Hikmet ERTÜRK
MÜSLÜMAN OLMAM NEYİ GEREKTİRİR?
Anlamsız yapıp etmelerin oluşturduğu bir yaşama sıkı sıkıya sarılmış bulunuyoruz. Çoğu zaman kendimiz olmaya yanaşmıyoruz. Hep başkaları için varız ve onlara benzeme reflekslerimiz oldukça canlı. Kalbimiz ait olduğumuz geleneği sahiplenirken yapıp ettiklerimiz sürekli ötekilerin yaşantılarıyla örtüşüyor. Çoğu zaman Allah’a isyana dönüşen yaşantımıza rağmen Allah’ı seven ve O’na inanan bir kalbin kurtarıcılığı düşüncesiyle avunuyoruz. Öyle ki bu inanış biçimimiz Yahudilerin, Hıristiyanların inanış biçimine hatta bazen de müşriklerin yaşayış biçimine benzese de yaşantımızı onlardan ayırmaya, farklılaştırmaya yönelik bir endişe taşımıyoruz. Çünkü inançlarımız ya da yaşantımız her ne şekilde olursa olsun Allah’la özel bir ilişkimizin olduğuna ve sadece Allah’a inanıyor olmamız sebebiyle doğruca Cennete gideceğimizi düşünüyoruz. Oysa Rabbimiz bu öngörümüzü doğrulamıyor. Çünkü Allah’ın varlığına Yahudiler, Hıristiyanlar hatta müşrikler(başka bir ilaha tapanlar) bile inanıyorlar, üstelik bu onların Müslüman olmaları anlamını taşımıyor.
Eğer onlara, [Allah'tan başka varlıklara tapanlara,] kendilerini kimin yarattığını sorsan hiç tereddütsüz “Allah!” derler. Peki, neden bu (apaçık gerçekten) sapıyorlar!( Zuhruf–87)
İşte yukarıdaki ayette kendilerini Allah’ın yarattığını söyleyenler, Allah’tan başka şeylere tapan müşrikler... O halde Allah’ın varlığına inanmak ile Müslüman olmanın farklı şeyler olduğunu anlamamız gerekiyor. Üstelik Rabbimizin İblis’e Âdem’e (Allah’a) secde et dediğinde İblis’in tavrı ve kâfirlerden oluşu adeta konumuzun çok güzel bir özetidir.
“Ve meleklere: "Adem'e secde edin" dedik. İblis hariç (hepsi) secde ettiler. O ise, diretti ve kibirlendi, (böylece) kâfirlerden oldu.” (Bakara–34)
İblis, Rabbine, O’nun tek bir emrine karşı gelişi sebebiyle hakkı örtenlerden (kâfirlerden) oluyor. Bunu yaparken Allah’ın var olduğuna inanma ya da inanmama gibi bir şey söz konusu değil çünkü söz konusu olayın geçtiği yer Rabbimizin yanıdır. Peki, bizler Rabbimizin Kur’an'da vazettiği birçok emri yerine getirmiyorken, okuduğumuz emirleri sürekli erteliyor ve yarınlara atıyorken nasıl cennete gideceğimizi düşünebiliriz ki? Tabii Kur’an'ı da kendi dilimizde hiç okumadığımızı düşünürsek yapmamız gerekenlerden de haberdar değiliz demektir. Haberdar olmadığımız bir şeyi de yaşamamız söz konusu olamaz. Rabbimiz emrini yerine getirmeyen İblis'i hakkı örtenler (Kafirler) sınıfına dahil ediyorken, İslam'ın birçok emrini hayatımıza karıştırmayan, ayetlere yarıncı bir anlayışla yaklaşan, sadece Allah’ın varlığına inanmış olmakla yetinen bizleri cennetine alacağını düşünmek herhalde çok safça bir yaklaşım olacaktır.
Bu yanlış algı biçimleri çeşitli sebeplerden ileri gelmektedir. Bu konu bağlamında toplumumuzda her lafa girişlerinde kalplerinin temiz olduğundan dem vuran bir kesim var. Anlaşılan o ki bu kimseler Allah ile aldatıcıları tarafından fena bir şekilde kandırılmışlar. Sırf bu inançları sebebiyle günahlarının cezasını çektikten sonra cennete gideceklerini düşünüyorlar. Fakat Kur’an bu kimseleri aldatanların söylediği şeyleri doğrulamıyor. Ve bu kesim öteki dünyada hiç beklemedikleri bir hüsranla karşı karşıya kalacaklar. İşin tuhaf olan yönü ise böyle bir düşünce tarzının Kur’an’da sürekli eleştiriliyor olmasıdır. Ve hadise hep Yahudilerle ilgili meselelerde ele alınıyor. Yani bu düşünceler İslam’a Yahudilerden geçen çarpık inanışlardır. ‘’Ateş bize sayılı günler dışında dokunmayacak’’ diyen bu kimseler aşağıdaki ayetleri dikkatlice okur iseler bu düşüncelerinin ne kadar yersiz olduğunu göreceklerdir. Bu ayetlerde eğer günah işlemeyi alışkanlık haline getirmiş iseniz ve tövbe etmeye yanaşmıyor iseniz cehennemde süresiz kalacakları söyleniyor.
"İsrailoğulları, sayılı birkaç gün müstesna, bize ateş dokunmayacaktır, dediler. De ki: Siz Allah katından bir söz mü aldınız ki Allah sözünden caymaz, yoksa Allah hakkında bilmediğiniz şeyleri mi söylüyorsunuz?"(Bakara–80)
"Hayır! Kim bir kötülük eder de günahı kendisini çepeçevre kuşatırsa işte o kimseler cehennemliktirler. Onlar orada devamlı kalırlar."(Bakara–81)
Yukarıdaki ayetlerden haberdar olmayanlarımız için ise böyle bir yaşantıda ısrarcı olmamız ise daha çok, günah, haram ve şirk kavramlarına doğru anlamlar yükleyemememiz ve bunları birbirine karıştırmamızdan kaynaklanmaktadır. Buda olayı ikinci vahim boyutudur. Daha açık bir ifadeyle Rabbimize O’nun sıfatlarında şirk koşuyorken bu yaptığımız şeyleri günah ya da haram şeklinde algılıyoruz. Çünkü haram, günah ve şirki birbirinden ayırt edecek bilgiye sahip değiliz. Eğer her iki düşüncede de sapmalar var ise bu şekli ile de cehennemde sayılı günler kalıp tekrar cennete gideceğimizi düşünüyoruz. Şirk; Allah’a da inanmakla birlikte, Allah’a zatında, sıfatlarında, hükmünde, ulûhiyet(ilahlık), ibadet veya mülkünde ortak koşmaktır. Şirk kavramı bizlerin düşüncesinde hep puta tapmak ya da Allah’ın varlığına inanmamak şeklinde oluşmuştur. Onun için daha güncel bir tanım yapabiliriz. Şirk; Allah’ın yanında başka güçler tanımak, Allah’a inanmak fakat O’nu inkâr edenlerin ya da Allah’a rağmen hüküm koyanların hükümlerini inanarak kabul etmek ve onlara bile bile uymaktır. "Allah’a inandık" deyip onların istediği bir hayat tarzını Allah’a rağmen yaşamak... Şirkin bu şeklini bir örnekle açıklamaya çalışırsak sanırım konu daha iyi anlaşılacaktır.
"(Yahudiler) Allah’ı bırakıp alimlerini (hahamlarını); (Hıristiyanlar) da rahiplerini ve Meryem oğlu Mesih’i rabler edindiler." (Tevbe, 31).
Bu ayet bağlamında Allah Resûlü (S.A.V.) Hristıyan iken Müslüman olan Adiy b. Hâtem’in ‘’Ya Resulullah biz onları Rabler edinmiyorduk" ki demesi üzerine, “Hıristiyanlar alimlerine helali haram, haramı da helal kılmalarında itaat ediyorlardı. Kim Allah’tan başkasına şeriat koyma, (hayata tümüyle yön verme) hakkı iddia ederse Allah’tan indirileni inkâr etmiştir” -şeklinde açıklamış, sonra da şu ayeti okumuştur,- Allah’ın indirdiğiyle hükmetmeyenler, işte onlar kâfirlerin ta kendileridirler (Mâide, 44).
Emir ve yasaklama hakkı, sadece Allah’ındır, Bilesiniz ki, yaratmak ta, emretmekte Ona mahsustur (A’raf,54)
İşte tevbe etmeden yukarıda anlatıldığı şekliyle hayatımız sona ererse ahirette geri dönemeyeceğimiz pişmanlıklarla karşılaşabiliriz. Cehennemde kısa bir süre kalıp tekrar cennete gideceğimiz yanılgısından artık bir an önce kurtulmalıyız. Yukarıdaki anlatıldığı şekliyle bir hayata tutunmuşsak bunlar Rabbimizin hiçbir zaman affetmeyeceği, O’na ortak koştuğumuz kendi amellerimizdir. Bu şekliyle biz her ne kadar kendimizi iyi bir kul, iyi bir insan olarak görsek de aslında insanların en kötüleriyiz ve cehennemde de ebedi olarak kalacağımız bir hayatın içerisinde yer alıyoruz demektir.
Şüphesiz kitap ehli ve müşriklerden Kâfir olanlar, Cehennem ateşinde ebedi olarak kalacaklardır. Onlar insanların en kötüleridirler» (Beyine–6).
Şüphesiz, kim Allah’a ortak koşarsa, Allah ona cenneti haram kılmıştır ve onun gideceği yer Cehennemdir. Zalimlere orada bir yardımcı da yoktur (Maide–72).
Bu nedenle İslam olmaya karar verdiğimizde söylediğimiz sözlerin ne manaya geldiğini öğrenmeye çalışalım. Çünkü Müslüman olmanın hayatımızda ispatının olması gerekir. Yaşantımızda hiç yer almayan şeyleri dilimizle söylememizin Rabbimizin katında hiçbir geçerliliği olamaz. İsterseniz "Eşhedu" (Şahadet ederim ki) diye başlayan sözlerimizi tekrar edelim ve hayatımızda bunların var olup olmadığının sağlamasını yapalım.
"Eşhedu" Kalbimle kabul ediyor ve dilimle söylüyorum ki; "Lâ ilahe illallah" Allah'tan başka kâinat nizamını elinde bulunduran, hüküm koyan bir başkası, yani hiçbir ilâh yoktur. İçimde putlaştırdığım makam, ideoloji, sistem, ilke, parti, hizip, kadın, erkek, evlât, sanatkâr, sporcu, kulüp, loca, önder, şef, aile, heva ve heves v.b ilâhlarımın tamamına "lâ" (yoktur) deyip, inkâr ederek; kalbimi ve düşüncemi, ruhumu ve bedenimi; elimi ve dilimi; "illallah" deyip, Rabbimin emrine veriyorum. O'ndan başkasını güç tanımaya vesile olacak her şeyi "lâ" (yoktur) deyip, kenara itiyor, O'nu, yani Allah'ı tek güç ve tek hâkim tanıyarak, "illallah" diyor bağlanıyorum, bağlandığıma dair söz veriyorum.
Dikkat edilirse; "Lâ ilahe illallah" ile verdiğimiz sözün içeriği hiç de vicdanımıza sıkışmış gibi görünmüyor. Yani laik bir anlayış değil, sadece Allah’la aramızda kalan, dışarıya yansımayan bir yanı da yok. Toplumdaki yaşayışımız, hal, hareket ve tavırlarımızla alakalı konuları içeriyor. Şöyle ki; Peygamberimiz Mekke’de oradan geçen müşrik birine; "Lâ ilahe illallah de ve kurtul" diye hitapta bulunduğunda o kişi şöyle diyor ; ‘’Bana Bizans’la savaşmamı mı emrediyorsun ?’’ ben bunu yapamam diyor ve Müslüman olmuyor. İşte bizlerin sıkıntısı bu noktada başlıyor. "Lâ ilahe illallah" derken söylediğimiz sözün ne manaya geldiğini bilmiyoruz. Bu sözü söylemenin bizleri birileriyle düşman haline getireceği bilincini taşımalıyız. Müslüman olmamıza rağmen kardeşlerimizi katleden, dünyada fesat çıkaran, mazlum halkları kendi çıkarları için ezen ötekilerle aramız hiç bozulmuyorsa bu iddiamız içi boş ve sadece sözde kalan bir iddiadır. “La” (tagutlara hayır) diyen birisi kâfirlerle dostluklar hatta stratejik ortaklıklar kurabilir mi? Bu Rabbimiz tarafından da kabul görmeyecektir.Kimin yanında yer alacağımızı net bir şekilde ortaya koymak zorundayız. Zaten bizler düşmanımızı net bir şekilde Allah’ın isteğine uygun olarak belirlemiş olsaydık tek kurtuluşumuzun Müslüman kardeşlerimizin yanında olmak olduğunu da kavramış olurduk.Düşman kavramımız netleşmediği için birbirlerimizle gerçek manada kardeşler de olamıyoruz. Tabii ki böyle bir anlayış tarzı hayatımızda herhangi bir tehlike de oluşturmuyor. Böylelikle birlik olmanın ihtiyacını hissetmiyoruz. İslam, ayrışmanın, ötekilerden farklı olmanın adıdır. Dolayısıyla bunun dışında bir yol üzerinde yürüyor olmaktan bir an önce uzaklaşmalıyız.
Yukarıda anlatılan önemli vurguları bir araya toplar isek ; Çok hasta evladını hırsla afiyete kavuşturmaya çalışan annenin konumunu ihlas (irade) diye isimlendirebiliriz. Zira hasta evladına karşı annenin bu gayretinde en ufak bir hile ve aldatma söz konusu değildir. Bilakis evladının şifa bulması için tam bir ihlas (samimiyet ) vardır. Tıpkı bizlerin İslam'a karşı duyduğu ihlâslı, samimi sevgi gibi. Tabii ki tek başına bu sevgi annemizin evladını iyileştirmeyecektir. Çünkü bu hastalığın ne olduğu bilgisini alması için doktora gitmesi gerekmektedir. Bizlerin de İslam'ı seviyor olması tek başına yetersizdir. Bizim İslam'ı yaşayabilmemiz, İslam olabilmemiz için Kur’an'a (doktora) başvurup İslam olabilmenin bilgisini almamız gerekmektedir. Peki, annemizin bu bilgiyi öğrenmesi evladının iyileşmesini sağlar mı? Ebetteki evladı sadece doktorun hastalığı teşhis etmesi, anneninse bu bilgiye ulaşması evladının iyileşmesini sağlamayacaktır. Bizim İslami bilgilere ulaşmış olmamız İslam olduğumuz manasını taşımamaktadır. Annemizin evladının iyileşmesi, sağlığına kavuşması için doktorun verdiği ilaçları kullanması gerekmektedir. İşte burada haklı bile olsa mazeretlerimiz oluşabilir. Annemiz çok haklı olarak eğer para bulamaz böylelikle ilaçları alamazsa evladının iyileşmesi yine de mümkün değildir. Haklı bile olsa evladı ilaçları kullanmadığı için ölecektir. İşte bizlerin Allah’ın hükümlerini yaşama noktasındaki mazeretleri de böyledir. Haklı mazeretlerimiz bile olsa hayatımıza şirk bulaştırıyor, Rabbimizin emirlerini yaşamıyorsak bu da bizim öteki dünya adına sonumuz olacaktır. İlaçların alınıp kullanıldığını düşünürsek bu ilaçları kullanmak da bazen yeterli olmayabilir. Yani ilaçları aynı zamanda doğru kullanmamız gerekmektedir. Yani annemiz içilmesi gereken ilaçları aldıktan sonra ilaçları bir kova suda eritip o suyla da çocuğuna banyo yaptırsa sizce evladı iyileşir mi? Ya da ilaçları alıp bir bez parçasının içerisine sarsa ve ondan bir kolye yapıp çocuğunun boynuna assa faydası olur mu acaba? Tabii ki bunların hiçbir faydası olmayacaktır. İşte bu noktada Kur’an'ı okuyan, İslam adına bilgi sahibi olan bizlerin bu bilgileri kalpten kabul edip doğru bir şekilde hayata aktarmamız gerekmektedir. Yoksa yaşanmayan bu bilgilerin bizleri İslam dairesi içerisine alması düşünülemez. Bir efendi düşünün ki kölesine yarın misafirlerim gelecek güzel bir sofra kur, alışverişe git diyor. Köle de efendisini çok seviyor ve sabahtan akşama kadar efendim büyüktür, onu çok seviyorum diye zikir çekiyor onu anıyor. Alışveriş falan yapmıyor. Efendisi geldiğinde bir şey yapılmadığını görüyor ve çok kızıyor. Efendisi yarın için aynı şeylerin yapılması söylüyor. Ama kölesi yine kendince doğru olan aynı şeyleri tekrarlıyor ve böylelikle verilen görevi yerine getirmiyor. Bu böyle devam ediyor. Yani hep efendisinin büyüklüğünü, onu sevdiğini diliyle söylüyor ama dediklerini yapmıyor. Sizce bu ilişkiyi efendisinin onaylaması mümkün müdür? Herhalde bizler bile böyle bir ilişkiyi onaylamayız. Peki, kendimizin bile onaylamadığı böyle bir ilişkiyi Rabbimizin onaylayacağını nasıl düşünebiliriz ki? Kur'an okuyoruz, Rabbimizin emirlerine muhatap oluyoruz, O'nu anıyor, O'nu sevdiğimizi ve O'nun tek güç (otorite) olduğunu söylüyoruz ama hiçbir sözünü yaşantımıza aktaramıyoruz. İnşaallah Allah bütün bu yaptığımız şeylerden dolayı bizleri affeder ve bize doğru yolu gösterir.
Şimdiye kadar anlattığımız bütün hususlarda yaptığımız vurgu İslam'ın bir hayat nizamı olduğudur. Öyle ki yaşantımız Rabbimizin sevmediği, onları kâfirler ve müşrikler olarak belirtip dışladığı kimselerle aynı şekilde olmamalıdır. Rabbimizin sevmediği kişilerle aynı hayatı yaşıyorken kendimizi Rabbimize sevdirmemiz imkânsızdır. Şu halde bir an önce bizleri şirk üzere yaşamaktan, ötekilere benzemekten kurtaracak olan bilgiye ulaşmalı ve bu bilgiyi doğru bir şekilde hayatımıza aktarmalıyız. Unutmayalım ki, nasıl bir yol izleyeceğimiz, bu dünyada halledeceğimiz bir konudur. Ölümümüzden sonra geriye dönüp Rabbimizin istediği hayatı tekrar yaşama şansımız yok. İnşallah Rabbimiz bizleri bu hususta arındırır, bizlere acır, hak yolu görmemize ve şirkten kurtulmamıza vesile olur.
Selam ve dua ile…