Mustafa ATAV
SERMAYENİN GÜCÜ HATIRINA HORTLATILAN KÖLELİK
Vahiy, miladi altıyüz yıllarında cahili inanç ve yaşam biçimine bizatihi müdahale etmiş, inanca paralel olarak da insana özgü sosyal,siyasal ve ekonomik ilişki biçimlerini eşref-i mahlukat çerçevesince ,yani hak ve adaleti gözeterek belirlenmesini telkin etmiş ve aynı zamanda sömürüye endeksli egemen insan zihniyetine hizmet eden köleliliğin kaldırılmasını zorunlu kılmıştır..
İlginçtir, bıraktık diğer dünya devletlerini, ta 18.yüzyıllara kadar vahyi mirası sahiplendiği söylenen İslam coğrafyalarında ve bizim yakın tarihimiz açısından Osmanlı’da bile kölelik bir şekilde devam ettirilmiştir.
18. yüzyıl açısından ve o zamanın emperyalist güçlerin kabulünce söylersek kölelik, ”öteki” insanın yirmi dört saatini efendisine hasretmesinin karşılığıydı. Öte yandan köleliğin dışında, aynı süreçte işçi statüsünde belli bir ücret karşılığında çalışan kesimlerin, kış şartlarında günün on altı saatini, yaz şartlarında da günün on sekiz saatini sermaye sahiplerine hasrettiği tarihsel bir gerçekliktir. O günkü şartlarda işçiliğin kölelikten farkı, çalışma süresinin ve alacağı ücretin adının konulmasından başka bir şey değildi.
Anlaşılacağı üzre vahyin, insana öngördüğü çalışma, dinlenme ve uyku kriterleri, kapitalizmin ve bunu içselleştirmiş kendisinden gayri insana zırnık değer vermeyen egemen insanın arzu ve hevasınca yok sayılmış ve maalesef tarihsel verilere bakıldığında da görüldüğü gibi, “öteki” ne dair bu kabul İslam coğrafyalarında da hüküm ferma kılınmıştır.
Süreç itibariyle, uluslararası baskı ve anlaşmalarla yani aslında insanın kendi fıtratına ters olan çalışma şartlarının iyileştirilmesine yönelik hem de canı pahasına giriştiği türlü mücadelelerin akabinde kölelik kaldırılmış, aynı zamanda işçilerin mesai süresi, önce on saate ve daha sonra yasalarla kayıt altına alınarak sekiz saate düşürülmüştür.
Bugün, belirli kesimlerin ideolojik önyargılara kurban ettikleri emeğe, işçi sınıfı haklarına dair söylemlerin ortaya çıkması ve emeğin karşılığı olarak tayin edilmesi gereken ücretle beraber, sosyal imkânların insanca yaşama fırsatı verecek düzeye yükseltilmesi için mücadele edilmesi, zaten İlahi iradenin insanın fıtratına yüklediği değerleri çoktan fark ederek olması gerekendi..
Gelin görün ki köleliğin kaldırılması, çalışma süresinin azaltılması ve mesai ücretinin insanca yaşama seviyesine yükseltilmesi için yüzlerce yıl mücadele eden insanoğlu, geçmişi karanlığa mahkûm eden ve kendisini modern olarak tanıtan bugünün dünyasında ve bilhassa yaşadığımız yer olmasından hareketle söylersek günümüz Türkiye’sinde, yine köleleştirme tehlikesiyle, yok paraya insan çalıştırma ve aynı zamanda uğruna binlerce canın kıyıldığı mesai süresinin on altı saate çekilmesiyle karşı karşıyadır..
Yeni yıl itibariyle güncellenen rakamlara göre, Türkiye’de görünen şekliyle işsiz sayısı üç milyon, 658 TL gibi komik bir rakamın karşılığı olan asgari ücretle çalışan sayısı da 3 milyon 500 bin civarlarındadır.
Şu bilinen bir gerçeklik ki çalışıyor ve emeğinin hakkını alıyor gibi görünen asgari ücretlinin tali ettiği maaş çalışılan şirketlere göre yer yer değişmektedir. Maaşların zamanında ödenmemesine dair, kâğıt üzerinde devletin öngördüğü rakam yazılı olmasına rağmen, fiili olarak ondan daha az ücret verildiğine ve belirli aralıklarla işçilere ücretsiz izin verildiğine dair hikâyeleri herhalde duymayan yoktur. Buradan kalkarak denilebilir ki istatiki anlamda işsiz sayısı 2 milyon 550 bindir..Buna kayıt dışında olanlar ilave edildiğinde toplamda 10 milyondan fazla işsiz; yani açlık sınırlarında yaşayanlar yani yoksul olanlar var demektir.
Ki bu tezimizi doğrulayan da 2011 yılı itibariyle dört kişilik ailenin açlık sınırının yaklaşık 980 TL, yine dört kişilik ailenin yoksulluk sınırının 2 bin 690 TL olduğuna ilişkin rakamların tespit ve ilan edilmesidir.
Bu istatiki verilere, yıllar geçtikçe maaşları eriyen, açlık ve yoksulluk sınırlarını belirleyen rakamların çok altında ücret alan ve sayısı 10 milyonu bulan emeklileri de ilave edersek, maalesef üzücü bir tablo ortaya çıkmaktadır.
Hükümet ve hükümet yanlısı ekonomistler, çalışan ve emekli olanların sayılarının orantısızlığına vurgu yaparak, oluşan rakamların devlete yük olduğunu ve zamanla çalışanına dahi maaş verilemeyecek hale gelinilebileceğini söylemektedirler. Bu aslında hem çalışanlara hem emeklilere ve hem de en kötüsü zaten işsiz olanlara aba altından sopa göstermekten veya ölümü gösterip sıtmaya razı olmalarını istemekten başka bir şey değildir.
İktidara türlü vaatlerle gelenlerin, kendi becerisizliklerini çalışanlara ve emeklilere fatura etmesinin garabeti ortadadır. Herkes bilir ki şimdiye dek iktidara talip olmuş bütün parti ve liderleri işsizlik sorununu, ücret adaletsizliğini ve diğer problemleri çözeceği vaatlerinde bulunarak iktidara gelmişlerdir. Ama ne yazık ki verilen sözlere güvenerek oy verenler, her defasında da hayal kırıklığına uğramışlardır.
Bugün, bazı kurumların hesabı sorulamayan harcamalar yaptığı, üst düzey bürokratlara, yöneticilere limitsiz harcama yetkisi verildiği, devlete ait taşınmaz mülklerde lükse dayalı masraflar yapıldığı, devlet işlerinin faturası kabarık lüks otellerde ve tatil beldelerinde görüldüğü, makam araçlarının fahiş bedeller karşılığında model ve markalarının değiştirildiği, devlet adına iş görecek şirketlere, taşeron firmalara yüksek bedellerle ihale ve kredi verildiği; binlerce bürokrat ve yöneticilerin hak ettiğinden çok daha fazla ücret aldıkları, üst kurullarda, futbol federasyonu gibi kuruluşlarda yönetici olanların, onlarca işçiyi mağduriyetten kurtaracak prim ve maaşla taltif edildikleri ve daha yüzlerce çeşit alanlarda sınırsız bir harcama içinde olunduğu bilinen bir gerçekliktir..
Hal böyleyken, iktidarların vatandaşını sıtmaya razı etmeye çalışmasının karşılığı ancak zalimliktir, başka bir şey değildir.
Zarar eden kurumlar varsa kar ettirmek; çalışmayan, iş görmeyen işçi ve memur varsa çalıştırmak, üretimi az olan kurum varsa daha verimli hale getirmek ve işsizlere yeni istihdam alanları açmak iktidarda olanların işidir. Devleti soyanlar, yetimin hakkına göz koyanlar varsa, bunu engellemek de yine iktidarın üzerine vazifedir.
Hep söylendiği şekliyle ilave edelim, Türkiye’nin bahis mevzuu olan sıkıntıları yeni değildir ve elbette akşamdan sabaha şıpınişi üstesinden gelinmesi beklenmemelidir.
Ama bütün bunları bilerek iktidara talip olan ve yaklaşık 9 yılı aşan bir süredir iktidarda olan bir partinin hala sızlanması ve hala faturayı çalışana, asgari ücretliye, emekliye kesmesi ne kadar gerçekçidir ve ne kadar vicdanidir?
Üstelik iktidarda olan parti liderinin ve kendi ifadeleriyle dava arkadaşlarının, her vasatta Müslüman olduklarını ikrardan sonra, Hz. Peygamber örnekliğini, Hz. Ömer adaletini dillerine dolamaları ne kadar inandırıcıdır?
Ne yazıktır ki adalet ve kalkınma öncülüyle hükmetme görevine talip olan şimdinin iktidarı, öncüllerinin hilafına istihdam sorununu halletmeyerek, insanlarını sermaye sahiplerine adeta kurban vermektedir. Yine yasal ve ahlaki kurallar koymadan, düne kadar devlet kontrolünde çalışan kurumları sermaye gruplarına adeta yok paraya peşkeş çekmekte, kendi ifadesiyle kimseye yedirmem dediği yetim hakkını sermayeye teslim etmekten geri durmamaktadır.
Herkes farkındadır,Türkiye çok çabuk gündem değiştiren bir ülke..Ve her yeni gündem, sanki iktidar ve muhalefetin ve sistem içi çatışmalara sebep olan diğer güçlerin açmazlarını, üçkağıtlarını, sahtekarlıklarını, zalimliklerini görmemesi için oluşturuluyor gibidir. Yazılı ve görsel medyanın, iktidar ve muhalefetin isteği doğrultusunda gözbağcılık yapması sebebiyle olsa gerek, mağdur olan, yok paraya çalışan, çalışsa da her gün kapı önüne konulacağı korkusuyla yaşayan, iş bulma ümidini çoktan kaybetmiş gariban insanımız bile, kendi sorunları yerine gündeme iteklenen konulara kafa yormayı adeta marifet addetmektedir.
Maalesef, üzülerek söyleyelim ki İslami hassasiyetleri önplana çıkan, biteviye iktidarlarla inanç ve düşünce özgürlüğü konusunda haklı olarak çatışma içinde olan kesimler de suni gündemlerle uğraşmayı adeta dinlerinin gereği saymaktalar ve baştan beri ele almaya çalıştığımız bizatihi insana ait, insana özgü konularda tepkilerini ifade etme cihetine gitmemektedirler.
Yine aynı çerçevede, İslam âlimi pozisyonunda olanların, İslamcı aydın ve entelektüellerin kitaplarında, neşrettikleri dergilerinde, makalelerinde ve katıldıkları TV programlarında dile getirdiklerine bakıldığında, konu edindiğimiz meselelere dair kafa yormadıklarını, gerçek hayatla pek de alakası olmayan konu başlıkları etrafında sorumsuzca insan aklını meşgul ettiklerini görmek çok da zor değildir.
Evet, kendisini modern olarak tanımlayan bugünün insanı, geçmişin köle hukukuna icbar edilmektedir ama farkında değildir. Binlerce işsize iş bulmak yerine, onları çalışan kesime tehdit unsuru olarak göstermek, ancak zalim iktidarların yapabileceği bir şeydir. Üç kuruş paraya çalışmaya talip yüz binlerce insanın duygularıyla oynamak, ümitlerini kırmak, onlara verilen sözleri tutmamak, yine ancak geçmiş firavunların kölelerine reva gördüğü muameleden başka bir şey değildir.
Eğer iktidarda olanların gerçekten Müslüman aklı ve vicdanları varsa ne yapıp edip işsizliğe çözüm bulmaları, en azından devlet kurumlarının dışında, sermaye sahiplerinin istediği doğrultuda çalışan kesimlerin mağdur olmamaları için gerekli hukuki düzenlemeleri yapmaları Müslümanlıklarının gereğidir.
Gündemi biteviye kendi iktidarları için meşgul eden TSK mensuplarının, üst düzey bürokratların, Bakan ve milletvekillerinin, hukuk sisteminde görev alan hâkim ve savcıların, istihbarat örgütlerinde çalışanların, sermaye sahiplerinin, fabrikatörlerin, mirasyedilerin, en azından yoksulluk sınırının üstünde gelire sahip olanların tuzları nasıl olsa kuru. Öyle anlaşılıyor ki onların birçoğu Müslüman aklı ve vicdanına da sahip değiller.
Ama iktidardakiler, baştan beri söylediğim gibi iktidara gelirken, tuzu kuruların sebep olduğu haksız ve adaletsiz uygulamaları ortadan kaldıracaklarına, mağdur ve mazlumun sesi olacaklarına ilişkin türlü sözler verdiler. Biteviye kendilerinin Müslüman olduklarını ikrar ettiklerine göre, ikrar ettikleri kabulün gereğini de yerine getirmeliler. Yoksa söz verip de tutmayanların, emanet olarak verilen iktidarın gereğini getirmeyenlerin, dahası yalan söyleyenlerin inandıkları dinde karşılığı bellidir. Mağduriyetlere son vereceklerine dair söz vermelerine rağmen, bir yandan fahiş rakamlarla belirledikleri vergilerle, tüketim maddelerine yaptıkları ölçüsüz zamlarla kendi insanının belini bükmek, öte yandan bu ayıbı örtmek için zaten fazlasıyla geri alınması söz konusu olan, zam niyetiyle verdikleri üç kuruş parayla gözbağcılığına soyunmak, adil olanların sergileyeceği bir tutum değildir.
Ve Müslümanlar olarak bizler de daha önce ihsas ettirmeye çalıştığım gibi, yarın tersine tepmesi kuvvetle muhtemel inanç ve ifade özgürlüğü bağlamında, kendi gibi yaşama talebinde bulunurken, aynı zamanda insana dair, insanı insanca yaşatacak ekonomik ölçülerin adalet temelli olmasına dair, çalışma şartlarının iyileştirilmesi ve sosyal hakların kazanımına dair alternatifler üretmeliyiz ki topluma sunduğumuz mesajlar makes bulabilsin.. Hatırlatalım ki bazı kesimler, bazı ideologlar, bazı bilirkişiler(!) söz konusu olan mağduriyetlerle, haksız uygulamalarla, işçinin emeğinin karşılığının verilmemesiyle, efendi-köle ilişkilerine yeniden meşruiyet kazandırılmasıyla ilgili İslamcı kesim, Müslümanlar niye fikir beyan etmezler, niye sosyal tepki oluşturmazlar, yoksa onların derdi sadece başörtüsü mü diye sorup durmaktadırlar. Yoksa onların içinde de tuzu kurular mı var diyerek, İslam düşüncesine istihzayla yaklaşmaktadırlar.
Kendi kabulüm olarak da ifade edeyim ki bir üstadın dert edindiği “Açlıkla boğuşan bir ülkede din söylemleri” nin tutmaması kuvvetle muhtemeldir. Unutmayalım ki geçmiş iktidarların, tasavvuf/tarikat unsurlarını kullanarak ezilen sınıfları bastırmak adına, adeta bir öğreti haline getirdikleri “bir lokma, bir hırka” prensibi de çoktan değişmiştir.
Hülasa, daha önce de vurguladığım gibi, hayatın içinde ama işsiz, hayatın içinde ama aldığı ücret kölelere reva görülen cinsten, hayatın içinde ama son demlerini yoksulluk içinde geçirmeye mahkûm edilmiş, hayatın içinde ama evsiz barksız, hayatın içinde ama çoluk çocuğunun derdine düşmüş ve hayatın içinde ama daha birçok sorunlara muhatap insanların, vahyi gayr-i metluv var mıdır, yok mudur, Hz. Musa’nın asası denizi yarmış mıdır, yarmamış mıdır, Nuh tufanı orda mı, yoksa burada mı olmuştur, muhkem/müteşabih, siyak/sibak ve daha niceleri nedir ne değildir gibi sorulara cevap aramak vs. öncelikli değildir..
Ve iktidardakiler, her ne kadar biz İslamcı parti değiliz, birey olarak sadece müslümanız deseler de verdikleri sözü tutmamaları, mağdurların dertlerine çözüm üretmemeleri ve daha çok mağdur oluşumuna neden olmaları hasebiyle fatura Müslümanlığa ve tabii ki İslama, İslam düşüncesine kesilmektedir.
Son söz olarak sorayım, bahis mevzuu ettiğim konuların adalet ve kalkınma neresinde?