Mustafa ATAV
KİRLİ KAVRAMLAR VE MÜSLÜMANIN DUYARLILIĞI
Hiç hazzetmem modern / modernite / modernizm, postmodernizm ve bunları ihsas ettiren kavramları kullanmaktan. Gel gör ki okuduğumuz kitap, dergi, makalelerde ve günlük hayatımızdaki birçok konuşmada bu kavramlara muhatap oluyor ve onları dile getirmeden edemiyoruz.
Yaşam pratiklerimizi ve bunlara dair geliştirdiğimiz anlam dünyalarımızı malum kavramlarla tanımlamak ve ispatlandırmak bir zorunluluk haline getirilmiş neredeyse. Hele entellektüel damarımıza basılmaya görsün, bir bir çıkıverir onlara ait cevherler…
Bizim inancımızla, buna dair gelişmiş değer yargılarımızla barışık olmayan birileri kelime/kavram bağlamında siyaset, sosyoloji, sanat vs. sözlüklerine anlam dünyamızın tahrifine yönelik katkıda bulunmuş, dünya âlem o terimler üzerine, ha babam de babam kafa yormuş, yoruyor. Sanki bizim özgün kültürümüzde onların hakkından gelecek ve onların fevkinde kavramlarımız yokmuş gibi.Hem de en tevhidi olanından..
Modernizm öncesi, modernizm sonrası, postmodern vs.
Nereye uyuyorsa artık, uydur uydurabildiğin kadar!
Darbelerimiz, 28 Şubatlarımız(!), e-muhtıralarımız bile bu kavramlarla analiz edilir oldu!
İlginç mi ilginç!
Bu girişten sonra cahilce(!) bir iddia da bulunsam (birbirleriyle ilintileri tartışılan sahaya göre farklılık arz etse bile) ”Modern, Modernite, modernizm ve postmodernizm kavramları İslam tarihini, İslam düşüncesini ve tabii ki İslam toplumlarını; ayrıca İslam toplumlarının sosyal/siyasal olgularla, sanatla, ekonomiyle, doğayla, tarihle vs. ilişkilerini ve onlara bakışını çağdışılık, gericilik, yobazlık, aydınlanma ve medeniyet karşıtlığı şeklinde göstermek adına üretilmiş kavramlardır.” desem acaba ne düşünülür?
Bizim değer yargılarımıza yabancı olanların bu soruya vereceği cevap kaçınılmaz olarak yine aynı kavramların kullanıldığı cümleciklerle donanacaktır. Buna teşne bir entellektüel dokumuz var çünkü.
Küresel hegemonya ve emperyalizmin malum kavramları kendi laboratuarlarında profan algılarla bezeyip ürettikten sonra, onları kendi ikballeri için yıllarca tahakküm altında tuttukları doğulu insanın yaşam alanlarında kullanarak vahşice örneklendirdiği izahtan varestedir.
Buna entelektüel zemin hazırlayan batılı aydınların, ihtiraslı bir şekilde düşüncelerine talip olan ve her tarafından kompleks fışkıran taklitçi yerli aydınlarımızın, çağa tanıklık etmek ve karşı taraftan daha fazla çağın içinde olduklarını ispat etmek adına malum kavramları, bilgiçliklerinin ve özellikle profan algılarının söze dökülmüş hali olan cümleciklerde sıralamaları hiç de şaşırtıcı değildir.
Ayrıca, içinde doğduğu kültüre ve inanç biçimlerine sırtını dönerek inkâr eden insanların, ayniyle vaki yaşandığı ve görüldüğü gibi kendi insanını batılı insanın anlayışına paralel olarak bu kavramlarla mahkûm etmesi de yabancısı olduğumuz refleksler değildir.
Öyle ki; bize modern ve çağdaş olmayı, aydınlanmacı bir bakış açısının ne’liğini öğreten toplumların şekilde görüldüğü gibi Irak’ta, Filistin’de, Afganistan’da, şimdi de D.Türkistan’da yani özellikle Müslümanların yoğunluklu olarak yaşadıkları coğrafyalarda insanları katletmeleri, onları tehcire zorlamaları, anlaşmaları halinde sömürüye razı etmeleri bahsettiğimiz kesimin umurunda değildir sanki. Sanki-si fazladır, bu insanlara göre Batı, modernleşmek adına, modernizm adına doğulu insanı yok ederken ve kendi değer yargılarını empoze ederken çağdaş, medeni, demokrat; buna karşı mücadele/tavır geliştiren kesimler de gerici, yobaz, isyancı, terörist, irticacı vs. olmaktadır.
Bu kabulden sonra denilecek şey şudur: Çağa ayak uyduramayanlar,öğretilmiş şekilde çağdaş ve modern olamayanlar sömürüyü, istilayı ve katledilmeyi çoktan hak etmektedirler!..
Mübalağa kabul edilmezse şayet Türkiye, sırf bu kaygılarla(!) ondokuzuncu yüzyılın hemen öncesi ve sonrasında sosyal ve siyasal dönüşüme zorlanmış bir ülke durumundadır. Aydınlanma uğruna batılı insanın değer yargılarını sahiplenip kendi insanına zulüm aracı olarak kullanan ve kendi geçmişini/tarihini inkâr edip hafızasını yok eden, etmeye zorlanan/zorlayan insanların yaşadığı bir süreçte neler olduğunu yakın tarih okumalarımızdan öğrenebiliyoruz.
Yaşatılan zulmün, yüzbinlerce insanın ölümüne sebep olunan savaşların ve adaleti kıyısına köşesine yaklaştırmamış mahkemelerin kararlarıyla binlerce insanı nahak yere katletmenin akabinde kurulan bir devletin her tarafı cumhuriyet olsa ne yazar,”Biz aslında insanımızı ve coğrafyamızı manda ve himayeden kurtardık, yedi düvele meydan okuduk!” dense ne yazar.
Maalesef birileri bizi o demlerde yaşananlar için “vatan, Millet, Sakarya” edebiyatıyla kandırmakta ve hala o sermayeyi kullanmaktadırlar.
O günden bu yana batılı insanın, batı hegemonyasının dayatması ve maalesef birlikte yaşamak zorunda olduğumuz kendini inkâr eden insanın batılı değerlere öykünme süreci bitti mi sanki?
Yaşadığımız vasatta tartışılanlara, konuşulan ve dayatılan gündemlere bakarsak bitmediğini görmek zor değildir.
Ne hazindir ki ve Modernleşmeye, çağdaş olmaya, medeniyetler ittifakının peşinde/içinde olmaya o kadar kararlıyız ki(!) hala ihtilaller, hala darbeler konuşup durmaktayız!
Kendi insanını bu denli gerilime mahkûm eden, iktidarıyla muhalefetiyle hiç sayıp aşağılayan siyasilerin ve onlara destek çıkan yalaka okumuşların çağdaşlık, modernlik, medeniyet söylemlerine itibar etmek kurulmuş tuzağın içine düşmekten başka bir şey değildir.
Dikkatli gözlem yaptığımızda bu söylemlerin peşinde gittiğimizi/gidildiğini fark etmek zor değildir.
“Arık yirmibirinci yüzyıla girdik, bu saatten sonra darbe/ihtilal olmaz...”
“Küreselleşme/globalizm ve tabii ki aydınlanmanın geldiği son nokta bu endişeleri ortadan kaldırmıştır.”
“Çağdaş dünyada, modern hayat telakkisinin hızla kendine zemin bulduğu bir vasatta darbeci zihniyetin kendine yer bulması mümkün değildir.”
“Demokrasi ve paralelinde liberalizm malum anlayışların kökünü kazımak için vardır.”
“Darbecilik ve ihtilalcilik gayr-i medenidir, modern dünyanın enstrümanı olmaktan çıkmıştır.”
Vb. ifadeleri liberal/demokrat aydın ve bir o kadar da âlim(!) yazarlarımızın yazdıklarından okuyor ve demeçlerinden dinliyoruz.
Ama hala birileri, çok yakın geçmişte olduğu gibi güya milyonları sokağa çıkarıp eylem yaptırıyorsa,”ordu/asker göreve” pankartları taşıttırıp sloganlar attırıyorsa ve bunu Cumhuriyetin ilkelerini korumak ve hatta yaşatmak adına yapıyorsa bu söylemlerin toplumsal kabulünün oluşmadığının ve zor olduğunun göstergesidir.
Bundan sonra da anne/babasının elinden küçük yaşlarda alınıp, kesintisiz ve ladini eğitime maruz bırakılan nesil için mevcut yaşam biçimi, özellikle öğretilen ve egemen güçler tarafından tavsiye ve telkin edilen Cumhuriyet ilkeleriyle bezenmiş hayat tarzı herhalde vazgeçilebilecek bir şey değildir. Kaotik bir tablo resmetmek garip kaçabilir belki; ama zaten bütün dünya batılı değer yargılarının tarif ettiği özgürlükler alanı haline gelse bile -ki özgürlük nedir, ne değildir tartışılmalıdır-ölüm vakti gelene kadar hem zihinsel ve hem de ameli eylemden muaf tutulmamız söz konusu değildir.
Yani dememiz o ki malum kavramlar çerçevesince geliştiği varsayılan özgürlüklerin rehavetine kapılmak Müslüman aklın ve vicdanın işi değildir, bilakis her zamankinden daha fazla sorumluluk yüklenildiğinin farkında ve bilincinde olunmalıdır.
İmdi: Modern olmak, çağdaş olmak, medeni olmak, şayet kendi yaşam biçimlerini eleştiren ve onları profan algıdan kurtarıp uhrevi anlayışa, hayra/hakka davet eden zihniyete karşı tavır geliştirmekse kalsın, biz almayalım!
Unutmayalım ki öncesi bir tarafa miladi tarihin adını koyan sürecin mimarları Kur’an vahyedilene kadar insanlığa fetret dönemini miras bırakmışlardı. Kitabı, vahyi terk eden, peygamberlerle savaşmayı ve onların mesajlarına kulak tıkamayı meslek edinmiş zihniyet o fetret döneminde var olmuş ve sonra Kur’an’ın vahyedilmesiyle de yok olmuş değildir. Üstelik küfür, küfrünü sürdürmeye kıyamete kadar söz aldığına göre, şimdi de içimizde hayatını modern kılıflarla ve destekçisi olduğu iktidar ve hatta muhalefet çatışmalarıyla idame ettirmektedir.
Bu şartlarda, güya insanın kendi beşeri çabalarıyla en nihayet keşfedip bulduğu liberal/demokratik söylemlerle oluştuğu iddia edilen ve aslında insanı tüm ahlaki ve tabii ki vahyi/ilahi değerlerden uzaklaştırarak uhrevi saadeti/mutluluğu zora sokan seküler/profan özgürlük alanlarının içinde koşturmak/koşuşturmak, dediğimiz gibi ilahi iradeye teslim olmayı yeğlemiş, aklın modernine kulak vermemeyi kendine şiar edinmiş Müslüman bireyin işi değildir, olmaması da gerekir.
Bugün dünyanın birçok yerinde (Uygur Türklerinin katledilmesi vb. olaylar) hala binlerce insan katlediliyor ve kendi inançlarını terk etmeye zorlanıyorsa ve yine milyonlarca insan bugün hala nerde ve ne zaman öldürüleceği korkusunu yaşıyorsa demek ki üretilen kavramlar sahici değildir ve içleri boştur.
Temel de vahye sırtını dönmüş ve vahyin insanı ve eylemlerini tarif ettiği kavramları boşlayıp kendi vesveselerini, karın gurultularını ilahlaştıran insanın kendi yararına kavramlar üreteceğini ve o kavramlar çerçevesince yaşam klasiği oluşturacağını sanmanın karşılığı müstağnilikten başka bir şey değildir. Haddi aşan, tuğyan eden, sağına soluna müstekbirce bir edayla hüküm koymaya çalışan insanın bir başka insan-lar için mutluluk reçetesi yazması ne kadar olası, mümkündür ki?
Son söz…
Herkesin bildiği gibi fıkıhta şöyle bir kural vardır: “Eşyada aslolan ibahe'dir” yani eşya aslında mubah, temiz ve caizdir. Eşyayı zararlı kılan, kirleten insanın bizatihi kendisidir.”
Bu kabulü kelime ve kavramlar için yürütürsek konu edindiklerimiz temiz, faydalı/yararlı olup çıkarlar mı, soralım?
Böyle bir mukayese önermek garip ve saçma gelebilir; ama malum kavramların hayat bulduğu coğrafyalarda göz boyayan uygulamaları görerek bu önermenin ihsas ettirildiği de bir vakıadır. Fakat, dikkat çekelim ki baştan beri söylemeye çalıştığımız gibi, bizim de rızamızla gündemimize iliştirilen kavramlar, kavramların neşet ettiği yerlerde güya yeryüzü adaleti çerçevesince ve yine güya hakkınca kullanılsa bile iktidarlar ve onların toplum içindeki işbirlikçileri/ajanları va’z ettiklerinin hilafına bir sosyal bilinç oluşması halinde gereken müdahaleyi yapmak ve süreci kendi lehlerinde tutmak için alesta vaziyette beklemektedirler. Bunun böyle olduğunu zaten gördük ve görmekte de devam ediyoruz.
Hepimiz biliyor ve inanıyoruz ki Rabbimizin uhrevi saadetin, mutluluğun kaynağı olarak yazdırdığı reçete bizatihi Kur’an’ın kendisidir. Aynı zamanda orada yazılanları inanarak fiilen uygulamamız halinde gerçek mutluluğa kavuşacağımızın garanti belgesidir.
Bilelim ki kirli zihinlerde, kirli amaçlarla üretilmiş kavramlar gerçek saadetin önünde durmaya söz vermiş şeytani vesveselerden başka bir şey değildir.
Kötülüğün sesine ancak onun gibi olanlar kulak verir, gerçek mü'minler ise Hakk’ın sözüne.