Hüseyin ALAN

05 Kasım 2010

SİYERİN GÖLGESİNDE - 2

KUSAY BİN KİLAB

Bu bölümde, tarihsel bir çerçeve olarak miladi 5. ve 6. Asırda Mekke şehrinin yeniden kuruluşunu ve Kureyş toplumunun federatif siyasi yeni bir yapıda yapılanışını anlatacağız. Dolayısı ile Kureyş’in tarihsel olarak sosyal-ekonomik-kültürel birliğinin ve bağımsızlığının yeniden inşasının ve kurumsal yapısının tamamlanmasına dair kurucu iradeyi, kuruluş ilkelerini ve bu bağlamda gelişen önemli olayları anlamaya çalışacağız. Bir anlamda Kureyş toplumunun ve siyasal yapısının üzerine oturduğu temel kaidelerini ve taşıyıcı köşe taşlarını tespit etmeye bakacağız. Peygamber dönemine kadar ana kaidelerini, temel yapısını koruyarak, buralara dokunmadan ama o kurucu ilkelerin üzerine bina edilen ve giderek geliştirilmeye devam ettirilen içe düzene ait gelişmeleri kavramaya çalışacağız. Böylece Mekke’nin fethine kadar korunan, özenle ve inatla sürdürülmeye çalışılan bu yapının, toplumsal zemin olarak İslam dininin doğuşunda ve sonraki gelişmelerde ne denli önemli roller oynamış olduğunu açığa çıkartmaya çalışacağız.

Kendi çağında, kurucu lider olarak yaptığı işler nedeniyle ve öneminin anlaşılması bakımından kimi benzerleri ile kıyaslandığında, Kureyş’in ileri gelenlerinin önemli durumlarda çoğu kez söze başlarken ‘atamız’ aidiyetiyle ve gururla bahsettikleri Kusay’ı (Doğumu M.400, Ölümü M.480) daha iyi anlayabilmek önemlidir.  Bunun için kimi kıyaslamalar yapabiliriz. 19. Yüz yılda, birbirlerine akraba gruplar halinde yaşayan ama dağınık coğrafyalarda karışık olarak bulunan, yüzlerce etnik karışım-lehçe ve mezhep farklılıklarında n oluşan Alman kavimlerini, “tek ulus” çatısında ve üstün “Germanik kültür” temelinde birleşmelerini ve bağımsızlıklarını gerçekleştiren Bismark’ı hatırlayalım. Yine, 20. Yüz yılda benzer işleri,  imparatorluğa ait topraklarda “millet” sistemi içinde yaşayan toplulukları benzer biçimde harmanlayarak, farklılıkları yok sayarak, küçülen ülke Türkiye’de kurucu önder ve lider olarak “ümmetten bir ulus” yaratmaya çalışan ve onları “tek”leştiren Atatürk’ü hatırlayalım. Bu örneklere bir de, iç savaş sonrası güney-kuzey Amerika’yı, birleşik bir devlete dönüştürüp çeşitli etnik-dil-mezhep-kültür farklılıklarını yok saymadan, onları “insan hakları” ve “özgürlükler” ortak paydasında,  oransal siyasi temsile dayalı yeni ve tek bir Amerikan “ulusu” olarak birleştiren Washington’u ekleyelim.   

Aralarında kabaca on beş yüzyıl gibi devasa bir zaman farkı olmasına rağmen Kusay’ın yaptıkları işler, benzerlikleri nedeniyle kurucu liderlerden Washington ile kıyaslanabilir. Ama farklılıkları yok saymadan grupsal temsile dayalı “siyasi bir sistem” kurması nedeniyle çok daha fazla “özgürlükçü” ve “ilerici” bir siyasi lider portresi çizmektedir, diğerlerine kıyasla.  

Rivayetlere göre Mekke, (yüz elli yıl önceki bulgulardan hareketle) milattan on dokuz asır öncesinden beri var olan bir şehir olarak Adnani’lerin (kuzey Arapları) yaşadığı, Araplar arasında şehirde var olan Kâbe’den dolayı da mukaddes bir bölge-belde sayılmaktadır. Şehrin ilk sakinleri Mezopotamya (Irak) tarafından gelip yerleşen Amalika’lılar, zamanla yerini Yemen’den gelen Kahtaniler’den (güney Arapları) Cürhümi’lere, Cürhümiler de yerini İsmaili’lere bırakacaktır. Daha sonraları Kahtanilerin Ezd boyuna mensup Huzaa’lılar (bunlar Mekke’de üç yüz yıl hükümranlık sürdüler) gelecek, onlar da yerini Adnani’lerden Kinane kabilesine (Kureyş’in akrabaları, rivayetlerde bunlar Mekke’de hüküm sürmüş gözükmeseler de, yakın civarda oturan, hep hâkimiyet iddiası taşıyan bir kavim olarak anlatılmaktadır. Belki bir dönem hükümranlık yapmış yahut Kureyş’le müttefik olduğu için öyle anlaşılmış da olabilirler) terk edecektir. En son olarak Kureyş yerleşecektir Mekke’ye.

Kureyş, (köpek balığı anlamına, güçlü-saldırgan-kabilesi ile birlikte yaşayan, birliğe önem veren çağrışımı ile) İslam’ın doğuşundan yaklaşık bir asırdan biraz fazla zamandır Mekke’nin civarında şehirden uzak, dağınık gruplar halinde ve çoğunlukla bedevi şartlarda yaşayan, soyları Adnan Oğullarından meşhur olan Mad bin Adnan’a, onun oğullarından Mudar’a, onun oğullarından meşhur olan Fihr bin Malik’e dayanır. İşte bu Fihr’in oğulları Kureyş olarak şöhret buldular. Geniş bir kavimler topluluğu olan Kureyş, Araplar arasında soyunun yüceliği ve ululuğu ile tanınmış bir kavim olup bu özelliklerini, dildeki fesahatleri,  ahlaki üstünlükleri ve mertlikleri ile kazanmışlardı. Öyle ki bu özellikleri, yakın-uzak çevrede bir darb-ı mesele bile dönüşmüştü.  

Kureyş’i oluşturan ana kavimler; soyları birkaç göbek farkıyla doğrudan Fihr’e dayanan Haris Oğulları, Muharip Oğulları, Amir Oğulları, Adiyy Oğulları, Sehm Oğulları, Cumah Oğulları, Teym Oğulları, Mahzum Oğulları, Zühre oğulları, Esed Oğulları olarak bilinen on kavimken, Fihr’in oğullarından, Kilab’ın oğlu Kusay’ın kendi soyu Abdüddar Oğulları ve Abdümenaf Oğullarının da katılımı ile toplamda on iki büyük kavimden oluşmaktadır. Kökeninde yakınlık ve uzaklığa göre göbek farkı ile aslında hepsi bir ataya dayanan sayısal olarak büyük bir kavimdir.

Hz. İbrahim, oğlu İsmail ile Kâbe’yi inşa ettikten sonra, Rabbine, ibadet edilecek yerin (beyt, İbranicede de aynı anlam geliyor) kabulünü, soyundan iman edecek bir neslin gelmesini, içlerinden onlara kitabı ve hikmeti öğretecek ve kendisi ile arınmalarına sebep olacak bir peygamber göndermesi için dua etmişti. (Bakara 127-129) Ardından Kâbe’nin emniyet içinde kalmasını isteyecek ve bütün insanlığı buraya davet edecekti. (İbrahim 35-37) Allah (c) övdüğü kulu ve elçisi İbrahim’in tüm dualarını kabul etti. Kendi neslinden ve oğlu İsmail’in soyundan gelen Araplar çoğaldı, bereketli kılındı ve onlardan Adnani’ler, nesep sıhhati olarak Arapların en önde gelenleri oldular. Onlardan yani insanlardan bir kısmı İbrahim’e uyanlar hanif’ler (karışıksız, şirksiz, saf tevhidi inanç) olarak hak yolunu seçtiler, izzeti, şerefi kazandılar ve ebedi mükâfatı hak ettiler (sizler insanlar arasından seçilmiş hayırlı bir ümmetsiniz, şahitlik ve rehberlik sorumluluğunuzda ahdinizi tuttuğunuz için). Karşı gelenler, tevhidi bulandıranlar batıla saptılar, aşağılığa, şerefsizliğe düştüler ve ebedi helaki hak ettiler (ahitlerini bozdukları, kitabı tahrif ettikleri, tuğyan ettikleri ve yeryüzünü fesada boğdukları için). Ve böylece tarihsel sürecin yeni bir evresi, yeni bir imtihan safhası daha açılacak, ortaya çıkacaktı bu insanlar eliyle.

Hz. Peygamber'in beşinci göbekten soyunun dayandığı ve asıl adı Zeyd olan Kusay, (doğumu M. 400) çocuk yaşta Kureyş kabilesine mensup babasını kaybedince yetim kalır.  Annesi Fatıma binti Amr, aslen Şam’da oturan ve hac için Mekke’ye gelen Kudaa kabilesine mensup Rabia bin Huzzam ile evlenince, oğlu Zeyd’i de alıp Şam’a (Suriye, o zamanlar Bizans’a bağlı dini ve ticari öneme sahip bir eyalet) taşınır. Gençliğini Kudaa’lılar arasında, medeni bir şehirde geçiren Zeyd, nesep bakımından Kureyş’li sayılıyor, oranın Arapları ve gençleri arasında bu yüzden alaya alınıyordu.

Kişiliği ve karakteri bakımından deha düzeyde bir zekâya, sarsılmaz bir iradeye ve mağrur bir yapıya sahip olan Zeyd, yetişkin bir yaşa gelince yetiştiği ortamın aşağılamalarına dayanamayıp annesinin de iznini alarak babasının kavmine, Hicaz’a, Kureyş’in arasına geri döndü. Bedevi şartlarda komşu kabilelerle sürekli gerginlik ve savaş halinde olan Kureyş, bu yiğit ve güçlü genci sevinçle karşıladılar ve benimsediler. Kavmi arasında efendiliği ile saygı duyulan bir insan oldu, ciddiyeti ve isabetli kararları ile tanındı. Kabilesinden uzakta büyümüş olmasından dolayı da ona Kusay adını verdiler.

Bu arada Mekke Huzaa kabilesinin yönetimindeydi. Kusay, zekâsı, becerisi ve taşıdığı yetenekleri ile hem onlara hem de Kureyş’e kendisini sevdirmiş, diğer kabileler arasında da nüfuz kazanmıştı. O kadar ki, Mekke yöneticilerinden ve Huza’ya mensup saygın isimlerden, Kâbe’nin anahtarını taşıyan ve perdedarlığını yapan Huleyl bin Habşiyye (ki o ileri görüşlü, insanların değerini bilen bir adamdı) Hubba isimli kızıyla evlenme teklifini geriye çevirmedi ve Kusay’ı damadı yaptı. (Bu evlilik Kusay’ın taşıdığı niyetler için gelecekte uygun bir zemini ve şartları oluşturacaktır.) Kusay çalışkan bir insandı, esasen tüccarlık yapardı, bu vesile ile yaptığı seyahatlerde çevreyi daha iyi tanıdı. Gün geçtikçe hem serveti, hem de çocukları arttı. (Bu gün bile insanlar arasında geçerli olan “değere” göre, o günün Arapları iki tür “çokluğa” önem verirdi; birisi “ekonomik güç” olarak servetin çokluğu, diğeri “askeri güç” olarak kavminin sayısal çokluğu. Şeref, izzet, üstünlük bu çokluğa sahip olmakla ölçülen ve övünülen bir durumdu) Bu gelişmelere uygun olarak soydaşları ve Araplar arasında onuru ve saygınlığı da artmıştır. Nihayet Kureyş giderek onun etrafında toplanmaya, ona itibar etmeye başlamıştı.

Hac mevsimlerinde merasimleri yönetmek, hacılara refakat etmek, Kâbe’nin anahtarını taşımak çok önemli ve nüfuzlu bir görevdi. Kusay, zaman zaman kayınpederine ait bu işi vekâletle yapar, be vesile ile çeşitli kabilelerin özelliklerini, eğilimlerini daha iyi anlamaya çalışır, onlarla tanışıklığını artırmaya, kendisini onlara tanıtmaya ve sevdirmeye bakardı. Kayınpederi vefat edince Kâbe’nin anahtarı ve diğer görevler hanımına miras kaldı ama hanımı bu işi yapamayacağını söyleyince, yetkiler ve görev kayınbiraderine (yahut soyundan başka bir Huza’lıya) geçti. Büyük bir fırsatı kaçırdığını düşündü Kusay. Huleyl’in soyundan Ebu Gubşan bu görevi üstlendi ama sarhoş ve liyakatsiz bir adamdı o. Yöneticilikte, hac işlerinde, kabilelerin diğer üyeleri nezdinde onların saygısını kazanma konusunda yetersiz kalınca, Kusay bu durumdan faydalanmaya çalıştı. (kimi rivayetlerde bir fıçı şarap karşılığı görevleri ondan satın aldığı söylenir ama büyük beklentilere sahip Kusay için sadece bu yetmezdi) Kureyş’in yakın akrabalarından Kinane Oğulları ve diğer Fihr Oğulları, Huzaa oğullarına karşı düşmanlık besler, onları yetersiz görür ve Mekke’nin yönetiminin kendilerinde olmasını savunurdu, öteden beri.

Kusay, diğer Fihr Oğulları ve Kinane oğulları ile ittifak yaparak onları kendi yanında, Kureyş’in etrafında topladı. Hac merasimlerinden birinde Arafat’da yaptığı bir konuşma ile elan Mekke’yi yöneten kabilenin bu işleri yapmak için yetersiz olduğunu, bu görevlerin Kureyş’e ait bir imtiyaz olması gerektiğini söyleyerek (daha önceleri yaptığı kulislerin ve çalışmaların neticesini kestiriyor, Arapların kendisine karşı olmadıklarını biliyordu) Huzaa’lılarla savaşa tutuştu ve onları yendi. Ardından Huzaa’lılar da tek başına karşı koyamadıkları düşmanlarına karşı müttefikleri olan Rabia’lılardan savaşçı ve azgın Bekr Oğulları (yaklaşık yüz yetmiş yıl sonra gerçekleşecek Hudeybiye anlaşmasındaki ilgili maddeye göre tarafını Kureyş’den yana kullanan bu kavim, Müslümanlardan yana olduğunu açıklayan Huzaa kabilesine, Kureyş’in desteğinde gece baskını yapıp haksız bir savaş çıkarınca antlaşmanın bozulmasına neden olacaktı) birleşince savaş genişledi. 

Kusay, kanlı geçen bir mücadele sonrası düşmanlarını, Kâbe’nin yönetiminin kime ait olduğunu kararlaştırmak üzere hakeme gitmeye mecbur etti. (Araplarda hakemlik olayının önemini ve ciddiyetini, şair-kâhin-sahir başlıkları altında ilerde anlatacağız) İki tarafın onayı ve diğer komşu kabilelerin kefaletini önceden tescilleyen hakem, Mekke ve Kâbe’nin idaresinin Huzaa’ya kıyasla Kureyş’in daha ehil olduğuna dair hükmünü verdi. Hakemin hükümleri arasında,  ayrıca Huzaa’lılar ve Bekr Oğullarının karşı taraftan öldürdükleri adamların diyetlerini vermeleri konusu da vardı. Bu kararla Huza’lıların yapacak bir şeyi kalmamış, Mekke’yi, Kusay’ın liderliğinde Kureyş’e teslim etmeye mecbur kalmıştır.  

Suriye’de kaldığı süre içerisinde şehrin medeni hayatını, mimariyi, şehrin farklı toplumsal yapısını, hiyerarşik ilişkileri, siyasi-sosyal ve ekonomik düzenin işleyişini öğrenen ve bilen Kusay için, artık gerisi kolaydı. İlk iş Mekke’nin ovalarında yaşayan Kureyş’i şehre topladı, mahalleler itibarı ile ayrı ayrı yerleştirdi. Huza’lıların evlerini onlara dağıttı. Ayrıca her kabile kendi mahallesine kendi evlerini de yapmaya başladı. Mekke’ye yerleşim, asalet, zenginlik ve kabile sayısının çokluğuna göre ayarlandı. İmtiyazlılar merkeze yakın, (Kureyş’i bitah) diğerleri civara (Kureyş’i zevahir) yerleştirildi. O güne kadar Kâbe’nin kutsallığına halel gelir korkusu ile etrafına bina yapmaya çekinen Arapların aksine, Kâbe civarındaki ağaçları kestirdi ve ilk evi kendi yaptı.

Burada ilk yapılan ev, Dar’ün Nedve’dir. Nedve’nin bir kapısı Kâbe’ye açılırdı. Burası Kusay’ın liderliğinde, kendi kabilelerinden kırk yaşını aşmış, şerefli, bilge, bonkör  ve saygın liderlerinin toplandığı, şehrin tüm ortak işlerinin görüşüldüğü ve karara bağlandığı bir meclis binasıydı. (Bu meclise bir tek, sonradan Müslümanların Ebu Cehil olarak vasıflandırdığı Amr b. Hişam'ın otuz yaşında girdiği söylenir, o da onun taşıdığı üstün meziyetlerinden dolayı) Tüm kararlar ortak alınırdı. (Kusay’dan sonra şehrin ortak karar alma geleneği onunla başlayıp ondan sonra da devem eden bir gelenek-kural olacaktır.)

Kusay, Kureyş’i şehre yerleştirerek kavmi arasında var olan kimi nifak ve çatışmaları engellemiş, bedevi yaşantıya son vererek medeni bir hayata geçirmiş, birliklerini, düzenlerini ve bağımsızlıklarını sağlayarak büyük bir devrim gerçekleştirmişti. Bu durum Hicaz’da nadir bir şeydi. (Hicazda o dönem ve sonrasında iki önemli şehir Medine, Taif varken, etrafında İran, Bizans gibi imparatorluklar ve Habeşistan gibi devlet vardı) (Eski devirlerde şehirler, ya da polis, sahip oldukları topraklarda hüküm süren bildik ‘site’ devletleridir. Bunların bir kaçının bir araya gelmesine krallık, daha da büyümesine imparatorluk denilmektedir. Şehirlerin kurulması, farklı etnik-dil-din-kültür gruplarının bir arada yaşamasına imkân sağlayan siyasi yeni bir topluluğun inşası demektir. Orası, herkesin-topluluğun gücüne ve iddiasına göre rast gele hareket ettiği bir yer değil aksine ortaklaşa benimsenen bir düzen veya bir sistemin hâkim olduğu yerdir. Savunma, güvenlik ve adaletin ortaklaşa kabul edilmiş bir kuruma devredilmesi, ihtilaflarda verilen kararların, hüküm ve infazının yine ortak kabule dayalı bir hukuka-geleneğe dayanması, lider veya liderlerin belirlenip yönetime itaat edilmesi şeklinde ve sayesinde şehirler şehir olmuştur. ( bu kuralların yazılı veya yazısız olması önemli değildir) Bir görüşe göre cumhuriyet kavramı Arapça kökenli olup, farklı kavimlerin başka bir topluluk adıyla bir arada yeni bir toplum oluşturarak yaşamaya, siyasi ve hiyerarşik bir düzen oluşturmaya başladıklarında, bu adla adlandırılırlardı)

(site devletleri, yapısal olarak cumhuriyet tarzı idarelerle yönetilirlerdi. Atina, Sparta, Efes, Bergama, imparatorluk öncesi Roma, hatta bu anlamda Hititler, Firavunlar dönemi Mısır’lılar, Belkıs’ın Sebe’si vs gibi. Araplarda da bu formel tarzın tecrübe edildiği ve bilindiği görülmektedir. Bu arada her cumhuriyetin kendine has özelliklerinden bahsedilmelidir.  Şehirli olanların (şehirde yaşasa da kadın-köle, köylü ve işçilerin vatandaş sayılmadığı için yönetime katılamadığı) vatandaş sayıldığı ve yönetime iştirak ettiği cumhuriyet, senato tarzı seçkinlerle yahut imtiyazlı sınıflarca yönetilen aristokratik cumhuriyet, diktatörlerce yahut dar bir sınıfla ortaklaşa yönetilen cumhuriyet vs. Çağdaş cumhuriyetler, işin esasına dokunmadan (ustaca gizlenmiş sınıfsal imtiyazlar) seçme-seçilme konusunda ayrım yapmadıkları, yöneticileri değiştirebildikleri  için görece özgürlükçü ve eşitlikçi sloganları ile farklılık göstermektedirler. Sonuçta cumhuriyetler farklı nitelikler gösterseler de hepsinin ortak bir özelliğini tespit edebiliriz, eski devirlerden beri uygulama alanı bulan ‘laikliği’ yeni bir “din” olarak üretenler dâhil tamamı peygamberlerin öğrettiklerini bozarak, tevhidi tahrif ederek gerçekte dini araçsallaştırmış, düzenlerini ‘din’ üzerinden meşrulaştırmış olmaları…)

Kusay, ayrıca Kureyş’in hayatını Kâbe’nin mukadderatına bağlarken ne yapması gerektiğini de biliyordu. Ziraata, ekip dikmeye dayalı tarıma imkân vermeyen bu topraklarda geçim, kısmen hayvancılığa müsaitti ama bu yetmezdi Mekkelilere. Kâbe, Araplar arasında öteden beri kutsal sayıldığı için hac mevsimlerinde gelen ziyaretçilerle yapılan alış verişin artırılabilmesinin önemi büyüktü. (Kureyş suresinde diğer kavimler ve ülkelerle yapılan ticari antlaşmaları ve bağlantıları anlatan ‘ilaf’ ve Allah’ın onlara tanıdığı imtiyazlar, haram aylarda kurulacak ulusal ve uluslar arası panayır-fuarlar,  bir sonraki bölümde ele alınacaktır inş.)

Mekke’nin ticari merkez olabilmesi, Arapların Kâbe’ye duydukları kutsallık hissinin geliştirilmesine ve yaygınlaştırılmasına bağlıydı. Kusay,  Kâbe’nin bu önemini iyi bildiği için onun saygınlığını artırmak adına yeni görevler ihdas etti. Bu durum ne kadar geliştirilir ve kutsallaştırılırsa, ziyaretçilerin sayılarının artması da o kadar fazlalaşırdı. Böylelikle ziyaretçilerin daha çok gelmesini temin edilecek,  gelişen ticari ilişkilerle Kureyş’in maddi zenginliği artacaktı. Haccın menasiklerini ve merasimlerini artırarak işe başlayan Kusay, Kureyş’i aynı zamanda ‘dini-ruhani’ liderler olarak da saygınlaştırmış olacaktı.

Bunun için kendinden önce var olan Kâbe’nin anahtarını taşımak ve korumak, merasimleri yürütmek ve hacılara rehberlik etmek işlerine yeni ilave işler (kurumsal yapı) ekledi. ‘Rifada’ (Allah’ın misafirleri ve Beyt’in ziyaretçileri olarak hürmet edilen hacılara, biri Müzdelife’de gündüz,  diğeri Mekke’de akşam vaktinde yemek ikram etmek. Hacılar ibadet esnasında bazı yerlerde yemek yapma fırsatı bulamaz, perişan olurlardı). ‘Sikaye’ (hacılara su dağıtma görevi. Kusay, Hira dağı vadilerinde bulunan tatlı su kaynaklarından develerle taşınan suyu Mekke’ye getiriyor, Kâbe yakınında açtırdığı, içi derilerle kaplı kuyularda muhafaza ediyordu. Cürhümi’ler Mekke’yi terk ederken zemzem kuyusunu kapatmış ve kuyunun yeri kaybolmuştu. (Kusay’ın torunu Haşim’in oğlu Abdülmüttalip (peygamberin sekiz yaşında iken öldüğü babadan dedesi. Asıl adı Zeyd, Haşim’in Medine’de evlendiği ve kadının orada ikamet ve doğacak çocuğu kendi yanında yetiştirmek ve bağımsızlığını korumak şartlarını kabul ederek anlaştığı Selma adlı tüccardan olma. Selma, bilge, güzel, aristokrat ve kavminin lideri olan bir kadındı. Küçüklüğünü Medine’de geçiren Zeyd babası öldükten bir süre sonra aynı adlı amcası tarafından Mekke’ye getirilecek ve artık Abdülmüttalip olarak bilinecektir. Peygamberin babası Abdullah’ı onuncu kardeş olması hasebiyle önceden verdiği söze uygun olarak vakti gelince kurban etmek üzere sözünü gerçekleştirecekken,  Kureyş’in baskısı ile gidilen Yahudi bir kâhin’in önerisi doğrultusunda Kâbe’de Kura çeken ve Abdullah’a karşı yüz deveyi kurban eden dedesi. M. 570 yılında Ebrehe’nin filleri ile güçlendirdiği ordusu ile Mekke’ye savaşa geldiğinde Kureyş’in lideri.  Kusay’dan yüz sene sonra bu kuyuyu bulacak, yeniden açacak, kuyudan çıkacak epeyce yüklü bir servete denk gelen altın-gümüş heykel ve kıymetli eşyaları çekilen kura neticesinde (yarısı Kâbe hizmetlerinde kullanılacak paydı) yarısını alacak ve böylece zenginliği, şöhreti ve liderliğini epeyce güçlendirecektir.

İfada’ (kurbanların kesildiği günün sabahı hacıları Müzdelife’den Mina’ya götürme işi) ‘Niran’ (hacıların yollarını şaşırmamaları için geceleyin iki fenerle yollarının aydınlatılması. Akşam gün batımına kadar Arafat’da kalan hacılar, karanlıkta vadilerde yolculuk yaparken güçlüklerle karşılaşırlardı). ‘Nesiy’ (takvim değişimi, görev sahibinin üç yılda bir nedve’de aldığı kararını ilan etmesi. Bu, haram ayların yerlerinin değiştirilmesi, uygun mevsime kaydırılması ve böylece hac mevsimini n ve ticari işlerin imkânlılığının sağlanmasıdır. Bu görev uluslar arası siyasi-askeri sonuçlar üreten önemli bir sorumluluktu çünkü Araplar arasında savaşın ve barışın ne zaman yapılacağına dair karar vermek ve bu konuda otorite sağlamak demekti. Nesiy, haram aylar denen ayları tespit etmektir. Bu aylardan üçü hac mevsimi ve ticaret zamanıdır, diğeri sadece ticaret zamanıdır. Bu aylarda hiçbir şekilde savaş yapılmaz, seriyye çıkartılmaz ve kan dökülmezdi. Kameri yıla göre yıl ortasına gelen Recep, yılın son üç ayına denk gelen Zilkade, Zilhicce ve Muharrem ayları, haram aylardı. Medine’de 624 yılı ocak ayında, Bedir savaşı öncesi Abdullah bin Cahş liderliğinde çıkartılan bir seriyye, (peygamberin bizzat komuta ettiği küçük çaplı askeri operasyonlara ‘gaza’ denir) Mekke ile Taif arasındaki Nahle mevkiinde bir Kureyş kervanına saldırıp epey yüklü bir ganimetle geriye döndüğünde,  olay haram ayaların girişine denk düşmüştü. Peygamber çıkan dedikodulardan ve haram aylara yapılan hürmetsizlikten dolayı epey sıkılmış, bunalmış ve ganimetler uzun süre ortalıkta kalmıştı. Nihayet ayet gelmiş, onları hem itab etmiş hem de rahatlatmıştı. Bakara 217),

‘İcaze’ (Arafat’tan hareketle hacılara şeytan taşlama izni vermek işi, bu olmazsa hacılar kızgın güneşin altında bekler dururlardı). ‘İfada’ (kurbanların kesildiği günün sabahı hacıları Müzdelife’den Mina’ya götürme yükümlülüğü) vs. görevlerini de ekledi. Bu görevler Kureyş’i diğer Araplar arasında büyüttü ve onları diğerlerine lider kıldı.  Görevler, kabileler arasında önemine binaen dağıtıldı, hiçbir kabile görevsiz bırakılmadı… Mekke şehir topluluğu için ‘liva’ taşıma görevi (peygamber döneminde de aynen devam edecek olan savaş sancaktarlığı, ipekten yapılır, nedve’de muhafaza edilirdi. Bir savaşa çıkılacağı zaman bayrak meydana dikilir, savaşçılar onun etrafında toplanırlardı). ‘Kumandanlık’, (savaş halinde orduya komuta etme görevi ), ‘kıyade’ (ticaret kervanlarında ve askeri seferlerde kafileye başkanlık etme) ve Nedve’yi (toplumsal işlerin görüşülüp karara bağlandığı şehir meclisi) ihdas etti. Önemli bir yenilik olarak da, yapılan ticari işlerden pay almak (vergi toplama gibi), hacılar gelmeden önce yapılacak işler için ayrıca para toplamak, görevleri eklendi. (Bir nevi kamu görevleri ve kurumları olan bu işleri yine kabilesi arasında dağıttı. Önemli görevleri ve siyasi liderliği kendine ayırdı.) Diğer kabilelerin Kâbe’de var olan putlarına ses çıkartmadı, sayılarının artmasına müdahale etmedi. (böylelikle Mekke şehri yeniden kurulmuş, cumhuriyetin kurumları ihdas edilmişti. Cumhuriyetin kazanımları onları medeni, zengin, soylu bir topluluk yapacaktı! Gelecekte sıkı sıkıya korumaya çalışacakları statüko, genelde böylece kurulmuş oluyordu)

(Kurucu irade, kurucu lider yahut ‘ata’ Kusay’ın inşa ettiği toplumsal düzende, kendinden sonra gelecek nesli arasında yönetim kavgası, sistemde üstünlük, güç ve liderlik çatışmaları ve rekabeti hep sürecektir ama sistemin kendisine, temel yapısına dair bir tartışma ve çatışma asla yapılmayacaktır. Konular ilerledikçe bunları da göreceğiz. Ta ki Muhammed (s) peygamberlik davası ile geldiğinde görülecektir ki, yeni mesajın kurulu düzende bir yönetim çatışması, liderlik ve güç mücadelesi yapmak gibi bir amaç taşımadığı, tam aksine kurulu düzeni esastan değiştirmek ve yeni bir toplumsal sistem kurmak iddiası ile ortaya çıktığı zaman fark edeceğiz ki, Kureyş topluca statükoyu korumaya çalışacaktır. Risaletin ilk üç yıllık özel döneminden hemen sonra Necm süresinin nüzulü ile açıktan eleştirilerin ve reddiyelerin temelinde yatan Kureyş’in bu temel sistemine, kurumsal ve kavramsal zihin kodlarına yönelik karşı koyuşların başladığı dönemden sonra Kureyş, tüm güç ve imkânları ile Muhammed’e ve arkadaşlarına karşı düşmanca saldırıya başlayacaklardır. Yeni dinin mesajlarının iç iktidar çatışmalarından çok farklı olarak toplumsal birliklerine, oturmuş yapılarına, öteden beri işleyen siyasi-sosyal ve ekonomik düzenlerine yönelik olduğu açıkça belli olmuştu. Yani tevhit, sadece bir inanç değişiminden, iyiliksever insanlar topluluğu oluşturmaktan çok daha fazlasını içeriyordu. Bunun karşılığının iki taraf bakımından çok da iyi anlaşıldığı görülmektedir ki hemen saflar ayrılmaya, Kureyş ‘ortadan ikiye’ bölünmeye başlayacaktır)

Mekke’nin tartışmasız lideri ve banisi Kusay öldüğünde (M.480) el-Hacun’a defnedilmiş, mezarı Mekke halkı ve ziyaretçiler için ziyaretgâha dönüşmüştür. Kusay’ın eşi Hubba’dan dört erkek oğlu vardı, Abdüddar, Abdümenaf, Abduluzza ve Abdukusay. Ömrünün sonuna doğru uhdesinde bulunan önemli görevleri Abdüddar’a bırakmış, ölümünden sonra işleri bu oğlu yürütmüş ve lider olarak babadan kalma görevleri yerine getirmiştir. (Kusay’ın torunlarından Muaviye, yine torunlarından Muhammed(s)’in değiştirip kurduğu yeni sistemin tam aksine, kendinden yüz seksen yıl sonra bu babadan oğla devam eden liderlik geleneğini yeniden ihya edecek ve oğlu Yezid’e kendi sağlığında tüm yetkilerini devredecektir. Bu gelenek İslam kılıfına sokularak meşrulaştırıldığı için sonradan gelen tüm yönetimlerde yaşatılacak ve en son Osman oğulları ile tarihe karışacaktır. Tarihte her zaman bolca görülen iktidar, güç ve servet sahipleri ile onların ‘goy goycuları’ nın dini “araçsallaştırdığı” tipik bir uygulamadır bu)

Zamanla servet, evlat çokluğu ve nüfuz bakımından kardeşine üstünlük sağlayan Abdümenaf, siyasi liderliği kardeşinden alacak, din işleri liderliğini ona bırakacaktır. (putperestliğe dayalı toplumsallığı normal statüye dönüştüren ve içlerine sindiren Kureyş,  ta o zamanlardan ‘laikliği’ keşfetmiş oluyordu! En geçerli din ‘araçsallaştırma’ yöntemi bu olmalı ki, onca yüzyıllardan sonra bile hala kullanılabilir en güzel  ‘afyon’ olarak yutturulabilmektedir! Tek putçuluğu dayatan kimi çağdaş rejimler (küresellik çağında nesli tükenen bu tarz  “tek ulus” culuk dayatan ülkeler olarak okunabilir) laikliği yeni keşfetmiş gibi sunsalar da, ‘put’ a tapıcılığın çeşitli içerik ve formları konusunda onlardan hala geride oldukları görünmektedir) İki kardeş hayatta iken bu paylaşıma razı oldular, Kureyş ahalisi buna itiraz etmedi ve bir problem de çıkmadı. Onların vefatlarından sonra çocukları arasında üstünlük ve liderlik yarışı ve iktidar kavgaları sürecek, iç çekişmeler (sistem içi tabiri buraya tam oturur sanırım, partiler ve onların destekçileri STK’lar ve onların güdümündeki alt toplumsal gruplar arasındaki esasa dayanmayan çekişmeler ve kamplaşmalar) yeni bir dengeye oturana kadar devam edecektir.   

Abdümenaf’ın dört oğlu Abdüşşems, Haşim (peygamberin dedesinin babası, Haşimi Oğulları bu babaya nispet edilecek), Muttalip ve Nevfel, servet, çokluk ve nüfuz olarak amcaları Abdüddar’ın oğullarından üstünlüklerini iddia ederek tüm görevleri almak istediler. Buna razı olmayan Abdüddar Oğulları (Umeyye oğulları, yani Emevi’ler bu babaya nispet edilecek) buna karşılık şiddetle karşılık vermeye hazırlandılar. Bu bir iç savaş çıkması demekti. (iç savaş çıkması demek, Kureyş’in birliğinin ve gücünün parçalanması, zayıflaması demekti ki, kendilerinin böylesi anını bekleyen çöldeki rakip veya onlara düşman toplulukların onlara saldırarak Kureyş’i yeniden çöle sürmesi ile neticelenebilir demekti. Medeni, zengin ve refah içinde yaşamaya alışmış Kureyş için bu yoksulluk, zayıflık, aşağılanmak demekti. Bunu çok iyi biliyorlardı.) Kureyş, amcaoğulları arasında çıkan bu rekabette önce iki rakip bloğa ayrılacak, sonra aralarında savaş çıkmasını engelleyen tarafsız bir grupla da içerde üçe gruba bölünecektir. (İşte bu bloklaşma, ilerde peygamber hareketinin yanında veya karşısında olmak üzere çok önemli siyasi sonuçlar doğuracak bir iç ayrışmadır. Bu rekabeti, hılf-ul füdul’da, Mekke’de Müslümanlara uygulanan şiddet politikalarında, boykot uygulamasında, Ebu Talib’in Muhammed’i himayesinde, Taif dönüşü ustaca planlanan ve dâhice uygulanan himaye antlaşmasında, Büyük hicrette, Mekke’de kalan ve hicret etmelerine izin verilmeyen Müslümanların korunmasında, Medine’de iken Kureyş’e dair ihtiyaç duyulan istihbaratta, Bedir savaşında, Hudeybiye antlaşmasında vs. stratejik olarak önemli her durumda göreceğiz)

Birinci grup; Abdümenaf Oğulları yanında yer alarak ittifak eden kavimler Esed Oğulları, Zühre oğulları, Teym Oğulları, Haris Oğulları. İkinci grup; Abdüddar oğulları ile ittifak eden kavimler Mahzum Oğulları, Sehm Oğulları, Cumah Oğulları. Tarafsız grup olarak da, Amir bin lüey Oğulları ve Muharip bin Fihr Oğulları. Birinci grubun kadınları, erkeklerini (akrabaları karşı kavimden de olsa) desteklemek ve cesaretlendirmek, davalarından vazgeçmeyeceklerini göstermek için Kâbe’de toplanıp (yeminlerini kutsallaştırmış oluyorlardı), gül kokulu bir kaba ellerini sokarak yemin ettikleri için “mutayyebuun” (gül kokulular) adını aldılar. İkinci grubun kadınları buna karşılık yine Kâbe’de kan dolu bir çanağa el sokarak yemin ettikleri için “ahlâf” (kan yalayıcılar) adını aldılar. (feminist ablaların kulakları çınlasın!)

Durum çok ciddi ve nazik olmasına rağmen taraflar uzun sürebilecek bir iç savaşa gitmeyi göze almışlardı. Yukarda bahsedilen durumu (hepsini birden ilgilendiriyordu) kendilerine sürekli hatırlatan tarafsızların zorlu çabaları ve müzakereleri sonucunda uzlaşmaya vardılar. (Kureyş bu tarz uzlaşma ve anlaşmayı doğrusu çok iyi beceriyordu. İslam’ın çıktığı dönemden büyük hicrete kadar, onca düşmanlıklarına, onca yaptıkları ahlaksızlıklara rağmen, Muhammed (s) ile her zaman bir anlaşma noktası aramışlardır. Bu bile onların kaba-söbe, bedevi, kavgacı, gereksiz yere saldırgan ve hesapsız davranışlara yönelen insanlar olmadıklarını gösterirken aynı zanda medeni, ileri düzeyde yetenekli, geleceği okuyabilen, düşünerek hareket eden ferasetli, yürekli ve akıllı insanlar olduklarını da gösterir bir durumdur. İslam’ın yayılmasında gösterdikleri o büyük başarıların altında bu aklın ve tarzın olduğunu düşündüğümüzde, söylenmek istenenler daha rahat anlaşılacaktır.) Böylece görevler, amcaoğulları arasında paylaştırıldı ve barış sağlandı. Bu rekabet, Haşim zamanında yeğeni Umeyye ile Peygamber döneminde Ebu Talip ve Ebu Süfyan arasında sürüp gelmiştir. Muhammed (s) bu rekabette sistem içi süregelen rekabeti alt üst edecek, bambaşka bir denklemle toplumun karşısına çıkmış olacaktır. (Oysa Haşimi Oğulları kendi devrinde Muhammed ve Ebu Lehep ile rakiplerine ne güzel fark atacak liderler olarak görülüyorlardı, kavimleri tarafından. Bir anlamda hem Kureyş’e hem de iç rekabette taraf olduğu Haşimi Oğulları bloğuna ihanet etmiş oluyordu Muhammed, atalarında görmedikleri yeni din davasında!)

İLGİLİSİNE NOTLAR:

1-Sitemizde devamını yayımlanmaya niyet ettiğimiz bu yazı serilerinde dip not olarak yazarı, kitap adı, baskısı, sahifesi gibi ayrıntı vermeyi baştan düşünmemiştim. Çünkü bu kadar detaylara girmeyi ben de hesaplamamış, kısmet olursa yazacağımız kitapta belirtmeyi  hesaplamıştık. Fakat yazıların akışı bizi de sarınca, kimi dostların da ikazı üzerine hiç olmazsa meraklısına bu ve benzeri konuların Türkçe tercüme ve telifler olarak yazılanlarından rahatlıkla bulunabilecek (bir kısmının yayınevi kapanmış, baskısı tükenmiş olsa da, yakınlarından tedarik edebileceklerini düşünerek) kayda değer siyer kaynaklarını bilahare, gerekirse yorumlar bölümünde ve bir liste halinde bildirmeye çalışacağım.  Umarım okuyucular beni anlayışla karşılarlar.

2- Kendisinden sahih bir bakış açısı ve sağlıklı bir perspektif aldığım rahmetli üstadım Ercümend Özkan’ı hayırla yâd etmeme izin veriniz. Kendi toplumunda yaşadığı ömründe ‘ironik’ olarak “sünnet düşmanlığı” namıyla ve haksızca “yaftalandığını” bildirmek, hiç olmazsa yeni yetişen gençlerin ve gelecek nesillerin ‘kuru’ iftiralara kapılmalarını önlemek bakımından, bu arada hem bir hakkı sahibine teslim etmek ve hem de bir yanlışlığı düzeltmek bahtiyarlığı naçizane bana da kısmet olsun istedim. Çokça bilgi yığınına sahip olduğu halde yanlış perspektiflerinden dolayı bir yığın ‘batılı meşrulaştırıp yaygınlaştıran nice bilgi yüklenicilerini görünce, hala onun düzeyinde “sünnet” algısına sahip çok az insan olduğunu görmek üzücü de olsa bir gözlem olarak aktarmak istiyorum. Hele ki neredeyse peygambere ihtiyacın artık gerek olmadığı, rehberliğinin ve örnekliğinin günümüze taşınmasının gereksiz yahut kendi çağına has olarak ‘tarihsel’ görüldüğü günümüzde hep hayıflanmışımdır, o güçlü muhakemesi, sahici bir bakış açısı, sünnete uygun ahlakı ile sabit delillerle zenginleştirebileceği bir siyer yazmış olsaydı diye! Eskiler eskilerde kaldı demeden, modern ‘üfürüklerin’ tesirinden kurtulabilen ve hakikati arayanlara, yukarda anlatılan bin altı yüz yıllık tarihi bir kesitin hakikatleri ve yaşananlarını tekrar hatırlatarak, değişen çok da bir şey olmadığını gösterebildi isek, seviniriz. Bu bağlamda Ercümend Abi’nin anlam yayınları (Ankara) arasında kitaplara dönüştürülen kendi makaleleri, röportajları ve iktibas dergisi arşivlerinde kalan konuyla ilgili yazılarını, meraklısına tavsiye ediyorum.  

3-Rahmetli Seyyid Kutub’un ‘yoldaki işaretler’ kitabının ilk sayfalarında yer alan, İbn Kayyum El Cevziyye’den özetle alıntıladığı ‘nefis’ bir peygamber stratejisi ve sünnet algısına dair yirmi sayfa kadar bir giriş yazısı vardır. Yakın zamanlarda kimi aklı evvel Türkiye İslamcıları(!), Kutub,  Ercümend Abi ve benzeri sahici İslamcıları, onların ‘daimi surette tevhidi ilkeyi gözetmelerini ve her ne yapılırsa yapılsın temel referansların kaybedilmemesi gerektiğine’ dair yaptıkları vurguların ve tavsiyelerin,  bir biçimde yahut en çok da İslami bağlamda üretilen fikirlerin, hareketlerin ve liderlerinin birbirini etkilediği gerçeğini görmezden gelip onların her birisini fikri “menşeinden” hareketle karalamaya çalışırken, her insanın gelişimde faydalandığı süreci göz ardı ederek, sanki kendileri ‘tombaladan’ çıkmışçasına cahilleşmeleri ve sığlaşmaları yanında karalama kampanyalarını sürdürmektedirler. Böylelikle hem o güzide hareketleri ve hem de yiğit önderlerini gözden düşürerek, onların temsil ettikleri sahih hattı saptırma girişimleri sonucunda kendilerine ‘yer’ açacaklarını sananlar, hakikati çamurla sıvamaya soyunmak kadar abes bir işle meşgul olduklarını göremiyorlar! Türkiye’de mevcut statükonun dini araçsallaştırarak meşruiyetine destek olanlar, modern düşünüş biçiminden hareketle ve çağdaş sapkınlığa destek vererek yaptığı işlerin hangi hesaba kaydedileceğini hesaplamazlar mı? Sahih sünnete uygun bir muhalefetin nasıllığı konusunda ciddi bir söylem veya duruş üretemeden, Emevi -Abbasi-Selçuklu-Osmanlı saraylarında üretilen ve dahi Cumhuriyet idaresinde aynen devam ettirilen,  statükoyu ve ‘imtiyazlıları’  kamufle etmeye yarayacak çalışmalarını, muhkem konularda bile ‘maslahatçılık’ yaklaşımı ile hareket ederek küfre, şirke ve zulme meşruiyet sağladıklarını düşünmezler mi? Bunun için en çok da peygamber telakkisini bozarak yola koyulanlar, tarihin çöp sepetindeki ‘ dostları’ ile buluşacakları ve anılacakları günü bekleyebilirler!      

4- Âcizane okunmasını tavsiye edeceğim eserler arasında, son zamanlarda meşhur edilen ve çokça okunması sağlanan siyer kitaplarını yazmayacağım. O tür kitapların tek özelliği vardır; o da sadece “geleneksel” peygamber anlayışının eleştirilmesi ile belirginleştiği halde ( ki günümüz insanının yanlış algısına denk düştüğü ve o tip zihni oyaladığı için çok hoşlanılıyor)  “modern” anlayışa hiç dokunmadıkları veya bilerek oradan uzaklaştıkları içindir. O türler günümüz insanı için belki gerekli ama çokça tek taraflı olduğu için mahzurlu bir anlatım tarzı olarak, günümüz modern düşünüşe ayarlı insanımıza fayda getirmeyecek, doğru bir açılım sağlamayacaktır. Bunların yerine o gibilerin de referans kaynağı olan klasikleri okumak ve oradaki rivayetleri ayrıştırmak çok daha evladır. Modern bakışla yazılan siyerler, sahih peygamber telakkisini ve algısını tanıştırmaktan daha çok usulsüz “kuran” okumaları ile düşünenleri ve yaşayanları rahatlatan bir meşruiyet rahatlığı sunuyorlar. Bu tarz siyer yazanlar, sahip oldukları bilgilerle bunları bilmez değiller ama onların da yaptığı işleri bazı hesaplarla yaptıklarını düşünerek hayra yormuyorum, tabii ki kendi adıma!