Hüseyin ALAN

02 Nisan 2010

NEYİN ŞAHİTLİĞİ?

İnsanlık tarihi, insanlar arasında süregelen bir yarışın, bir mücadelenin de hikayesidir aynı zamanda. Bu yarış ve mücadele, temelde birbirine zıt iki grubun, iki hattın arasında sürüp gelen, kıyamete kadar da sürecek olan esaslı bir tercihin sonucuna dayanmaktadır. Grupların temel farklılığı; yaşanacak bir tek dünya var, o da şu anda sahip olduğumuz hayat diyenler ve tarafını öyle koyarak yaşam biçimini ona uygun düzenleyenlerle; bu dünya geçici, biz burada sınanmak üzere varız, buradan kazandıklarımızla asıl kalıcı yurt olan ahrete döneceğiz diyerek tarafını böyle belirleyenler ve buna uygun bir yaşam biçimi düzenleyenlerin arasındaki farklılıktır.

Bu temel tercih farkı; dünya hayatına dair, varlığa ve yaratılışa dair, dünyada yapıp etmelerin hangi değerler üzerinden yürütüleceğine dair kabul edilen ve yapılan esaslı bir yorumdan ve bu sorulara verilecek cevaplardan kaynaklanmaktadır. İlahi ya da beşeri irade ve tezler, bu sorulara kendince verdikleri cevaplarla işe başlar, diğer ayrıntıları ve bağlı değerleri bu temel üzerine oturtur ve nihayet kurucu-inşa edici anlam ve tanımlama önerisini de yine bu temeller üzerine kurar. Her birisi için en temel ilke budur, nihayet bu temel ilkeden hareketle, diğer ilkelerini de kendi hakikati anlayışı ile tutarlı olarak beyan eder.

Diğerlerini bir kenara bırakarak bizi her şeyden çok ilgilendiren, amacımızı, çalışmalarımızı ve hedefimizi kendisine referans ettiğimiz, varlık gerekçemizi ve totalde bağlılığımızı iddia ettiğimiz İslam’a bakalım. İslam’ın bu en temel ilkesinden hareketle diğer ilkelerine bir göz atalım.

Müslümanlar için Allah inancı ve tasavvuru, vahy, elçilik, ahiret anlayışı ve bunların sahihliği, diğer temel ilkelerdir. Bunlara dair detay inançlar, inançların içeriği ve çerçevesi, bu bağlamda yapılması gereken kulluk ve ibadetler salih olmak kaydıyla, bilgi ve ilim kaynağımız olan vahy ile tutarlı, elçilerin örnekliği ile de uyumlu olmak zorundadır. Burada bir eksiklik ya da fazlalık, içeriği bozan veya çerçeveyi taşan algılara-yorumlara-davranışlara dayanan bir sapkınlık yahut azgınlığın belirtisi olurken, itaat ve teslimiyetin sorunlu olduğunu da gösterecektir.

Kendimizi test edecek soruyu şöyle sorabiliriz; Allah hayata, tarihe ve insanlığa nasıl ve hangi yolla müdahale etmektedir? İslam dini niye vardır, İslam niye gelmiştir, peygamberler ne yapmıştır; cevabını da şöyle verebiliriz; ta başında insanlık tevhidi temelde bir tek ümmet iken ve tevhide uygun yaşantılarını sürdürürken giderek azgınlaştı, hevasını ilahlaştırıp yeryüzünde kan dökmeye ve fesat çıkarmaya başladı. Bundan sonra Allah, insanları yeniden kendi dini ile buluşturmak ve kendine döndürmek için elçileri ve kitapları ile müdahale etti.

Dünya hayatını düzenleyen, burada kusursuz bir düzen kuran, kendisine sadece itaat edip görevlerini yapan varlığın ve eşyanın kaderine hükmeden, her an bir işte ve yaratışta bulunan; insanı yaratan, hayatını bahşeden, güzellikle şekillendiren, ona sonsuz ikramlarda bulunan, nimetlerle donatan, tercihlik irade veren, tasarruf yetkisi ile yetkilendiren Allah’tır. Ve insan tekrar Allah’a geri dönecektir. Bunun içindir ki insan da; niyetini, teslimiyetini, sözleri ve davranışlarını Allah’a döndürmelidir. Şayet kazançlı çıkmak istiyorsa.

İnsan; itikadı, ahlakı, yaşantısı, toplumsal ilişkileri dediğimiz siyasi-ekonomik-sosyal-kültürel-estetik vs tüm davranışlarında, örgütlenmesinde ve mücadelesinde, kavgasında ve barışında tercih ettiği değerleri ile kendisini tekrar Allah’a döndürmelidir. Bunun için insanın en yüksek otoritesi Allah olması gerektiği gibi, bağlılık ve itaati de Allah’a yönelik olmalıdır. Burada, itaat ve bağlılıkta bir kesinti yahut ilişkilerinde başka değerlere de itibar varsa, kulun Allah ile olan ilişkiler de kesilmiş olur.

Allah’a itaat ettiğini söyleyen, bağlılığını onun gösterdiği ibadet ve kullukla sürdürenler, her haliyle ve her çeşidiyle yapıp ettiklerinde de yalnızca Allah’ı gözetecekler ve sadece Allah’a itibar edeceklerdir. İnsanlar Allah’ı birleyen itikadında, onun ortaksızlığında,  kitaplarına meleklerine itikadında, elçilerin hepsini, son elçi ve son kitabı tasdikinde, yaratıldığı gibi öleceğini de kabul eden gaybi bilgilere itminanında olduğu gibi; namazında orucunda, nikahında guslünde, haccında zekatında, ahlakında edebinde, kişisel vicdanında ve ailesi içinde Allah’a itaat ve bağlılığını sürdürenler; siyasi tutumu ve ekonomik ilişkilerinde, toplumsal mücadelesinde ve örgütlenmesinde, aleni sürdürmesi gereken daveti yaymasında, tuğyan edene ve zalimlik yapana karşı duruşunda da Allah’a isyan etmemeli, buralarda da bağlılığını sürdürmelidirler. Çoğunlukla tevhidin bozulduğu, şirke düşülen tutumların sergilendiği ilişki biçimleri olarak açığa çıkan kamusal alanda, topluluk içindeki görüntülerde ve siyasi kimliklerde de Allah birlenmeli ve Allah’a itaat edip bağlılık sürdürülmelidir.

Şu halde, bir Müslüman için Allah’ın dininin lehine şahitlik etmesi önemlidir. Şahitlik kişinin öncelikle bizzat kendi ahlaki tutarlılığında, akidesinin üzerinde yükseldiği kişiliğinin oluşumunda, çalışmalarının ve mücadelesinin bütün alanlarında ama illa ki ilkeleri ile uyumluluk göstererek yaptığı pratiklerinde gözükmelidir. Kendisi dışında kalan çevresini ve gücü yettiği kadar ile herkesi hakka davet etmek, ilkeleri hatırlatmak, örneklik göstermek, bütün bunları yaparken insanları sadece ama sadece Allah’ın yoluna döndürmek kastı ile yapmaya dikkat etmelidir. Ve nihayet bütün yapıp etmelerini, birbirini tamamlayan faaliyetler doğrultusunda ve Allah’ın istediği toplumsal düzeni insanlığın hayatında gerçekleştirmek için, sadece bu hedef dahilinde olmak üzere yapmaya gayret etmek. Bunlar birbirinden kopuk, başka maksatlar ve yöntemlere de itibar edilerek veya gizli saklı şekillerde yapılamaz işlerdir.

Kulunu her şeye şahit tutan Allah, onu her şeyden de sorumlu tutmuştur. Keza kulunun şahitliğini ve sorumluluğunu yerine getirebilecek niteliklerle de donatan Allah, özetle ne yapmamızı murat etmiştir? Tevhidi norm, sadece imani ilkeleri, akaid konularını, vicdani ve ahlakı erdemliliği ve kişiselliği kapsar da, toplumsal hukuku, ekonomik ilişkileri, siyasi ve toplumsal düzeni vs kapsamaz mı? Şahitliğin sınırı nedir? Bizler nelere şahitlik edeceğiz?

Şimdi hemen herkesin hatırlayacağı bir vakıayı hatırlayalım; Peygamber (s) bir gün Hz. Ömer’in elinde tevrat’dan bir sahife yahut sahifeler görür. Elçinin tepkisi şudur: “Kitap ehline herhangi bir şey ile ilgili soru sormayınız. Onlar (zaten) sapıtmışken size doğruyu gösteremezler. (Şayet size bir şey söyleyecek olurlarsa) siz ya bir batılı tasdik etmiş olacaksınız veyahut bir hakkı yalanlamış olacaksınız…” Bu önemli açıklamaya esas teşkil eden kuralı, evvelkileri de tasdik ettiğini söyleyen, dolayısı ile diğerlerine artık gerek olmadığını açıkça buyuran Rabbimizin son inzal ettiği kur’an’dan En’am suresi 153 le ve sadece bir ayet ile teyit edelim: “ işte bu benim dosdoğru yolumdur. O’na uyunuz. Diğer yollara uymayınız ki, sizi O’nun yolundan ayırmasın…”

İnsanlardan sapanlar sadece kitap ehli midir, hayır; son ilahi buyrukların yeniden arı duru hale getirdiği tevhid inancını kirleten, bulandıran, kendilerince “hakikat” buyurduğunu söyleyerek fıtratı bozan, nefsi azdıran, insanı “tanrı” yapan, insanları aldatmak için çok tanrılı sistemleri sürekli yeniden üreten, siyasi-sosyal-ekonomik sistemleri ile zalimce bir düzen kurarak diğer insanları köleleştiren, dolayısı ile Allah’a ait olan en yüksek otorite ve kural koyma hakkını gasp ederek siyan eden tağutlar, onların beşeri ideolojileri, onların üfürdükleri zihin kurucu kavramlar ve bu kavramlarla düşünüp hareket eden, hayatını öyle sürdüren ve onlara bağlılığını bildiren tüm kullar ve toplumlar da sapmıştır.

Peygamber zamanında sadece kitap ehli sapıklar yoktu; Roma kültürü, hukuku ve medeniyeti, görkemli devleti ve kurumları; Pers kültürü, inancı ve güçlü devleti ve medeniyeti; eski Yunan’dan kalan mantık, felsefe bilgisi, şehirliye ait demokrasi kültürü ve site devletleri; Habeş krallığına ait medeniyet, kültür ve inançlar… vs Tüm bunlar o devirlerde baskın ve yaygın olarak yaşıyorlar, birbirleri ile rekabet ediyorlardı. Değerlerinin ve kültürlerinin yayılması için güçlü ordulara, geniş coğrafyalara ve büyük devletlere de sahiptiler.

Bütün bunlara rağmen Allah’ın son elçisi ve ona uyan ilk Müslümanlar, özgüvenleri yüksek, üstünlüklerini ve vakarlarını her daim hissettirerek ve koruyarak, hiçbir komplekse ve acze düşmeden, sadece kendi inançları, kendi yöntemleri ve bağımsız örgütlenmeleri ile hareket ettiler ve kendi hedeflerine kilitlendiler. Allah’a olan itaatleri, güvenleri ve samimi bağlılıkları karşılıksız kalmadı, Allah da vaadini tuttu ve onları tüm o dünyalara galip getirdi…

Ülkemizde bir süredir baş gösteren ilkelilik, ilkesizlik tartışmaları, yapılıp edilen faaliyetlerin gerekliliği yahut tutarsızlığı konusundaki farklı görüşlerden hareketle, yukarıdaki açıklamalarla konuyu doğru bir zemine kaydırmayı ve esasa yönlendirmeye katkı sağlamayı amaçlayarak bu uzun girişi yaptık.

Bizim çağımızda da, baskın, etkin ve yaygın kültürler, uygarlıklar var. Bu günde hakim bir ideoloji ve onun ardında duran toplumlar ve devletler, onları takip ve taklit edenler dahil diğer toplumlar ve devletler; genelde tamamen ateist, seküler, laik ve müşrik bir yapılanma üzeredirler. Bunlarda toplumsal düzenleri ve devlet yapılanmaları itibarı ile en az peygamberin günündekiler kadar zalim, gaddar, kıyıcı, sömürücü ve katliamcı. Yer kürenin ne kadar masum halkı ve zengin kaynakları varsa orayı talan edip soyuyor, insanları öldürüyor, iç savaşlar çıkartıp onları birbirlerine düşürüyor ve köleleştiriyorlar. Propaganda ve yalan mekanizmaları sayesinde çok büyük çoğunluğu kandırmayı da becerebiliyorlar. Bir taraftan kendilerine uşaklık eden işbirlikçileri buluyor, öte taraftan sahte kavram ve tezlerle milyarlarca insanın zihnini iğdiş ediyor ve yanıltıyorlar.

Bu günkü kitap ehli, hala peygamberin günündeki kadar sapkınlar ve hala bozgunculuk yapmaya, Allahın kullarını Allah adına yalanlar uydurarak yanıltmaya devam ediyorlar. Son elçi ve getirdiği son dini sahiplenenlerin büyük çoğunluğu da, itibar edilen din adamları, kendilerine verilen devlet destekleri ile kendilerine uymaktan başka yol bulamayan kalabalıklar içerisinde benzer fesadı üretmeye ve yaymaya, kitap ehlinin ve sapkınların peşinden gitmeye devam ediyor.

Yazının başında belirtilen sahih gruba, tarihi yolculuğunda sahici hatta dahil olmak isteyen, son elçinin örnekliğinde ve ona tabii olan ilk Müslümanların kutlu yolunu takip ederek, gerçekte Allah’a olan bağlılığını ve itaatini sürdürmek isteyenler, nedense yapmaları gerekenler konusunda şaşkınlık yaşıyorlar. Zihinler karışık, hedefler bulanık, yöntemler tartışmalı, örgütlenmeler ve çalışmalar meyvesiz, en tehlikelisi de ilkeler sorgulanıyor.

Liberal, demokrat siyasi tezler, kavramlar ve yöntemleri ile çoğulcu kimlik tartışmaları ve tanınma istekleri, her tür haramın önü açık ve sorgusuzca işlenebildiği serbest Pazar piyasa ekonomisi ve ilişkileri, insanı bireye dönüştüren kurucu ve yönlendirici varlık tanımları, bu aralar çokça sempatik geliyor ve çoğunlukla da rağbet görüyor. İslami tanım ve kavram değerleri hafife alınıyor, eşyayı ve hayatı açıklamada yetersiz bulunuyor.
Bağımsız, özgün ve İslami ilkelere has talepler ve karşı duruşlar, kendi yöntemlerine uygun örgütlenme ve amaçlı yapılması gerekli faaliyetler flulaşıyor, karmaşıklaşıyor ve çoklarını komplekse itiyor. Merhamet duyguları kabartılanlar, başkalarının planlarında yer tuttuklarından habersiz yanlış yerlerde tezgah açanlar, sosyal yardım ve dayanışma faaliyetlerini İslami hareketlerin yerine geçirenler, paradigma içi sivil talepler ve tepkisel itirazları İslamcılık adına onaylarken, bu durumlara eleştirel yaklaşanları faaliyetsizlik, atalete düşmek ve kuru ilkelere saplanıp kalmakla suçluyorlar.

Şimdi sorulması gereken ve hep beraber cevaplamamız gereken soru şudur; insanlık bir yolda akıyor. Azgın, sapkın tağutlar milyarları çaresiz bırakıyor ve zavallılaştırıyor. Uygarlık adına, medeniyet adına olmadık zulümler işleniyor, insanlık suni üretilen krizlerle efendilerine ve gösterdikleri yollara sadakatle koşturuyor, bağlılıklarını bildiriyor. Çok tanrılı dinlere selam duran, uluslaşma süreci boyunca uluslarca üretilen putlara secde eden ve bağlılık andı içenler, kültürüne, diline, tarihine ve devletine tapınarak bunların ardındaki tağuti kurnazlıkları görmeyenler, kalkınma ninnileri ile mutluluğun ve istikrarın peşinde bir ömür tüketenler, doğru yolda, doğru yönelişte midirler? Milyarlarca kalabalık, hangi tezgahlar ve sinsi planlamacılarla bu yolda sürüklenmektedir?

Bu kadar zavallı konuma düşürülen ve hayaller peşinde koşturulan insanlığa karşı, sadece kültürel çalışmalar, sadece tepkisel söylemler ve sadece sosyal dayanışmalar göstererek mi çare olacağız? Tüm oyunları tezgahlayanları, arka planda ellerini oğuşturup ön cephede insanları birbirlerine kırdıranları, onların düzenlerini ve işbirlikçilerini açığa çıkartmayacak mıyız? Dosdoğru yolu, hakça yaşamı ve düzeni gösterecek, esas hedefi ve muhatabı açık edecek, elçilerin yaptığını bu çağda tekrarlayacak tevhid ehillerine ve sahih hattı takip etmeleri gerekenlere ne oldu?

Açlıktan ve insanlardan korkmayıp sadece Allah’dan korkması gerekenler nerelere kayboldular? Allah’a çağırırken bir beklentiye girmeyenler, mücadele ettiklerinin vereceği rüşvete, sahip olduklarına göz dikmeyenler ne haldeler? Tağutları ve zalimleri hakka çağırırken onlara karşı yürütülecek mücadelede zavallı derekesine düşürülmüş insanlığın gözünü açacak, kulaklarındaki pası silecek, zihinlerindeki iğvayı düzeltecek, gönüllerindeki itaati ait olduğu yöne çevirecek ve onları kula kulluktan Allah’a kulluk etmenin şerefini tattıracak olanlarımız şimdilerde hangi işlerle meşgul olmaktalar? Ölüm melekleri canlarımızı alırken; “ne işteydiniz” diye sorduklarında cevabımız ne olacak?...

Tekrar soralım; şahitlik ve sorumluluk evet ama, Allah’ın dininin mi yoksa beşeri ideolojilerin mi?