Hüseyin ALAN

16 Şubat 2011

MUCİZE KONUSU VE BİR MODERNLİK DEĞERLENDİRMESİ -II-

Seyyid Ahmed Han [i](Ö1898). Din ve bilim arasındaki çelişkilerde uzlaşma ararken geliştirdiği yeni bir yöntemle,  deneysel bilim verileri ile vahiy metni arasındaki çelişkileri çözümlemeye çalışır. Onun geliştirdiği yöntemler özetlenirse;

 

1-Tevil yolu ile vahye mecazi yorum geliştirmek. Kuran dilinin kullanımını ve anlamını, iyi bir tetkikten geçirirsek, mesele ile ilgili kelimenin ve ayetin gerçek anlamını bulabiliriz. Bulunan sonuçlar, şimdi keşfedilmiş olsa bile, vahyi gönderenin kastettiği anlam budur. .

 

2- Vahyedilen metinler ve bilimin açıkça tespit ettiği doğrular aynı tür gerçekliğe delalet eder, birbiri ile çelişmezler. İkisi arasında çelişki varsa şayet, bu görünüştedir ve vahiy metinlerinin yanlış yorumundan kaynaklanmaktadır.

 

3- Kuran ayetlerinin mecazi bir yoruma ihtiyaç duyulup duyulmadığı yerlerde, cevaplardan hangisinin tercih edileceğine karar verileceğinin ölçütü, bilimin ortaya koyduğu gerçekliktir. Bu gerçeğe, akıl yolu ile ulaşılır.

 

4- Vahiy ile bilim, akli bilgi ile nakli bilgi, çelişmez. Vahyin zahiri anlamı, makul olanla çelişiyorsa, vahiy mecazi olarak yorumlanmalıdır. Bilimsel sonuçlar, tam makuldür.

 

Bu yöntemle hareket eden Ahmet Han, Kuranda yer alan inanç konuları dahil bir çok ayeti, modern bilim lehine tevil ederek mecazi yoruma gitmiştir. Onun akla yüklediği anlam, giderek temel ilkeleri sarsacak boyutlara ulaşmıştır…

 

Melek inancını ve bir varlık olarak meleği kabul etmez, Allahın yarattığı bir tabiat gücü olarak tevil eder… Cebrail, müstakil bir varlık ve bir vahiy meleği değil, peygamberlerde bulunan bir vahiy melekesidir. Ruh-ul emin de bu anlamdadır… Şeytan, yoldan çıkmış bir melek olarak, metaforik (temsili) şekilde ateşin yaratığı, insanın kötü tabiatıdır. Şer, hastalık ve diğer uygunsuz davranışlar, şeytandır… Cin, yabani insanlar için kullanılan bir nitelemedir… Sünnet, önemsiz bir kültürel formdur… Hz. Âdem ile Havva kıssalarının olgusal bir değeri ve gerçekliği yoktur. ( Darwin teorisine uygunluk) Belli bir zaman ve mekânda, böyle bir olay vuku bulmamıştır. Onların cennetten çıkarılışına ilişkin kıssa da metaforiktir…

 

 Âdem diye bir varlık yoktur, o insan tabiatını temsil eder... Kuran, Allahın beşere bir tenezzülatıdır. İnsanın konuştuğu dil ve kavrama gücü dikkate alınırsa, vahiy, zihni-kurgusal ve metaforik bir anlatım özelliği taşır… Peygamberler, ilahi tabiat kanunlarının neşredicileridir… Mucizeler, yanlış ve kural tanımaz biçimde, tabiat kanunları ile çatışır. Kutsal kitaplardaki mucizeler, tabiatüstü olaylar olduğu için benimsenmez, sembolik olarak yorumlanmalıdır… Hz. Musa’nın Kızıl denizdeki kıssası, dilbilim açısından tahlil edilerek anlaşılmalı, bir tabiat olayı olan med-cezirle irtibatlandırılmalıdır…[ii]

 

Muhammed İkbal (Ö1939). Cennet ve cehennemi, herhangi bir mekânın adı olarak değil, egonun çeşitli halleri olarak açıklar… Cehennem, insanın başarısızlığını acı bir şekilde hissetmesi, cennet ise, ölüm ve felaket güçlerine karşı zafer kazanma sevincidir, diyecektir… (İslamda dini düşüncenin yeniden doğuşu)  Osmanlıda, Şinasi (Ö1871)[iii]. İslamiyet doğuşu ile nasıl cahiliye devrini kapamışsa, bu gün de aynen onun gibi Batı uygarlığı, zulüm ve cehalet dönemini kapamış, akıl ve adalet devrimini açmıştır… Batılı değerler, Batıda gelişen akıl, kanun, hak ve hikmet gibi değerler, İslamiyet’in ana ilkelerine uygundur… Yanlış inançlardan kurtulup dinin asliyetine rücu etmek için yenilenmeye ihtiyaç vardır… Bidat ve hurafelerden, protest bir din anlayışı ile yenilenmelidir…

 

Süavi (Ö1878)[iv]. Medresenin skolâstik zihniyetini, fıkhın dogma haline getirilmiş içtihatlarını eleştirir… Osmanlı bir fıkıh medeniyetiydi derken, bu fıkha isyan eden ve ilk kez sekülerlik kavramını kullanan Süavi, fıkıhtan dünyevi meseleleri çıkartıp, ibadetlere hasredilmesi gerektiğini savunur… Faizin helal sayılmasını, ibadet dilinin Türkçe olmasını, hadislerin uydurma olduğu gerekçesi ile terk edilmesini savunur… Kadercilik karşısında aklı savunmalı, ticaret-sanat-medeniyet alanları tekkecilerin ve dervişlerin elinden kurtarılmalı, velhasıl İslam’ın aydınlanması için, Batıda Hıristiyanlıkta olduğu gibi reform sürecinden geçmesi gerektiğini, söyler...

 

Namık Kemal (Ö1888). İslam akla uygun bir din derken, mutlak hürriyeti ve mutlak determinizmi eleştirir. Batı aklı ile İslam arasında orta bir yol arar… Ziya Gökalp (Ö1924). İslam Protestanlaşabilir derken, dini, masallardan arındırmalı, milli şekilde yeniden canlandırmalı, ayin ve merasimler, hutbe ve ezan Türkçeleştirilmeli, diyordu

 

İsmail Hakkı Baltacıoğlu (Ö1978) başkanlığındaki Dar-ül Fünundan bir grup din âlimi, 1928 de, dinin ıslah beyannamesini hazırladılar… İslam, hurafelerden, tekkelerin yozlaştırıcı kader anlayışından temizlenmeli, ulusal çıkarlara uygun hale getirilmelidir… İbadet dili Türkçe olmalı, camilere sıralar konmalı, müzik aletleri eşliğinde dini ibadetler icra edilmeli, filozoflar camide hitap etmeli, ibadetin fikriyatında değişiklikler yapılmalıydı…[v]  İsmail Hakkı İzmirli (1869-1946 ) medrese ile mektebi, doğu ile batıyı birleştirmek isteyen görüşleri ile ulusal dilin din dili haline getirilme projesinin destekleyicilerindendir. Baltacıoğluna kıyasla, daha makul görüşlere sahiptir.

 

Şemseddin Günaltay (1883-1961). CHP’nin, ikinci dünya savaşı sonrası yapmak zorunda kaldığı reform dönemlerinde, tek parti döneminin sonlarına doğru başbakanlık yaptı... Dinin eski kurumları ve formunun (medrese ve tekkeler) ıslah edilebilecegi, tekrar yarayışlı hale getirilebileceği düşüncesindeydi... (Yeni dönem Müslümanlık algısında yeniden keşfedilecek yıldızların başında geliyor!)... Şeyhulislam Musa Kazım (1858-1919) İslam ile modem ilimleri uzlaştırmayı amaçlayan “İslami modernizm” düşüncesine sahiptir… Said Halim Paşa, Elmalılı Hamdi, Musa Kazım, Mustafa Sabri, Seyyid Bey, Said Nursi gibi tanınmış isimler, İttihad ve Terakki Fırkası hükümeti veya partisi içinde bir şekilde görev almışlardır.  Batılı modern paradigmayı -bazı yönleriyle içselleştirerek- İslam’dan da üretmenin mümkün olduğu iddiasını taşımışlar; muzaffer olmak ve kalkınmak için  modern paradigmanın allahsızını ret  Allahlısını icat-inşaa ve  kabul çabasında olmuşlardır.

 

Said Nursi (Ö1960), pozitivist bilim anlayışı ile Allahın varlığını ispat etmeye çabalıyor, aynı bakış açısı ile aklı ve bilimi ön plana çıkartarak iman kurtarma hamlesine girişiyordu. Kurttan-kuştan, börtü –böcekten, çiçek-yapraktan kelami açıklamalarla siyasetten arındırılmış, iman ve ahlak eksenli bir din tasavvurunu savunuyor, Müslüman dünyaya yönelik modern bir eğitim sistemi kurma gailesi güdüyordu… Tövbeye, gece namazlarına, sufizme, tabiatı tefekküre yönlendirdiği insanları, ahlaken kurtarmaya yönelik bir din algısını öne çıkartıyordu…  Şeyhülislam Mustafa Sabri (1869 1954). Yeni Turkiye Cumhuriyetinin devrimlerine, hilafetin kaldırılmasına, ictihad kapısının açılmasına ve Türk milliyetçiliği fikrine de karşıdır... Geleneği koruma taraftarıdır, çözüm olarak İslamı samimiyetle yaşamayı önerir... Ankara hükümetine karşı İstanbul’un yanında yer almış, Mısır’a gitmek zorunda kalmıştır...

 

Bazıları farklılık gösterse de bu tarz yaklaşıma sahip olanların çoğunluğu, dinin temel kaynaklarına yönelerek İslam’ın mevcut şartlar içinde yeniden yorumlanması gerektiğine inanmaktaydılar. Bunun için de ciddi bir kısmı içtihat kapısının yeniden açılmasının gerekliliğini vurguladılar. Böylece, karşılaşılan meseleler ve Batı medeniyetinden İslam’a yönelik hücumlarına karşı yeni çözüm yolları üretebilecekler, taklit batağına saplanan ve mezhep taassubu yüzünden ayrılıp birbirlerine düşman olan Müslümanları, mezheplerin telfîkiyle-birleştirilmesiyle- asgari müştereklerde birleştirebileceklerdi. Bu bağlamda, diğer İslam ülkelerindeki olayları ve fikri gelişmeleri yakından takip eden Osmanlı ulemasından bazıları, Cemaleddin Afganî, Muhammed Abduh, Reşid Rıza ve benzerlerinin görüşlerini tercüme yoluyla Türk kamuoyuna aktarıyorlardı.

 

Bu süreçte “mucize” anlayışına mecazi okuma yapanlar, batılı akıl yapılarından hareketle ve akli tanımlar çerçevesinde yeniden tanımlama yaparken, aynı zaman da din, akıl çerçevesi içinde yeniden inşa edilmekteydi. Buradaki akıl, gelenekte aklı öne çıkartmakla meşhur olan ve o nedenle çok eleştirilen “Mutezilede” olduğu gibi, “delaleti ve sübutu kati” olan nas’la bağımlı, muhkemlerden kopmamış bir akıl değil, bilimsel bilgiyle bağımlı, rasyonel akıldı. Mucize olgusuna yaklaşımları bakımından bu furyaya kapılmamış olanlar da mevcuttu elbette. Bunlardan Mustafa Sabri, Elmalılı Ahmet Hamdi gibiler, medrese ve tekke arasında geleneği ıslah çabası içindedirler ama süreçleri itibarıyla onlar da Batılı gelişmelerden ve yeni akledişten bigâne kalamayacaklardır.

 

İlk dönem modern bakış açısının son yıllardaki yeni modası, gelişmiş versiyonu olarak bu defa “post modern” düşünüşün atmosfer etkisini görmekteyiz. Bu bakışın önemli kriterlerinden “hakikatin çokluğu” ilkesine uyumlu olarak, kendisi “amaç” ve “ilke” olan “ed-din” harici her ilke ve değerde, hakikatin bir parçasını temsil eden bir “çoğulculuk” kabul edilecektir. Buradan hareketle, her dinde, her fikirde ve her görüşte bir hakikat payı vardır, hiç birisi tek başına hakikati temsil etmez, dolayısı ile batıl ve sapkın dinler ve anlayışlar da meşru kabul edilmelidir. Dolayısı ile onlardan her biri hatta her birisinin kendi içinde farklı her görüş saygındır, haktandır!  Aksini savunmak totaliterliktir, baskı kurmak ve ayrımcılık gütmektir!

 

Günümüzde gündem edilen, İslam’ın barış dini olduğu, kitap ehlinin kendi kitapları(!) ile amel edebileceği, onların da cennete gidebileceği yaklaşımlarına ilaveten, dinler arası diyalog çalışmaları da, buraya örnek gösterilebilir. Diğer taraftan seküler algı ve yaklaşım tarzı ile tarihselcilik metodu, yeni bir okuma tekniği olarak popülerleştirilecektir. Yine, her şeyin “tartışılabilir” olduğu noktasında, hakikatin ortaya çıkarılması gibi masum bir eylem sanılarak tartışılan her konunun içinin “boşaltılmasına”, kavramların muhtevalarının başka anlamlarla doldurularak “değiştirilmesine” ve nihayet muhkemlerin “içtihat” alanına çekilerek maslahatın belirleyiciliğine kadar her şey, yeniden anlamlandırılabilir.  

 

Bunlardan Abdülkerim Süruş, Kuran kıssalarını, müellifin (ayetler, artık Allahtan gelen bir vahy olmaktan çıkmış, Allah, bir metin yazarı haline dönüşmüştür. Yorum bana aittir. H.A.) geliştirdiği yöntemin diliyle, dinin bizzat alanına ait değil, bil araz alanına ait, kılacaktır… Bu kıssalar, olgusal, gerçekleşmiş vakalar değil, bir gerçeklik değil, metaforik bir söylem aracılığı ile bir takım sonuçlar çıkartmak içindir...[vi] Süruş, hocası Ali Şeriati’yi eleştirirken, dini, ahlaki bir öğreti olmaktan çıkartıp siyasi-sosyal-ekonomik bir toplumsal ideolojiye çevirmekle, yani dini asıl alanından çıkartıp bozmakla suçluyordu. Din, siyasi, hukuki, ekonomik alana müdahale ederse, totaliterleşir, kendi doğası bozulur, tabiatı değişmiş olur, totaliterleşir ve çatışmaya sebep olur, diye de savunma yapacaktır. [vii]   

 

Seyyid Ali Emir (ö1924)[viii], İslami önermenin zorunlu olarak değişmeyeceğini varsaymak, tarihe, insan zekâsına ve gelişmeye, adaletsizce müdahaledir, demektedir… Ona göre İslam’ın tarihe esas katkısı, ahlaki ve insancıllık alanında olmuştur… İslami ahlaki hayat, ahretin moral değerlerine ve dini görüşüne uyumlu olarak, şimdi de (tarihsel şimdiki çağ) yaşanacak bir hayatı esas alarak kastetmektedir… İslam’ın müeyyideleri, nezaket ve vazifeye dayalı insan ilişkileri, fiziksel ve zihni sıhhattir… İslami hayatın ahlaki formülü, adaletten çok iyilikseverlik vurgusudur…(ortak iyi, insanilik, insani yardım severlik, iyilik hareketleri, insan hakları aktiviteleri gibi tevhidden bağımsız hedeflerin meşruiyeti, cahili dönemdeki ‘hılf’ hareketlerinin benzerliği, hatırlanabilir. H.A.)

 

Ali Emir, Kuran ahkâmı, hükümler, şeriat “belli bir zaman bağlı” ve “bütün zamanlar için geçerli” olarak ayırıma tabi tutulmalıdır, diyor… Hırsızın elinin kesilmesi emri, hapishanesi olmayan toplumlar için geçerlidir. Günümüzde hapishane olduğuna göre, el kesme yerine başka bir ceza verilmelidir… Kadının şahitliği, mirastaki konumu gibi meseleler, illet temelinde değil, hikmet, maslahat temelinde ve tarihsellik açısından değerlendirilmelidir… Çok eşlilik, peçe gibi modern çağa uymayan uygulamalar reddedilmelidir… Cihad, entelektüel bir savaştır… Cennetin hurileri, Zerdüşt kökenli yaratıklardır… Şeriattaki şiddetli cezaların kökeni, cehennem inancında olduğu gibi, Talmud (Musevilerin yasa ve yorum kitabı) kökenlidir.[ix]

 

Fazlurrahman, Hasan Hanefi, Muhammed Arkon, Ali Abdürrrazık, Cabiri.. gibi isimlerin de temsil ettikleri yeni versiyon düşünüşe dayalı dini yorumları benimseyen ve savunan, bu tip görüşleri aynen veya kısmen farklı olarak transfer eden ve yayan yerlileri, ayrıca yazmaya gerek duymuyoruz… Demokrasiyi, ideolojik arka planından ve demokrat ahlaktan kopartarak basit bir seçim tekniğine indirgeyip içselleştiren, (öncekiler monarşiye karşı cumhuriyet idaresini savunmuşlardı. H.A.) sekülerliği, yeni bir yoruma tabi tutarak meşrulaştıran, Marksist, ulusal ve liberal ilkeleri kendi felsefi itikadından soyutlayarak dinileştiren, mahremlik ve kadın konusunda olduğu gibi şeri hükümlerden günümüze uymayanları ve buna mümasil inanca ve uygulamaya dönük İslami değerleri, yeni bakış açısı ile yorumlayan yahut iptal edenleri, daha yakından tanıyabiliriz artık…

 

Modern ve Post modern savrulmaya kapılmış, seküler akıl yapısı ile İslami ilkeleri ve uygulamaları yeniden yoruma tabi tutanlar, modern hayatın içinde dindar kalarak ve yaptıkları işleri masum sayarak, benzeri görüşleri savunmaya devam etmektedirler. Bu akıl yapısından hareketle, Allah tasavvurunu, vahyi, risaleti, ahret inancını “yeniden tanımlayanlardan”, “Kuran’ı yeniden yazmak gerek” diyebilenlerine, muhkem nass’ları “tarihsellik” tekniği ile yorumlayarak “çağın idrakine” ve çağdaş toplumun “şartlarına” uyarlayanları görebiliyoruz.

 

 Bu durum, günümüzde her şeyin “insan” için olduğundan hareketle, günümüz dünyasında her şeyin merkezine oturtulan insanının ihtiyaçlarını karşılamak, onların tevhidden bağımsız hale gelmiş ahlakını meşrulaştırmak için dini “araçsallaştırmak” yolunda devam ettikleri söylenebilir. Özetle, tevhidden, muhkemlerden ve temel ilkelerden bağımsız ahlaklı, erdemli, iyiliksever çağdaş insan anlayışını ve yaşantısını meşrulaştırarak, itikada, ahlaka ve ibadete yönelik Protestan bir din algısının, Müslüman coğrafyada yeniden üretildiği görülmektedir. Geçmişte, Batıda gelişen Protestan Hıristiyanların din yorumu da bu değil miydi? Bu gidişle geriye kalan şeyin, “azgın”laşmış bireyi ve Müslüman “kapitalizm”ini üretmek olduğunu da biz söyleyelim.   

 

Bu tarz yaklaşımı savunanların kendi aralarında farklılık gösterdiğini, hepsinin aynı yerde durmadığını söylememiz gerek. Bunlardan şer’i hükümleri “tarihsel yorumlayarak” siyasi ve ekonomik alanlara yönelik iddiasından soyutlanmış, dolayısı ile dini, itikadi, ibadi ve ahlaki bir öğretiden ibaret kılarak manevi bir alana ait kılanlarından, “gavur bile olsa, neyle hükmettiğine bakılmaksızın “adil” olması halinde ona tabi olmak gerek” diyerek “laik”liği yeniden keşfedenlerine, kıssaların gerçekte yaşanmayıp “sembolik” bir anlatım tarzı olduğunu söyleyerek, hermenotik teknikle Kuran’ın üçte ikisini “esatire” çevirenlerinden, gaybı, gaybi haberleri ve özellikle mücizeleri “tanımlanabilir”, “ispatlanabilir” varsayıp, “anlaşılabilir” kılmak adına başka bir bağlamda yorumlayanlarına, peygamberi, sünnetini, örnekliğini ve rehberliğini, benzer şartlar yaşanmadığından dolayı çağdaş insana örneklik edemeyeceği için “kültürel” bir detaya dönüştürenlerinden, “Kuran ve bilim”, “Kuran ve akıl”, “Kuran ve ben”in yeterli olacağı iddiasıyla inzal edilen ve “işitip itaat edilecek” olan vahyi, bir metin okuma faaliyetine dönüştürerek kendilerini “peygamber” yerine koyanlarına kadar, versiyonları çoktur.

 

Bu tarz açıklama getirenlerin hepsinin aynı aşamada olmadığını, hepsinin aynı yerde durmadığını tekraren söylemeliyiz. Ama çoğunun aynı mantıktan, aynı düşünüş biçiminden ve usulden hareketle, bilimsel olmak, çağdaş insana, hayata ve dünyaya uyum sağlamak, bunun için de dini çağa uyarlamak niyetiyle ortak bir bakış açısında buluştuklarını söylemek mümkündür. Geleneğin de kendisini yeniden üretirken aynı zeminde durduklarını söylemeliyiz.

 

Dün, monarşi karşısında cumhuriyeti, dini ayırım yerine halkların eşitliğini, kulluk yerine vatandaşlığı, hılafet yerine laikliği ve anayasal meclisi, ümmet yerine ulusçuluğu, dini bilgi yerine bilimsel bilgiyi, geleneksel yaşam yerine modern yaşamı vs savunarak yarışa girip kalkınacağını ve kurtulacağını savundular. Monarşiler yıkılıp cumhuriyetler kurulduğunda, seçilecek temsilciler eliyle yönetime katılım gerçekleşecek, seçimler biatı, parlamento şura merkezini karşılayacak, rejim değişince hürriyete kavuşulacaktı. İthal edilen formel kurumlar sayesinde her şey güllük gülistana dönecek, kader onlara gülecekti! Laik “ahlak”, ulusal “kimlik”, protestanlaştırılmış “din”, pozitivist “bilgi”, rasyonel “akıl” sanki o gelişmelerden kopuk, sanki o gelişmelerin temel felsefesi değildi! Kime ve neye hizmet edeceği hesaplanmamış ama köhnemiş “rejim” yerine yeni “rejim” gelirse, sadece o değişirse yeterliydi ve insan ve hayata dair tüm algılar, o gelişmelerden ayrılabilirdi! Onların o zamanlar göremediklerini, gelinen yer itibarı ile ve yaşanmış bir tecrübeden hareketle şimdi bizler görebiliyoruz.

 

Bu gün seküler düşünüşün etkisi ile bireyselliği, özgürlüğü, insan haklarını, ortak aklı, ortak iyiyi, özel mülkiyeti, kalkınma ve refahı, adil hukuku, serbest pazarı, özgürlükçü ve katılımcı demokrasiyi savunuyorlar. Yine siyasal rejim, yine totaliter ve baskıcı yönetimler sorunu ön planda! Bu ilkelerin değerden bağımsız olmadığını, ideolojik dönüştürme özellikleri ile toplumsal ve tarihsel sapmayı yeniden ürettiği görülmek istenmiyor. Dünkülerin düştüğü hatayı ve tarihsel tecrübeyi yeni şartlarda yeniden tekrarlamak, bu günün akil olanlarına nasıl yakışır, anlamakta zorlanıyoruz.

 

Son olarak, ilklere kıyasla sonuncuların geldiği yeri, farklılığı göstermek yerine içinde yaşadıkları sistemi veri kabul ederek, onu da meşru sayarak, onunla aynileşmek, oralarda bir yerlerde tutunmak maksadıyla, seküler algı ve yaşam tarzını meşrulaştırmak için dini araçsallaştırdıklarını, bunun için de tevhidi bağlamı, dini ilkeleri ve uygulamaları yeni bir yorumdan geçirdiklerini görebiliyoruz. Artık, kendisine has bir algı ile üretilebilir özgün bir hedef ve örgütlenme, özgün bir yaşam ve gelecek tasavvuru, adil ve başka bir dünya ütopyası, unutulmaya yüz tuttu. Bu durum, nihayetinde yeni bir dini “teoloji” üretmekle sonuçlanabilecek gibi gözükmektedir. Tıpkı, aydınlanma ile Protestan bir dini yorum, özgür bir birey, seküler bir algı ve kapitalist bir ahlak üreten ortaçağ Hıristiyanlarının tarihsel tecrübesinde olduğu gibi, bu kez de “Müslümanlar” kendi elleri ile aynı süreci yeniden tekrar edecek gibi gözükmektedir… Unutmayalım ki, seküler bir anlayışla 400 yıldır dünyayı idare eden ve tekleştirmeye çalışan Batılı, hükümranlığını sürdürmek için ne yapması gerektiğini iyi biliyor ve bu konularda engin bir tecrübeye sahiptir! 



[i]  İngilizler Seyit Ahmet Bahadır Han’ı bağımsızlık savaşındaki İngiliz yanlısı tutumu dolayısıyla takdir ederek “Hint Yıldızı” nişanıyla ödüllendirdiler. Ahmet Han, Müslümanları sürekli İngiliz idaresiyle iyi geçinmeye davet eder. Bu nişan da ona herhalde Bakara suresinin “cihad”la ilgili ayetlerini ‘ulul emre’ uygun tefsir etmesi dolayısıyla verilmiştir… İlk başta ele aldığı ayetlerin tefsirinde Mekke’li müşriklerin, Müslümanlara işkence etmesine ve onları çok zor şartlarda yaşamaya mahkum etmesine rağmen, onların silaha sarılıp karşılık vermediğinden uzun uzun söz eder. Böylece o, Müslümanların İngiltere’ye silahla ya da herhangi bir biçimde karşı koymamaları gerektiğini belirtir. Seyit Ahmet Bahadır Han, Hz. Muhammed’in Medine’ye hicreti içinde “Mekkeli müşrikler Müslümanlara ilişmeyip rahat bir şekilde ibadetlerini yapmalarına müsaade etseydi ve Hz. Peygamberi öldürme planları yapmasaydı, Müslümanların Medine’ye göçmeyeceğini” de belirtirken İngilizlerin egemenliğini besleyen, haklılaştıran, geliştirmeye çalışan bir çaba içindedir.

 

[ii] Aziz Ahmed, Hindistan ve Pakistan da Modernizm ve İslam, Ahmet Küskün tercümesi, İst 1990, İslami araştırmalar dergisi 8. Cilt sayı 1, 1995

 

[iii] İbrahim Şinasi (1826 - 1871), 19. yüzyılda Türk edebiyatını etkileyen ve yönlendiren yazarlar arasında yer alır. Osmanlı toplumunun çağdaş uygarlığı yakalayarak gelişebileceğini, bununsa batı örnek alınarak gerçekleşebileceğini savunan,  batılılaşma hareketinin öncülerinden biridir.

 

[iv]  V. Murat'ı tekrar tahta çıkarmak için yüz elli kadar Rumeli göçmeniyle Çırağan Sarayı'nı bastı. Olay yerine yetişen Beşiktaş karakol komutanı Yedi Sekiz Hasan Paşa tarafından başına sopa darbeleriyle vurularak öldürüldü.

 

[v] Hilmi Ziya Ülken, Türkiye de çağdaş düşünce tarihi. Jäschke, G., Yeni Türkiye'de İslâmcılık, çev. H. Örs, İstanbul, 1972

 

[vi] Dini düşüncenin evrimi, sh67.

 

[vii] (röportaj) http://www.timeturk.com/tr/2008/07/15/abdulkerim-surus-ali-seriati-oldurulmedi.html

 

[viii]  Seyyid Emir Ali,  1849 Hindistan-1928 İngiltere, Hintli hukukçu, yazar ve önder. Hindistan'ın, bağımsızlığını kazanma durumunda, Hindu egemenliğine girmesi yerine İngiliz yönetiminde kalmasını savunmuştur.