiziplere, kamplara bölünmeleri, ipe-sapa gelmez saçma-sapan basit ihtilafları da ayrı bir paradokstur. Zira dış düşmanlarımızla uğraşmaktan çok kendi içimizdeki fitne, fesat, çatışma ve çelişkileri yok etmek için aksiyon göstermemiz ve bu konuda müşterek bir mutabakat oluşturmamız daha mantıklı, akılcı ve kalıcı bir yöntem olacaktır, diye düşünüyorum.
Burada sorgulanması gereken diğer bir nokta; Müslümanların/İslamcıların iktidar mücadelesidir. İktidara gelmeden önce ideal olanı, toplumsal gerçekleri, müspet değerleri savunan ve bu mücadele sürecini “varlık nedeni” olarak kabul ettiğini ifada eden Müslümanların siyasi iktidara geldikleri ve devlet gücünü eline geçirdiklerinde asıl var oluş (ontolojik) nedenlerini unuttuklarını, anımsamadıklarını veya bu anlayışlarının zafiyete ve acziyete uğradığını görüyoruz.
“İslamcı hareketler, ezici bir halk desteğiyle iktidara geliyorlar; ama iktidarda, başlangıçtaki heyecanlarını ve dinamizmlerini yitiriyorlar; kalıcı bir siyasi canlanma ve ekonomik gelişme gerçekleştirmekte büyük ölçüde başarısız oluyorlar. Bu ulusal diriliş hareketleri, kısa bir süre içinde, despot yöneticilerin ve katı bürokrasinin kıskacına düşüyorlar; böylelikle ideolojik olarak gerçeklerden kopuyorlar ve bir avuç çıkar çevresinin çevirdiği ve döndürdüğü yolsuzluk sarmalına bulaşmaktan kendilerini kurtaramıyorlar. Hepsinden de önemlisi; İslamcılar, Arap ve İslam dünyasını mevcut çözülme, çöküntü ve bölünmelerden kurtarabileceklerini gösteren somut program ve projeleri geliştirmek ve iktidara gelmekle, mevcut yozlaşmış ve kokuşmuş siyasi, ekonomik ve sosyal yapıların yalnızca görüntüsünü değiştirmekle yetinmeyeceklerini, kalıcı ve köklü atılımlara imza atabileceklerini ispatlamak zorundadırlar.”(6)
Sonuç olarak; bütün Müslümanların ve hatta tüm beşeriyetin radikal, kökten dinci, fundamentalist, değişime kapalı, dogmacı, statükocu, marjinal, hoşgörüsüz, terörist, insan haklarına saygısız, kadın haklarını ihlal eden v.b vasıflandırma, karalama, yaftalama ve iftiralara karşı “topyekûn ittifak” içine girmeleri; müşterek değerler ve ortak paydalar etrafında kenetlenmeleri, dinamizm ve ideallerini kaybetmemeleri, “polyanna rüyası” görmekten vazgeçmeleri gerekir.
Yine Müslümanların iktidara geldiklerinde mazilerini unutmamaları, ayağını yere sağlam basmaları, somut ve köklü adımlar atmaları, Batılıların geliştirdiği “böl-parçala-yut/yönet” politikasını tersine çevirmeleri, küresel kuşatmayı tümüyle ortadan kaldıracak metotlar geliştirmeleri, yerli ve yabancı emperyalizmin kirli oyunlarına gelmemeleri ve çirkin tuzaklarına düşmemeleri, köhneleşmiş oligarşik bürokrasiye ve otoriter/baskıcı yöneticilere karşı “aktif direnç” göstermeleri mutlaka şarttır…
DİPNOTLAR:
1) Bakara Suresi: 120
2) Dr. Hayati BİCE: Yenişafak Gazetesi, Düşünce Gündemi, 29.04.2006
3) Umran Dergisi, Mart 2006 Sayısı, Sayfa: 37
4) Kaynak: Rand.org “Civil Demokratik İslam: Partners, Resources and Strategies”, www.acikistihbarat.com, 02.04.2006
5) hurarşiv.hurriyet.com.tr, 07.05.2006
6) Ammar Ali Hassan, Yenişafak Gazetesi, Düşünce Gündemi, 02.05.2006