Hüseyin ALAN

09 Ağustos 2010

KİFAYETSİZ TERCİHLER

Bir zamandır süregelen anayasa maddelerindeki kısmi değişiklikler üzerine yoğunlaşan gündem, referandum süresinin yaklaşması ile diğer gündemleri de belirler hale dönüştü. PKK saldırılarının artması, askeri operasyonların yoğunlaşması, kimi “uygun” yerlerde iç çatışma provalarının gösterime sokulması ve aynı merkezden yönlendirmeli benzeri gelişmeler, tüm ülkeyi etkisi altına alarak insanları ortak bir çözüm için “benzeşmeye” yönlendiren bir atmosfer basıncına dönüştürüldü.

 

Bu arada gelişen olayların merkezine oturtulan “Kürt sorunu” araçsallaştırılarak kimilerinin özgürlük, barış ve demokrasi refleksini artırırken, aslında liberalizmden başka ideoloji kalmadığını “tarihin sonu ” olarak çok önceden ilan edenleri de haklı çıkartmaya yaradı(!).  Gerçekte ise, tüm sorunların anası olarak asıl sorun olan devletin-sistemin niteliği başarılı biçimde göz ardı ediliyor.

 

Oligarşik iktidar yapısı dolayısı ile iktidar çevreleri tarafından kuşatıldığını ve özgürlük imkânlarından mahrum bırakılarak dışlandığını veya iktidar bloğunda hak ettiği yeri alamadığını düşünen ve dolayısı ile kendilerini mağdur gören tüm sosyal gruplar, uluslar arası atmosferin de katkısı ile tek başına baş edemediklerini düşündükleri Kemalizm’e karşı duydukları öfkelerini de açığa vurma fırsatını yakalayıp rahatlamış oldular. Böyle olmalı ki liberal-demokrat tezler ortak paydasında buluşan tüm gruplar, topluca “muhalefet” etme atağına kalkmış gözüküyorlar.  

 

Sosyal gruplardan her birisi dilediği muhalefet tarzını seçebilir, ortak platformlar oluşturup ortak muhalefet yürütebilir, ülkede şikâyetçi olduğu ve karşı çıktığı politikalara, uygulamalara ortak tavırlar da geliştirebilir. Bu bakımdan her bir grubun sahiplendiği dinleri (ideoloji), amaçlarına uygun tutarlı gerekçeleri nedeniyle, yeterince popülizm kokan muhalif gösterileri ve tavırları da anlaşılabilir bir şeydir.  

 

Ne var ki; ben Müslüman’ım, ben de Müslümanlardanım diyenler, her durumda bağlı olacaklarını beyan ettikleri referanslarını-dinlerini dikkate alırlar, inzal edilen esaslar doğrultusunda ve genel-özel konularda her zaman gösterilmesi gereken teslimiyetlerini de her daim gösterirler. Bir anlamda, beşer olarak yapıp etmelerimizin tamamında neden öyle ya da böyle davranmamız gerektiğinin gerekçesi, bu bağlamda yapılması gereken ve de bizleri bağlayan tercihlerle doğrudan alakalıdır.

 

Bu tercihlerimiz sayesindedir ki bizler referansımıza bağlı kalır, davranışlarımızı sahihleştirir, sözümüze sadakat katar ve Allah’a olan kulluğumuzu sürdürürüz. Böylelikle insanlara karşı hak beyanların şahitleri olarak marufu emr, münkeri nehy sorumluluğunu yerine getirmiş ve kâfirlerle dost olmaktan, siyaseten velayet ilişkileri sürdürmekten uzak durmuş olabiliriz. O halde Müslüman kulun yaptığı her bir tercih, bu da böyle olsun denmeyecek kadar önemlidir, kıymetlidir, esastır. Nihayet biz Müslümanlar biliriz ki, insanlar, yaptıkları tercihlerinden dolayı hesaba çekileceklerdir.

 

Bilinir ki ibadet ve kulluk anlayışı belirli alanlara has, belirli ritüellerden ibaret değildir. Aksine, esaslı bir tercihten hareketle dünyevi hayatın tamamında olması gereken ve diğer tercihlerle belirlenen özgün bir yaşam biçimi olarak her alana ve her ilişkiye ait kuşatıcı bir tutarlılığa ve inşacı bir kişiliğe aittir.

 

Buradan hareketle, namaz kılarken istikamet olarak Allah’a yöneldiğimizde verdiğimiz sözün anlamı, kıyamda tekrarlayarak içerik ve detay kazandırarak tescillediğimiz zikrin sonucunda, itibar edeceğimiz tek söz sahibinin ve büyükleyeceğimiz tek varlığın ancak Allah olduğudur. Dolayısı ile bir başkasının veya başkalarının istikametine yönelmeyeceğimizi, onları asla büyüklemeyeceğimizi, tezlerine ve değerlerine itibar etmeyeceğimizi, sözlerine ve ölçülerine uymayacağımızı da beyan etmiş oluyoruz.

 

Tercihe dayalı olarak namazda Allah’a gösterdiğimiz teslimiyet ve itaat örnekliği, sadece bu işte ve o anda olmayıp, ondan sonra başlayan ve devam eden hayat içerisindeki siyasi-sosyal-ekonomik-kültürel her işte ve ilişkide de gösterilmelidir. Namazında Allah’a itaat eden bir kul, siyasi ilişkilerinde ve tutumunda başkalarına itaat edebilir, bu işleri birbirinden ayrı tutabilir mi?

 

Türkiye’de, Oligarşik iktidara bağlı Laik-Kemalist-Batılı değerleri savunan ve yaşayan, sistemin itibar ettiği ulusal Türk kimliğini benimsemiş azınlığın dışında kalan sosyal grupların tamamının bu sistemle sorunları olabilir ve sorunlar çerçevesinde sisteme karşı da olabilirler. Müslümanlar da bir biçimde sisteme karşı olabilirler. Karşı olmak bakımından çok genel bir bazda ortak bir payda da olabilir.

 

Kemalist sistemi zayıflatan her açılım yahut politik değişimler dolayısı ile sistem muhalifi gruplar tarafından yararlı bulunabilir hatta desteklenebilir de. Burada kimin ne amaçla ne yaptığından daha çok, Oligarşik iktidar gruplarının ve sistemin geriletilerek grupların özgürlük alanlarının genişletilmesi ve sistem tarafından kabul edilmesi esas alınmaktadır. Bir anlamda, “düşmanımın düşmanı dostumdur” felsefesi ve pragmatizm ön plandadır.

 

Müslümanların sistem karşıtlığı ve gerekçesi, otomatik olarak taleplerini de gündem yapacağı için, şüphesiz diğer gruplardan öncelikle temelde farklılaşacak ve ayrışacaktır. Bu nedenle, sistem karşıtlığında Müslüman’ca muhalefetin gerekçesine uygun ve tutarlı bir tutum sergilenmeli ki, Müslümanlar ve Müslüman’ca talepler de bu nedenle içerde tutarlılık kazanarak diğerleri tarafından dikkate ve ciddiye alınabilsin ve sonuçta kendine has gündem yapılabilsin.

 

Aksi durumda Müslümanlar, tıpkı bu günlerin getirebileceği durumlarda olduğu gibi, kısa bir süreç sonrasında, palyatif ortaklıklar bozulduğunda diğerleri tarafından ve haklı olarak tutarsızlık ve “sahtekarlık” suçlamasından kurtulamayacaklardır. Bu sonuç, diğerlerine ve sisteme bühtan etmeden, kendi mücadele çizgisini ve amaçlarını netleştirememiş grupların büyük büyük laflarına rağmen kendi sorunu, eksikliği ve ayıbı olarak görülmelidir.

 

Anayasa maddelerindeki kısmi veya tamamına dair siyasi bir değişiklik süreci ile “Kürt meselesi” gibi yakıcı hale getirilen toplumsal bir konuda Müslümanlar pragmatik ve aceleci davranarak, kendi dinlerine ait esaslı bir görüş beyan etmekten ve doğru bir tercihe dayalı doğru bir taraf olmaktan uzak düştüler. O nedenle yaşadıkları hayatı hak değerler üzerinde dönüştürme iddiasının altında kalıp yaşanan hayatta bir yer tutmaya razı olma noktasına ulaştılar. Sonuç olarak kendi referanslarından kopup başkalarının görüşleri etkisi altında kalanların, onlar gibi politikalar üretmesi ve benzer taraflardan yana yer tutması normalleşti. Başka bir deyişle bu durum, asıl sorun olarak zihinsel bir problemi de açığa vurmuş oldu.

 

Zihinsel problemi olanlar, tercihlerinde sahihlik çizgisini bulanıklaştırıp kaçıracak, kifayetsizliğe düşeceklerdir. Bu duruma düşenler, yukarıdaki tartışmalarda çözüm olarak ortaya sürülen ve başkalarına ait başat yol haritalarının peşine takılarak seküler ideolojinin belirlediği yeni toplumsallıkta, neo-nurculuğun “Kur’an’ı önceleme” farkıyla yeni versiyonunu üretecek ve nihayet Emevi’lerle başlayan tarihsel çizgideki “devlet dindarlığını” yeniden keşfetmiş olacaklardır. Siyaset alanının, politik iktidar yapısının uluhiyet ve rububiyet alanı olduğunu da unutarak... Ne diyelim, hayırlı olsun(!).