Hüseyin ALAN

12 Şubat 2011

MUCİZE KONUSU VE BİR MODERNLİK DEĞERLENDİRMESİ -I-

"Siyerin Gölgesinde" yazılar dizimizin bir parçası olarak, lakin Fil vakası özelinde bir antiparantez şeklinde iki ayrı bölümlük bir yazı olarak mucize konusu ve bu bağlamda modernist yaklaşımları değerlendirmek istedik...

 

Mucizevi fil vakasını, ardından gelişen olayları ve sonuçları değerlendirirken kitabının ilgili bölümünde küçük bir rivayet aktarır İbn İshak. Meşhur rivayet aynen şöyledir, “Arap topraklarında ilk defa kızamık ve çiçek hastalıkları, mürrüsafi[i] ağacı ve üzerlik gibi otlar, fil senesinde görüldü”.[ii] Tamamı bu kadar olan rivayet, özellikle modern okuma yapan sonraki siyerciler tarafından çokça benimsenip nakledilirken, gerçekte bağlamı dışında anlamlar yüklenerek yorumlanacaktır.

 

Muhtemel tercüme hatasını ve rivayetin sıhhatini tartışmadan, konuyla ilgili ilk dönem diğer siyercilerin naklettikleri rivayetleri dikkate alarak ön yargıdan kurtulup konuyu bağlamında değerlendirmeye çalıştığımızda, cümleyi şöyle okumak daha makul gözüküyor: “…Bu gibi durumlar, o coğrafyada daha önceden hiç görülmemesine rağmen, alışık olunanın dışında, ilk defa fil olayından sonra baş gösterdi”. Kuran’ın mucize ile ilgili mesajına ters düşmeyen, fil süresinde anlatılanlarla da çelişmeyen böylesi bir makul okuma, gerçekte vuku bulmuş mucize (ayet, delil, burhan…) anlayışına daha uygundur.  

 

Coğrafya bilgisine vakıf olanlarımız da bilir ki, yeryüzünde meydana gelen ve bizlere basit tabiat olayları olarak okunması belletilen deprem, tusunami, sel felaketi, salgın hastalıklar, denizlerin çekilmesi, volkanik dağların püskürttüğü lavlar gibi büyük olaylar sonrasında, coğrafyada ve toprak üzerinde bazı jeolojik değişiklikler meydana gelir. O yörelerde daha önceden var olan bitki örtüsünden tutun, iklime kadar kimi yenilikler oluşur. Bu değişim bile sonrakiler için başka bir ibretlik konu oluşturur. Bu gibi durumların, anlamak ve beşeri olarak yapılması gerekenleri yapmak dışında, iki tür değerlendirmeye tabi tutulduğu görülür.

 

İlkinde, bu gibi olaylardan ibret almak için onlara Allah’ın birer ayetleri, mucizeleri olarak bakarız. Mülkün, kâinatın, arzın ve kürenin gerçek sahibiyle irtibatlandırır, tüm canlıların yaratılmışlığı, aczi, kaderine ve ecellerine hükmedildiği ile bağ kurarız. Allah’ın kudretini, takdirini ve vaat edilen ahiret yurdunu hatırlayıp secdeye varırız… İkincisinde, eşyaya, varlığa ve tabiata hükmetmek, ona karşı koymak, onu dize getirmek isteyen modern düşünüşlü insan bakışı ile bakar, sıradan bir tabiat olayı olarak görür, olayları kendi bağlamında değerlendirir, kontrol edilemeyişine hayıflanır, uğranılan zarara kızar geçeriz. Bazen de varsa şayet diyerek Allah’a isyan etmenin bir nedeni olarak sayarız!..

 

Tıpkı örneklerde olduğu gibi, bu gibi olaylar vesilesi ile Allah’ın muhtelif ayetlerini, Kitabında bildirdiği mucizelerini değerlendirmek, ona dair bir açıklama getirmek, kişinin akıl yapısı ve bakış açısı ile doğrudan bağlantılıdır…

 

Şimdi, fil Suresi'ndeki olayda Ebrehe ordusunun helakine, subuti kati olduğu gibi ayetin delaletinin de kati olduğu bilinmesine, metinde apaçık ifade edilmesine de rağmen, Ebabil kuşları sebep olmamış, o dönemde, o şartlarda, vuku bulan çiçek hastalığı yahut bazı virüsler sebep olmuştur, tarzı anlayışlar sorunludur diyebiliriz. Bu algılama da, Kuran’ın bahsettiği mucizeyi (Allah’ın taktir ettiği ayetini) mecazi okumaya tabii tutarak bağlamından saptırma vardır. Yine burada, sadece bu olayla ilgili basit bir açıklama yahut üzerinde durmadan geçiştiriliverecek bir anlam kaymasından bahsetmiyoruz. Tam tersine, bu olaydan hareketle, bu tarz bir “modern okuyuş” ve “anlayışın”, Kuran’ın “hak” olarak beyan ettiği benzeri diğer mucizelerin (ayetler) ve ayniyle gerçekleştiği bildirilen kimi kıssaların da, başka bağlamlarda okunarak saptırıldığından ve anlamın buharlaştırıldığından bahsetmek istiyoruz.   

 

Bu vesile ile yaklaşık iki yüz yıldır yapılan bu tarz modern okuma biçiminin sonucunda oluşan, tek hakikat beyan tekeline sahip “bilimsel bilgi” ve “pozitivist” anlayışlardan bahsetmek istiyoruz. Buna ilaveten şimdilerde, son yirmi, otuz yıla kadar izi sürülebilen, “post modern”, “göreceli”, “çoklu hakikat” anlayışının etkisi ile gelişen yeni bir okuma biçiminden de bahsedebiliriz. Bu vesile ile başka bir usulden hareketle yeni bir “dini telakki”yi yaygınlaştıran aydınlarımız ve ilahiyatçılarımızın kimi görüşlerini ve durumlarını da değerlendirebiliriz. Bu gün gelinen noktada, artık toplulukları da etkilemeye başlayan, dolayısı ile zihinsel dönüşüme ve başkalaşmaya yol açan ve yeni bir “hayat telakkisi”ni besleyen bu tarz görüşlerin, çok daha fazla tartışılması ve değerlendirilmesi gerektiğini de hatırlatmak istiyoruz…

 

O halde, bu tip okuma biçimlerinin nedenlerini anlamak bağlamında, bir arka plan değerlendirmesi yapmak ve hangi şartlarda geliştiğini anlamak için, tarihi perspektife müracaat etmekte yarar vardır.    

 

Müslüman toplulukların, 18. Yüzyılın sonundan başlayarak devam ede gelen süreçte, özellikle “modern” dönemlerin “düşünüş biçimleri” ile temasa geçtiği yıllarda, devletleri yıkılmış, birlikleri parçalanmış, askeri ve siyasal açıdan hezimete uğramış hatta çoğu fiilen işgale uğramıştı. Dönem, her bakımdan çözülme ve fiziken dağılma dönemidir. Peş peşe gelen askeri yenilgiler, onun sonucunda gelişen toprak ve insan kayıpları, mağlubiyet psikolojisinin getirdiği aşağılanma, şaşkınlık ve moralsizlikle hat safhaya ulaşmıştır…

 

İki yol vardı önlerinde, ya “vahiy” referanslı kendi “akıl yapısından” hareketle sahih referanslarından, uygarlık sürecini oluşturan köklerinden ve küllerinden yeniden doğacaklar ve kurtulacaklar yahut düşmanlarının üstünlüklerini kabul edip onları güçlü kılan değerleri tümden yahut seçmece şekilde taklit ederek kurtulacaklardı.

 

İlk tercihi savunan ve Sahih olanı yeniden ihya etmeye çalışan, yeni durumu anlamaya çalışırken az çok etkilenen ama asıl onu çürütmeye ve onun yerine sahih hattı yaşatmaya çalışan “İslamcıları” ve “İslami hareketlerin” kurucularını yani ümmetin yüz akı Salihlerini ve serüvenlerini burada anlatmayacağız. Konumuz, diğer yolu seçenlerin serüvenidir.

 

Genelde ikinci yol seçildi ve ağırlık kazanarak takip edildi, özellikle de devlet kademesinde olanlar ve onların rüzgârına kapılan yeni tip aydın, bürokrat ve geleneksel ulema arasında. Bu tercih, bir anlamda savunma hattında ve kendini ispat etme modunda devam edecek bir yola girmekti, aynı zamanda… Bilimsel bilgi ve o bilgiyle üretilen değerlerin ve yaşam biçimlerinin “tek doğru” sayıldığı o yıllarda, her yeniliğin ve bilginin aslında Kuran’da olduğu gibi bir açıklama kompleksi, Kuran ile çatışan bilimsel bilgiye dayalı hakikat anlayışının bu bilgiye uyarlanması yolunu açacak, bunun sonucunda da ayetlerin bağlamı dışında okunması gibi bir yaklaşım da yaygınlaşacaktır.

 

Başlangıçta asıl değişen şeyin akıl yapısında olduğu, bunun bilgi kaynağını ve hakikat anlayışını da değiştirdiği fark edilmeyecektir. O sebeple olsa gerek, Batılılarda görülen her değer ve kurumun taklit edilmesi, başına İslam’ı andıran bir isim koyarak onların İslamileştirilme yoluna gidilmesi yeterli ve mümkün görülmüş ve yapılmıştır.

 

İnsan anlayışından aile kurumuna, kadın erkek ilişkisinden mahremiyet ilkesine, mahalli cemaat anlayışından ümmet algısına, dini temelli ümmet birliği ve hedefleri yerine sivil toplumcu aktivitelere ve hedeflere, sosyo-ekonomik uygulamadaki ilişkilerin ve yapıların dini aidiyetten kopuk seküler amaçlı ilişkilere ve kurumlara evrilmesine, dini telakkinin yönlendirdiği eğitim sisteminden dünyevi ihtiyaçlara ve ilişkilere yönelik modern eğitim sistemine, şeri siyaset ve yönetim gerçeğinden laik-demokratik devletçiliğe kadar, total yaşam tarzı ve hedefi baştan aşağı yeniliklerle değiştirilecektir. 

 

Batıda meydana gelen total değişimler sonucu tüm doğuluların aleyhine gerçekleşen üstünlük ve onun doğurduğu yenilgi psikolojisi, sadece fiziki bozguna sebep olmakla kalmamış, aynı zamanda Batılının başarıları gözleri, gönülleri ve zihinleri de büyülemişti. Onların yeni buluşlarla elde ettiği ve gücüne güç kattığı değişimleri ile diğerlerine her bakımdan attığı farkın gerçek nedenleri bu nedenlerle de görülmeyecek, dolayısı ile gelişmeler kendi bağlamında doğru okunmayacaktır.

 

Genellikle gözden kaçırılan bir başka gerçek ise ümmetin öteden beri devam eden zihni, bedensel ve yapısal çürümesinin içerden devam ettiği, bunun da kendi yapısallığına ters istikamette gerçekleşecek onca değişimi kolaylaştırdığıdır. Zayıf düşmüş bünyeye hastalığın kolay bulaşması gibi bir durumdu bu. Dolayısı ile o çürüme süreci, dışarıdan gelen tazyikin de etkisi ile bozguna hazırlıklı kılacaktır ümmetin genel yapısını… Sebepler ve sonuçlar yanlış yerlerde aranınca, ondan sonra karşılaşılacak akıbet mukadder olacaktı.

 

Teknolojiydi, askeri alanda yenilikti, anayasa yapılması, meclis kurulması, monarşinin yıkılması, laik-cumhuriyet idaresine geçilmesi gibi reform tartışmaları, kanun transferlerinden kurumsal ve bürokratik yeniliğe, halklar arasında eşitlikten giyim kuşam gibi gündelik hayatı da etkileyip tümden yaşam formunun dönüştürülmesine sebep olacak yeniliklere, kadar dayanacaktır. Nihayet toplumsal birliği ve bütünlüğü temin eden temel kaideler ve gelecek tasavvurunu oluşturan hedefler de değiştirilecek ve yeni bir yaşam biçimi, yeni bir toplumsallık ve yeni bir gelecek tasavvuru kabullenilecektir… Etkisi o kadar yaygın ve kuşatıcı olan bu yenilikler ve değişimler, nihayetinde, Müslümanların kendi köklerine ve uygarlık tecrübelerine ters yönde bir istikamete dönüşleri ile neticelenecektir.

 

Rusya, Japonya, Çin gibi eski imparatorluklarda olduğu gibi tüm Müslüman topluluklar da, aynı değişim atmosferinin etkisi altında, yeni bir oluşum ve hedef doğrultusunda ve aynı istikamette yol aldılar. Fransız devriminin “özgürlük, eşitlik, rasyonalizm, hümanizm” gibi temel ilkelerinden hareketle Batılı zihinlerde gerçekleşen seküler algı ve değişim, bu taraflarda da yeni bir zihinsel kodlamanın ürünleri olarak, sonuçta, Müslüman kul anlayışını, tevhidi akıl yapısını, dini hakikatlere bağlılığı, dünya ve hayat algısını, Müslüman’ca yaşam tarzını, gelecek tasavvurunu, ebedi ahret yaşantısını ve  nihayet sosyal ve siyasi yapılanmaları da etkileyecektir…

 

 Başlangıçta toplumsal yenilginin, çözülmenin ve hezimetin İslam’dan yahut İslami anlayıştan kaynaklandığı anlayışı ve tartışmaları, tam da o değerler üzerinden tartışılacaktır. İlkin masum arayışlar yönünde seyreden bu yeni algılama tarzı, giderek farklı sonuçlar ve taraflar oluşturacak neticeler üretecektir. Dini tamamen reddeden Batıcı-laik-ulusalcı tarafların yanında, Müslümanlıktan kopmak istemeyen ama yeniliklere de bir biçimde dini form giydirerek meşrulaştıranları da etkisi altına alacak olan bu atmosfer, nihayet, dinde reform ve Rönesans yapmaya, modern insanın günlük ihtiyacına uygun olarak dini yeniden yorumlamaya kadar varacaktır…

 

20. Yüzyılın başlarında, her birisi Batılı güçlerce desteklenen işbirlikçi, zorba yönetimlerce dayatılan onca yenilikler, ahaliden genel kabul görmese de, yüzyılın sonlarına doğru, artık kendisini İslam dairesi içinde görenler tarafından da gönüllü olarak benimsenmeye hatta Batılı hayat tarzının yeniden üretilmesine katkı sağlamaya kadar varacaktır…

 

Batılılar ve Batılı karşısında yenilgiye ve bozguna sebep olan muharref geleneği savunan ve o geleneği yeniden üretmeye çabalayan yaklaşım tarafından tanımlanan, hatta dini algıyı ve uygulamayı bozmakla ve dini modernleştirmekle tasvir edilen “İslam Modernistleri”, “Dinde Reformcular”, “Siyasal İslamcılar” gibi tanımlamalar, gerçekte bu değişimci çizgiye tekabül etmektedir.  

 

Batılıların “polıtıcul İslam” da dedikleri “Siyasal İslamcı” tanımı ile gerçekte, kulluk temelinde toplumsal yaşam ve evrensel sorumluluk algısını tevhidi ahlaktan kopartarak sadece siyasal iktidarı hedefleyen, mevcudu esastan değiştirmek yerine iyileştirme hedefi ile ortaklığı ve ‘işletmeciliği’ yeterli gören anlayış ve o yöndeki örgütlenmeler kast edilmektedir. Devleti bir araç değil amaç olarak kutsal bilen, onunla ne iş yapması gerektiğini ve ona neden ihtiyaç duyduğunu ihmal edip ona sahip olmayı yeterli gören bir anlayış bu. Mısır, Fas, Tunus ve Türkiye örnekliğinde olduğu gibi, devletin niteliğini hesaba katmadan sistem içi çalışan ve iktidar ortaklığını yeterli gören siyasal partiler ve onları destekleyen sivil aktiviteler örnekliği ve “İslam Devleti” niyetiyle kuruldukları halde, pratikte ulus devlet tecrübesini ve sınırlarını aşamayan Pakistan, İran ve Sudan’daki iktidar yapılanma tecrübeleri, bunun tipik örnekleri olarak gösterilmektedir…

 

Burada, sahih hattı temsil eden, geleneksel İslami yorum ve temsilden ve seküler İslam algısı ve uygulamasından ayrıştırdığı için “İslamcı” tabiri ile farklı bir algıyı, yapılanmayı ve hedefi benimseyen, ülkesinde ve dünyada topyekûn İslami bir daveti ve değişimi arzulayan sahih dini algı ve uygulamayı savunanları, yukarıdaki kategorilerden ayrı tutmak gereklidir. Burada konu etmeyeceğimiz, sahih hattın temsilcileri olanlar, bu İslamcılardır. Bu arada, muharref geleneği yeniden üretmeye çalışan anlayışın ideologlarının yukarıda adı konan, aşağıda detay görüşlerinden de bahsedilecek olan çizgiyle İslamcıları karıştırıp bir tutarak töhmet altına sokmaya ve zihinleri karıştırmaya yönelik söylemlerine de dikkat çekmek isterim. Bu arada bunu da, bir kenara not edelim... 

 

Bizler bu gün, kısmen ayrıntısından bahsedeceğimiz evvelki dönem tartışmaların dışında, tarihimizin ve kültürümüzün bize miras bıraktığı o akımlardan ve yaklaşımlarından müstağni değiliz. Genel olarak Müslümanların ümmet noktasında sabit bir zeminde duramayışı yahut eskisi ve yenisi ile sık sık parçalanmalara ve savrulmalara sebep olan fikri çizgi ve tutumdaki seyirlerini anlamaktaki şaşkınlığımız, büyük çapta kendi yakın tarihimiz konusunda olduğu gibi İslam coğrafyası ve dünyadaki son birkaç yüzyıllık gelişmeler konusundaki bilgi yetersizliğimizdendir. Dolayısı ile bu günü yani dünyada ve çevrede olup bitenleri anlamakta ve buradan hareketle gelecek tasavvuru inşa etmek konusunda zayıf ve tutarsız kalışımız, doğru bir tarih ve toplum tahlili yapmaktaki kısırlığımızdan beslenmektedir. Bundan dolayı ve bu şartlarda, Müslümanların tarihe Müslüman’ca müdahalesi ve yeni bir tarih yapma şansı, şimdilik kaydıyla ve bu şartlarda zayıf gözükmektedir…

 

Burada anlatılacaklarla, önce, modern ideoloji ve pozitivist bilimsel anlayışın etkisi ile İslam’ı yeniden yoruma tabii tutan birkaç örneği, diğer bazılarının kendi şartlarında bir çözüm bulma niyetiyle yaptıkları tartışmaları, bu gün gelinen tecrübelerin ışığında, karşılaştırmalar ve doğru değerlendirmeler yapılması niyetiyle yaptığımızı hatırlatalım. Kanaatimiz o ki, bu konuda en çok dikkat çeken şey, çağdaş dünyada, çağdaş insanın kendi şartlarını, toplumunu ve dinini yeniden anlamaya, anladığından da hareketle toplumsal yeni bir silkinişe kalkışırken, ilk elde yapılanın “dinin kaynağına yeniden müracaat” edildiğini fark etmektir. Bu yönelişle işe başlayanların, tarihe, geleneğe ve geçmiş birikime toptancı bir yaklaşımla kalın bir çizgi çektiğini görmek, ayrıca düşündürücüdür. Bu yaklaşım biçimi sonuçta, sanki türedi bir inanç savunusu, hafızası olmayan bir nesil algısı ile atbaşı gidecek, bu da kendi çağına uygun ama “rasyonel bir akıl yapısı”ndan hareketle, dini de bu akıl yapısı ile yeniden yorumlamayla sonuçlanacaktır.

 

Ve dolayısıyla da dine dönmeye çabalarken (bu çaba modern dönemde genel kabule ters idi) onu dar, sığ, yetersiz performanslarla yeniden inşa etmeye yönelirken, bu defa, postmodern dönemde dine dönmek genel kabule uygun ve hatta genel kabulden olumlu motivasyon alarak yeni bir mecraya girecektir. Bu genel kabul, modern algıdan sonra gelen sürecin etkisi ile kabul edilebilir frekans aralığında onu yeniden inşa etme müsadesiyle geçerlidir. Her iki dönemde de geleneksel algı ve modern yaklaşım tarzı, dine dönüş veya kaynağa yeniden müracaat çabaları ile “dini hatırlar veya dine dönerken” onu yeniden inşa ettiğini fark edememektedir.

 

Modern algıdan hareketle kamusal alana çıktığında seküler işleyişe ve modern görüntüye uygunluk gösteren ve o işleyişi içselleştirip dindarlığını yeni duruma göre görünür kılan her aktivite de olduğu gibi, keza, aynı kamusal alanın belirlediği şartlarda muhteva değişimine uğradığını ve sekülerleştiğini fark etmeyen geleneksel cemaatlerin, şirket mantığı ile kendilerini dönüştürdüklerini, fonksiyonlarını şirketleştirdiklerini, kaba örneklemeler olarak görebiliriz. 

 

Bu gün artık daha iyi anladığımız niyetler, o zamanlarda, Batı karşısında geri kalmışlığa ve aşağılanmaya sebep olarak görülen, eski yapıyı da beslediği düşünülen dini anlayıştaki “bidat ve hurafelerden” kurtulup, “arı” bir dini anlayışla yenilenmeye gitmekti. Bununla, ötekiyle sürdüreceği yarışı onun kulvarında yapmak, onunla aynı kurallarda yarışarak onların sahip olduklarına sahip olmak gibi bir ideolojik ve toplumsal kurtuluşa ermeyi düşünmüştü. Ne yazık ki, elan da aynı gerekçeye itibar edilmektedir.  

 

İlkler, bunları yaparken yenilginin tepkiselliği ile savunma psikolojisinden hareket edecekler, öteki ile yarışı aynı tutumda ve hedefte sürdüreceklerdir. O halde tıpkı Batının yaptığı gibi yapmak için, toplumsal toparlanma ve kalkınmada onu taklit etmek, onda olanları aynen yahut sadece formunu değiştirerek almak yeterli sanıldı. Süreç bu çizgide ilerlerken o zihnin ürettiği bilgi, insan tanımı, eşya, varlık ve hayat yorumu, ilerlemeci tarih anlayışı, ekonomik kalkınma modeli ve toplumsal yapılanma biçimi ve nihayet iktidar ilişkileri de, peşpeşe değişikliğe uğrayacaktır.

 

Geleneksel anlayış kodlarından, tarihsel tecrübesinden ve birikiminden, bu nedenlerle ve esası itibarı ile kopan modernistlerin burada göze çarpan bir başka özellikleri; hümanizmanın da etkisi ile hayatın merkezine oturtulan ve kendini özne yerine koyan insanın, kendi tarihsel dönemini esas alarak, dini metinleri aslına uygun anlamak maksadıyla, nassı yeniden tanımlamaya girişmesi ve “anlama” yani “metne” müdahale hakkını kendisinde görmesidir. Neticede gelinen yer, çağdaş yöntemlerle, batılı aklın ürettiği bilimsel tekniklerle ve Protestan Hristiyan yorumuna benzer bir tarz yaklaşım kaçınılmaz sonuç olarak, başlangıçta sınırlı olsa da giderek sınırsız şekilde, inanç ilkelerinin ve ahkâmın değiştirilmesine kadar dayanacaktır…

 

 Bu algı ile üretilen yeni “anlamın” nerede durduğu, hangi seviyede olduğundan daha çok, korunması tekeffül edilen ve elde sahih olarak bulunan “kitabı” anlamada kullanılan yöntemin “sapkınlığı” dikkate alınmalıdır. Batılıların sahih İncil ellerinde olmadığı ve için yaptıkları o tür çalışmalar, bu tarafta yanlış yerde değerlendirilecektir. Oysa muhaddislerimizin kendi tarihimizde gerçekleştirdikleri benzer çalışmalar ve bıraktıkları zengin miras, Müslümanların ufkunu daha sahih çizgide tutabilecek önemli bir tecrübeydi. Onların çok daha önceden gerçekleştirdikleri hayırlı ve değerli hadis derleme çalışmalarının sonucunda yaptıkları benzer tasnifleme, haklı ve yerinde yöntemle “sahih olanını” bulmak içindi ve bu hadisler için de gerekliydi. Diğeri, kendi tarihine o denli yabancı kalanların Batıya öykünme psikolojisini de ele veren bir şeydir. Batılıların kullandığı yöntemleri “İnciller” içinde sahih olanını bulmak için kullandıkları gözden kaçırılacak, taklitçilik o raddeye varacaktı ki, varlığı kesin, sahih ve kati olan Kuran’a yaklaşımda benzer yöntem kullanılacaktır. Bu uygulamanın anlaşılır ve hoş görülür bir tarafı yoktur…

 

Bu konuda ilk göze çarpan örnekler, Hint alt kıtasında görülmektedir. Hindistan da, 1857 de İngiliz işgaline karşı başlatılan toplu kıyam başarısız olmuş, Hintlilerde olduğu gibi Müslümanlar da, hem zihinsel hem de bünyesel olarak karşılaştıkları mağlubiyetle büyük çapta sarsılmışlardır. Sonuç, Batı medeniyetinin tekniği, endüstriyel üretimdeki başarısı, buna uygun devlet yapısı ve teknolojik donanımlı ordusu karşısında, psikolojik çöküntüdür. 

 

Bu yargı en nihayetinde, Batının sağladığı gelişmelerin arka planında Protestan din anlayışının yattığı anlayışını öne çıkartacak, Batıya karşı alınan mağlubiyetin temel nedenlerinin eski dini yorumda aranması kabulüne meşru zemin oluşturacaktır. Dolayısı ile Batılı gibi olma yarışında öncelik bu alandan başlamaya verilecek, buradan hareketle de İslam inancı ve uygulamaları yeniden değerlendirilmeye başlanacaktır…

 

[i] Küçük  ve dikenli  yaprakları  ile zeytin  yapraklarına  benzeyen  bir ağaçtır. Reçinesi tedavide kullanılır. Mitolojide “ensest” günahı sebebiyle mürrüsafi ağacına dönüşen günahkarlardan bahsedilir.  Üzerlik, tek tek beyaz çiçekli, çok dallı; 35 cm kadar boyunda, çok yıllık, otsu bir step bitkisidir.

[ii] Akabe yayınları, Sezai Özel tercümesi, sahife 116, 045 nolu paragraf