Hüseyin ALAN
SİYERİN GÖLGESİNDE-3
Bu bölümde Arap Yarımadasında Mekke’de ticari hayatın ve dini merkezin canlanması ve gelişmesinde önemli rol oynayan ve Kureyş’in merkezi bir konuma oturmasını sağlayan önemli olayları, birkaç başlık altında toparlayarak anlatmaya çalışacağız.
1-İLAF VE MEKKE
Kelime olarak ahd, eman, imtiyaz, hılf, habl, isam gibi aynı anlamları taşıyan kavramlar, koruma, eman ve güvenlik sağlayan pakt, anlaşma anlamlarını içermektedir. Kureyş suresi 1 ve 2. Ayetleri (Kureyş ve ilaf), olayın tarihi arka planını, ilaf anlaşmalarının önemini vurguladıktan sonra, Kureyş’in ekonomik becerisi sayesinde Batı ve Doğu Arabistan’da büyük ilerlemeler kaydettiğini ve kutsal toprağa sahip olmalarının da onları dini merkez yaptığını anlatmaktadır.
Kureyş toplumu başlangıçta, ilaf öncesi dönemde yalnızca haram aylarda kurulan Zul Mecaz ve Ukaz panayırlarında ve Mekke’ye gelen tacirlerle ticaret yapıyordu. Bunun da nedeni, Mekke’nin haram bölge oluşu, Kureyş’in dinlerine bağlı, Kâbe’yi seven insanlar oluşları ve Kâbe’ye gelen insanlara iyi davranmalarıydı. Kureyş bu nedenle, haram aylarda dış ticaret ve hac ziyareti için Mekke ye gelen yabancı tüccarların Mekke’ye getirdikleri malları depolar, (Hicaz, Avrupa, Asya ve Doğu kıtalarının kavşak noktasında, ipek yolu üzerindeydi) daha sonrasında ise bu malları hem Mekke’de kendi içinde hem de civar kabilelere satarak ticaret yapardı. Dolayısı ile Haşim’le ilk kez başlayan dış ilişkiler atağı, yaz mevsiminde Suriye, İran ve Bizans’a, kış mevsiminde de Habeşistan ve Yemen’e yapılan ticari seferlerini başlatacaktır.
Haşim’in (aslı adı Amr olup, Suriye’de kralla görüşmeyi beklediği günlerde, her gün bir koyun keser, halka et suyuna ekmek karıştırıp etli yemek olarak ikram ederdi. Bu davranışından dolayı kendisine Haşim adı verilmişti) Suriye (Kayser) kralının kendisine yaptığı görüşme daveti için yaptığı ziyaretini gerçekleştirmesine kadar, Kureyş’te durum yukarıdaki gibi sürdü. Kayser ile yapılan görüşmeler sırasında hem kendisi hem de diğer Mekkeli tüccarlar için yazılı bir belge (eman) halinde, Suriye şehirlerinde yolculuk emniyeti ve ticaret serbestîsi izni almıştır. Haşim, Suriye halkına, Mekke’nin ürettiği ucuz deri ve elbise gibi kendi mallarını karsız satma hususunda teklif sunmuş, karşılığında Suriye pazarlarına vergi ödemeden girme imtiyazı almıştı. Böylece Suriye halkı da ucuza ve doğrudan Arap mallarını temin edecekti.
Dönüş yolunda, ticaret kervanlarının geçiş yolundaki tüm kabile reislerinden emniyet ve güvenlik anlaşması (İlaf) yaptı. Haşim, bu anlaşmayı, kabilelerin kendi mallarını komisyonsuz satmak üzere yahut onların mallarından elde edilen karları paylaşmak üzere yapmıştı. Mekke’ye dönen Haşim, Kureyş tüccarlarının da bizzat katılımını sağladığı büyük bir kervan düzenledi, bizzat refakat ederek yolları gösterdi, güzergâhtaki kabile reisleri ile tanıştırdı ve Suriye şehirlerini tanıttı. (Kimi rivayetlerde Haşim’in bu işe Yemen de başladığı ve anlaşmalarını tamamını kendisinin yaptığı geçmektedir. Sıralamadan çok yapılan anlaşmalar önemlidir. Muhtemelen gittiği yerlere kardeşlerini de sırası ile götürmüş olacağı için böyle anlaşılmış da olabilir)
Haşim’in kardeşi Muttalib, (Haşim öldükten sonra, Medine’de evlendiği Selma hatundan olma oğlunu Mekke’ye getiren amca. Mekkelilerin yeni gördüğü bu çocuğa Muttalib’in kölesi anlamında Abdul Müttalib diyerek aynı adı vermişlerdi. Bu, fil yılında Mekke’nin reisliğini yapan, peygamberimizin babası Abdullah’ın da babası olan, asıl adıyla Amr) Yemen’e giderek Yemen idarecilerinden benzer bir imtiyaz aldı. ( Yemende o sıralar, M571 de fil orduları ile Mekke’ye savaş seferi düzenleyecek olan Ebrehe’nin kral olduğu geçmektedir.) Kardeşlerden Abdüşsems, Habeşistan'da aynı işi gerçekleştirdi. En küçükleri Nevfel ise (peygamberin Taif seferi dönüşü eman aldığı Nevfel oğulları kavminin atası) İran imparatorundan (Kisra) aynı imtiyazı alarak, dönüşte kervan yolu üzerindeki kavimlerle aynı anlaşmayı (ilaf) yaptı. Artık senenin her mevsiminde ticaret yapma imkânı elde edilmiş oluyordu. Haşim öldükten sonra yerini alan oğlu Abdül Müttalip, tüm bu görevleri ve misyonu üstlenecektir.
Bu görüşmelerde Devlet yöneticileri ile yapılan yazılı anlaşmalara imtiyaz, kabilelerle yapılan anlaşmaya ise “İlaf” denmektedir. Kabileler, Kureyş kervanlarına kendi sınırları içinde güvenlik sağlıyor, buna karşılık yine kendi ürünlerini oturdukları yerden, tehlikeye girmeden, masraf da etmeden onlara sattırmış oluyorlardı. İlaf anlaşmaları Mekke’nin her bakımdan durumunu iyileştirecek, haramlığını ve itibarını yükseltecek, şehrin ve Kureyş’in itibarını artıracak, hacıların ve tüccarların ziyaretlerini artıracak ve insanların güvenlik içinde Mekke’yi ziyaret etmelerini sağlayacaktır.
(Fil yılından sonra gerçekleşen mucizevi (Fil suresi) olaydan sonra Kureyş’in elde ettiği zafer, Kureyş’in hepten artan itibar ve kutsallığını tescillemek için gerçekleştirdiği “HUMS” kurumunun kuruluşunu temin edecektir. Hums statüsü, “sadece Kureyş’ten olan ve Kureyş ile anlaşmalı kabileler ve liderlerine tanınan imtiyaz”dır. “Kureyş kızları bu nedenle çok kıymetliydi, Hums’u bozacak evliliklere izin verilmezdi. Evlenme çağına giren kızlar için yapılan törenlerin ve nikâhların Darü-n Nedve’de kararlaştırılması ve kıyılması da bu yüzdendi”. Hums imtiyazı, Mekke’nin haramlığını, bağımsızlığını ve imtiyazını kabul eden, gerekirse Mekke’yi savunmayı, onların yanında savaşa girmeyi taahhüt eden bu kabile liderlerine de verilecek, onlar da Mekke’ye onurlu biçimde ve güven içinde girecekler ve kendilerine tanınan türlü avantajlardan (V.İ.P. muamelesi) istifade edeceklerdir. Oysa aynı kabile liderleri, Hire kralları ve diğerlerinin yanına gittiklerinde onursuz ve aşağılık şekilde karşılanıyorlardı.)
Kureyş böylece dört büyük uluslararası pazara (İran-Habeşistan-Yemen-Suriye) rahatlıkla giriyor, yolculuk emniyetlerini sağlama alıyor, ticaretlerini geliştiriyor, dış ticarette önemli roller üstleniyor ve büyük avantajlar elde ediyorlardı. Abdü Menaf oğullarına çok şey borçlu olan Kureyş böylece hem zenginliklerini hem de ticari ilişkilerini artırmanın yanında sosyal, siyasi ve kültürel etkinliklerini de geliştirmiş olmaktaydı.
Haşim yarıca, her zengin Kureyş’li tüccarın yanına Mekkeli bir fakir verme teklifini diğerlerine kabul ettirecek, böylece fakirler, zenginlerin kervan yolculuğuna yardım edecek, karşılığında fakirler de bir pay alacaktı. İlafın kurucusu Haşim, zengin ve yoksul insanları kervanlarda taşınan mallara ortak ederek çok büyük bir iş başarmıştı. Artık kervanlar ortak bir teşebbüs olmaktaydı. Hatta zor durumda olan bir tüccar kendi başına kervan düzenleyerek riske girmek istediğinde, diğer tüccarlar ona katılıyorlar, onun kervanına para ve mal yardımında bulunarak destek oluyorlardı. (İlginç bir uygulama bu, günümüz tekelci zihniyetteki acımasız ve bencil tüccarlarına kıyasla haza insancıl, yüksek ahlakta ve paylaşımcı bir yapısal özellik. Bu günkü dünyada böyle bir kurum olmadığı gibi, bu durumu çağrıştırır bir düşüncesi bile yoktur.)
Kureyş’in yaptığı anlaşmalar, Afrika hariç iki büyük imparatorluk (Sasani ve Rum), iki büyük devlet (Habeşistan ve Yemen), iki büyük vassallık (Hire ve Gassan), dört önemi şehir (Medine, Taif, Busra ve Gazze) ve sayıca çok, güç olarak yeterli (Mudar, Temim, Amr b. Sasa, Hevazin, Gatafan, Huzaa, Kinane, Gatafan… gibi) bağımsız kavimlerin sınırlarını kapsamakta, üç büyük kıtaya şamil olmaktadır. (Bunların bu günkü karşılığını, nüfusları ve etkileri fazla, uluslar arası ilişkilerde son kararı veren bir veya iki büyük süper güç (ABD ve yanında ÇİN-RUSYA), onlara bağlı stratejik ortak tabir edilen, ikinci dereceden devletler (Japonya-Almanya örnekleri) ve üçüncü dereceye giren bağımlı devletler (Türkiye-Birezilya) olarak okuyabiliriz.) Çünkü kervanlar, bu anlaşmalar sonrası bir taraftan Hindistan ve Çin mallarını da satarken aynı zamanda günümüzün Gazze, Kayseri ve Ankara’sına kadar da gelip gitmektedir.
(Yaklaşık 1500 yıl öncesinde yapılan bu işlere baktığımızda, ta o zamanlarda gümrük anlaşmaları, serbest ticaret, bölgesel ve küresel dolaşımın gerçekleştiğini, bunun sonucunda siyasi, sosyal ve kültürel hareketliliğin canlı olarak yaşandığını görmekteyiz. Günümüzde ABD nin kurduğu NAFTA, Avrupalıların kurduğu AB, Japonların kurduğu ESİAN gibi bloklaşmalar kendi bölgeleri ile sınırlandığı için o gün yapılanların gerisinde, 90’lardan itibaren başlayan küresellik ise onlarla ancak boy ölçüşebilir durumdadır. 20 yıllık bir geçmişe rağmen Küresellik hala ve tam olarak başarılamamış, üç büyük kıtayı kuşatamamıştır. Muhtemelen şartları koyanlar, kendi çıkarlarının önceliğini ve üstünlüğünü daha çok dayatmaktadır… İşin ahlaki ve paylaşımcı tarafı ise, günümüz tüccarları ve insanlarının hala ulaşamadığı bir seviyedir. Yaşasın demokrasi, laiklik, insan hakları, özgürlükler, feminist hareketleri, işçi sendikaları, sosyal yardımlaşma dernekleri ve çağdaşlık!)
Kervan yolları üzerindeki kabile reislerinden alınan ilaf’ın iki önemli nedenden ve onun neticesinde elde edilen iki büyük kazançtan dolayı alındığı gözükmektedir:
1-Mekke halkı ve civar kabileleri, gerek yerleşik Arap kavimlerinin gerekse gezgin bedevilerin saldırılarından ve uzun süren intikam eylemlerinden çevreye ve insanlara güvence sağlanması. Tay, Kelb, Has’am ve Kudaa gibi güçlü ve saldırgan kavimler, haramın kutsallığına inanmaz ve haram aylara saygı göstermezlerdi. ( İlaf öncesi olsa gerek, bir rivayette Haşim, Kureyş kabilelerinden para toplayarak gençlerden oluşturduğu özel bir savunma ve caydırıcı silahlı güç birliği kurarak, eşkıyalara ve kutsiyete önem vermeyen kabilelere karşı Mekke’yi korumuştur.)
2- Kervan yolculuğu boyunca, kabilelerin kendi mallarını, oturdukları yerden, kar ortaklığı şeklinde alıp satarak kervandakilerin bu kabilelere para kazandırmaları, karşılıklı ve düzenli ilişki sağlamalarını, sosyal yakınlaşma, kaynaşma, dayanışma ve insani ilişki kurmalarını kolaylaştırmış, onların ve Kureyş’in de bu durumdan istifade etmesini sağlamıştır. Kabile reisleri için de anlaşmalar çok makuldür çünkü onlara sağlanan bu gelir ve onlarla kurulan bu ilişkiler, geçici değil sürekli idi. Dolayısı ile onların da Kureyş ile yakın ilişkilere girmeleri herkesin çıkarına hizmet edecekti.
Medine’de hicretten hemen sonra kurulan serbest, vergisiz, imtiyazsız, tüccarın sabit yer kapmalarına iznin verilmediği, Pazarda ve bitişik çevresinde özel mülkün yasak olduğu ve tabii ki bu şartları koyan Müslümanların pazarı kurulduktan, Medine şehri haram ilan edildikten bir süre sonra, uluslar arası güç olunduğunda ise (H.9. yılda nazil olan tevbe süresinin 28. Ayetinin tescillediği gibi), nüfuz bölgelerinin tamamına uygulanan yeni şartlar, ilaf anlaşmaları gibi ticari, hılf gibi sosyal anlaşmaların tamamı, çok daha adil ve çok daha paylaşımcı nitelikler kazanarak, köklü bir değişikliğe ve yapısal bir dönüşüme uğrayacaktır.
Kabile asabiyesine ve toplumsal uygarlık sürecine dayalı olarak geliştirilen tüm o eski anlaşmalar, İslam inancının temellerine bağlı kurallarla yenilenecek, daha adil ve paylaşımcı bir düzenleme ile dönüştürülecek ve pazarın kurallarını artık Müslümanlar belirleyecektir. (Bu anlatılanlar, günümüzde kendisi yapısal değişime uğramış ortalama Müslümanların tutumu ile karıştırılmamalıdır. Nitekim, Peygamberin vefatını takiben başlayan, neredeyse tüm Arapların benzer tepki verdikleri ve neredeyse ümmetin çöküşüne sebep olabilecek meşhur ridde savaşları, İslami kurallardan ve Medine’ye bağlılıktan kurtulmak ve eski kabile geleneklerine yeniden dönmek için başlatılmış ve devam ettirilmiştir. İlk Halife Hz. Ebu Bekir bu işi çok iyi kavradığı için derhal müdahale edecek, gerektiğinde her şeyi riske edecek ama hiçbir tavize yanaşmayacak ve böylelikle Muhammed (s)’ın kurduğu düzen korunarak yeniden ihya edilecektir. O dönem tartışılan zekat-yular tartışmaları sadece o anlamda ve dar kapsamda olmayıp, gerçekte bu bağlamda okunmalıdır. )
2-FİCAR SAVAŞLARI VE MEKKE
Araplar arasında yapılan her türlü mücadele, baskın ve savaşlar, yasak olan haram aylarda yapılmaz, devam edenler ise haram aylar girdiğinde (Zilkade, Zilhicce, Muharrem ve Recep) bu aylara hürmeten ara verilerek kesilirdi. Bu aylarda yapılan çatışma ve savaşlara ficar (haramı çiğnemek, günah işlemek anlamında çoğul olarak fucur’dan mülhem) denirdi.
Rivayetlerden anlaşıldığına göre Ficar savaşları, M580 ve M590 tarihleri arasında yapılıp 10 yıl süren dört büyük savaşa denmektedir. Kureyş ve Müttefiki Kinane kabileleri (Kureyş’in Müslümanlara ve onları koruyan kavimlerine karşı birlikte uyguladığı, M617 yılında başlayıp M620 yılında biten sosyo-ekonomik boykotta, Haşimi oğulları ve Abdülmüttalip Oğulları ile ticaretten ve onları korumaktan vazgeçmek üzere aleyhte anlaşma yapmışlardır) ile Hire devleti ve müttefiki Hevazin’liler (Hire egemenliğindeki topraklarda yerleşik, onlarla anlaşmalı, Mekke fethinden hemen sonra Müslümanların Huneyn’de büyük bir savaş yaptığı kavim) arasında yapılmıştır. Burada önemli olan, her yıl tekrarlanmak üzere yapılan ve sonuncusu dört yıl süren dördüncü ve nihai savaştır ve bunun sonucunda tarafların yaptığı barıştır. Peygamberimiz bu savaşta 20 yaşındadır ve savaşa bizzat katılmış ve kavminin yanında savaşmıştır.
Rivayetlerden ve konu başlıklı ayrıntılı olarak işlenen akademik tezlerden de anlaşıldığı kadarı ile savaşın sebebi, Hire krallığının son hükümdarı (İran İmparatorluğu egemenliğine bağlı, onların vassalı-anlaşmalısı olan Lahmi’lerdir. Temim-Hevazin ve Amr bin Sasa gibi güçlü kavimler Hire ile anlaşmalı, Hire egemenliği altındaki topraklarda yarı bağımsız ve anlaşmalı şekilde yaşıyorlar ama Hevazin hariç diğerleri Kureyş’le çok yakın ilişkilere de sahipler) Numan bin Münzir’e ait bir ticaret kervanını Ukaz panayırına getiren kervan sorumlusu Urve bin Rahhal’ın, Kinane kabilesinden Berrad bin Kays tarafından haksız yere öldürülmesidir. ( M. 250’lerde kurulan Lahmi hanedanlığı M605’de yıkıldığında 355 yıllık bir devletti. Hire devleti o yıllarda çöküş dönemlerini yaşamaktadır. Bu nedenle ticaret kervanlarının koruma imtiyazını bazı Arap liderlerine veriyorlar, bu durum ise kabileler arasında rekabete ve ihtilaflara neden oluyordu. Araplar nezdinde giderek itibarını kaybeden Hireliler, dargınların isyanını da böylece beslemiş oluyordu)
Kureyş’in ileri gelenlerinden Harp bin Umeyye, (Kureyş adına) Numan’ın kervanlarını kendi güzergâhlarında korumak konusunda anlaşmalı, bu nedenle kendisine ait ticari kervanları da, mütekabiliyet usulü gereği Hire ve İran pazarlarına güvenlikle gider gelirdi. Bu gelişme üzerine Hevazin, Kinane üzerine saldıracak ve savaşı başlatacaktır. Hire destekli Hevazin savaşlarda ikiye bir üstünlük sağlamışlarsa da son savaşı kazanan Kureyş ve müttefikleri, yaptıkları anlaşma ile savaşı neticelendirecektir.
Kureyş’in bu savaşa katılmasındaki en büyük sebebi, Hire’den Mekke ve Taif yolu ile Yemen’e giden ticaret yolunun (Necd bölgesi) kapatılması ve bu ticaretin kendi ellerine geçmesini sağlamaktır. Konuyu açıklığa kavuşturan ve tamamlayan bir diğer rivayete göre de, Ukaz fuarının kurulduğu civarda (Taif ile Nahle arasında bir yer) vuku bulan ficar savaşları, Hirelilerin, Yemen’de, Mekke aleyhine bir askeri karargâh kurarak güçlenmesi ve Necd bölgesi ticaretini ele geçirme tehlikesinin baş göstermesidir. Bu bağlantı, Mekke’nin ticari ve siyasi çıkarlarına büyük zararlar verebilecekti. Mekkeliler bu savaşa katılarak Hire ile Necd arasındaki bu bağlantıyı koparmak istemiştir. Görüldüğü kadar ile savaşın ana nedeni, ekonomik sebeplere ve onun getirisi siyasi ilişkilerin geleceğine dayanmaktadır. Bu sebeplerden dolayı Kureyş bu savaşlarda müttefiklerinin tüm masraflarını karşılayacak, gerekli savaş gereçlerini de sağlayacaktır.
Ficar savaşları neticesinde Mekkeli tüccarlar sosyal bir değişiklik geçirecek, önemli açılım sağlayacak, çevrede yüksek bir nüfuza ve etkinliğe ulaşacaktır. Böylelikle, en yakın rakipleri olan diğer güçlü krallıklara (İran-Hire) rağmen Mekke, rekabette hem kendilerini kanıtlamış oldular hem de Yemen ticaret yolunu ele geçirdiler. Bu arada Hevazin’le yakın ilişkileri olan Taif şehri üzerinde ( M630 da Mekke fethinden hemen sonra yapılan Huneyn savaşında, Hevazin’lilere destek verdikleri için, Huneyn zaferi sonrası Müslüman ordusunun üzerlerine yürüdükleri ve 20 günlük bir kuşatmaya rağmen netice alamadıkları için kuşatmayı kaldırdıkları gündeki, Sakif Oğulları kavmi) Mekkelilerin etkisi güçlenecektir. Bu da Mekke’nin siyasi ve ekonomik gücünü bölgede hepten artırması demektir. Bunun sonucunda Kureyş’liler, Yemenli tacirlere karşı da tavır alacaklar, yeni gelişmeler sonrası onların kendilerine yönelik işbirliği tekliflerini de geri çevireceklerdir. ( Hılf-ul fudul’a sebep olacak nedenlerden bir olay, bu bağlantı sebebiyle aşağıda anlatılacaktır)
Mekkelilerin bu savaşlar neticesinde elde ettikleri başarılar, Hire’nin ve amirleri İranlıların zayıflamasına, onların o güne kadar ellerinde tuttukları kuzey ve doğu Arabistan üzerindeki politik üstünlüğünü ve ekonomik çıkarlarını kaybetmesine sebep olacak, onların yerini Kureyş’in almasına yol açacaktır. Bunun neticesinde doğu Arabistan (Irak toprakları sayılabilir) bölgelerinde yaşayan Arap kavimleri, M.602 yılında yaptıkları Zü Kar savaşında Hire’yi, dolayısı ile Sasani imparatorluğunun en büyük garnizonlarından birini yenecekler, İran’ın onlara destek için sağladıkları savaş ve diğer malzemeler dahil büyük bir ganimet elde edecekler ve nihayet birkaç yıl sonra da Hire krallığı çökecektir. Tampon bir bölge olarak İran’ın batı sınırlarını koruyan Hire’nin yenilmesi, İran imparatorluk topraklarını Arap kavimlerinin saldırısına açık hale getirecek, Arapların buralarda güçlenmesine sebep olacaktır. Bu nedenle Bizans savaşlarında İran’ın zayıf düştüğü bu cepheler nedeniyle yenildiği, hatta M624 yılında bozguna uğramaktan kurtulamadığı bilinmektedir.
AKTÜEL BİR DEĞERLENDİRME
Son yıllarda Türkiye’de sık gündem edilen İran-Bizans savaşında Müslümanların Bizans’ı “destekledikleri” gibi tarihi gerçeklere aykırı ve alakasız bir yorumdan hareketle, Kemalist Devletin kendi içinde yaptığı reformlara verdikleri desteği bu vesile ile meşrulaştıranlara karşılık, burada bir açıklama yapmak gerekmektedir.
Mekkeliler Ficar savaşları yaparken, İran ve Bizans doğrudan olmasa da, Hireliler ve Gassaniler (Bizans’ın vassalı-anlaşmalısı güçlü Arap kavimleri ) aracılığı ile mevzi savaşları yapmaktadırlar. M.614-M.626 yılları arasında sürecek olan asıl savaşın öncü kapışmalarıdır bunlar. İran, işin sonucunu önceden tahmin ederek, buralarda mevzi kaybederse büyük savaşı kaybedeceğini bildiği için, Hire’nin o dönemdeki son kralı Numan’a, bölge Araplarının en güçlü birliği ve topluluğu olan Mekke’ye doğrudan saldırması, Kusay’ın oğullarının kurduğu idaresini dağıtması, kendine bağlı bir krallık oluşturması ve orada Mecusilik dininin geçerli kılınması talimatını vermiş, hatta bazı Mecusi adamların Mekke’de dikkat çektiği görülmüştür. Mekkeli reislerden Abdü Menaf’ın bu Mecusileri öldürdüğü rivayetlerde geçmektedir.
Numan, İran’ın giderek zayıfladığını ve dağıldığını biliyor, bunun Hire’nin gücünün de bitmesi demek olduğunu görüyordu. Ficar savaşları öncesi bu durum, Arapların giderek güçlendiği döneme denk geliyordu. Numan buna uygun siyaset güderek İran menfaatlerine göre değil güçlenen Arap kabileleri lehine uygun siyaset uyguluyordu. Dolayısı ile Arapların yaptıkları saldırılara karşı Hireliler başarısız kalıyor, tampon devlet olma görevini yerine getirmeyen Hire’nin zayıflığı açığa çıkınca da, Arap saldırıları doğrudan İran üzerine oluyordu. (Roma İmparatorluğunun çöküş dönemlerinde Avrupalı barbarların Roma topraklarına ve garnizonlarına saldırarak kemirmeye başlamaları gibi)
Numan, Araplarla olan ilişkilerini dikkate alarak, yükselen güç olarak gördüğü merkeze doğru, devletinin geleceğini de orada görerek İran’ın bu emrini savsaklayacak ve işi uzatacaktır. Sırf bu nedenle Hire’nin son kralı Numan bin Münzir M.605’de İran Kisrası tarafından ailesi ile birlikte öldürülecek, yerine çocuklarından birisi atanarak Hire tasfiye edilecektir… Her şeye rağmen İran hala bir imparatorluktu, nüfuzu, gücü ve egemenliği hala geçerliydi. Tüm bu gelişmelere rağmen İran, çok istediği halde Bizans’la olan cephe savaşlarından dolayı bir fırsatın bulup Doğrudan Mekke’ye saldırma imkânını ise elde edemeyecektir.
“Yeryüzünde az sayıda olduğunuz ve zayıf sayıldığınız için, insanların sizi esir alıp götürmesinden korktuğunuz zamanları hatırlayın…” Enfal süresi 26. Ayeti, İslam öncesi İran ve Bizans arasında süren kapışmalarda, ikisinin de Araplar üzerinde kontrol sağlama rekabetini anlattığını söyleyen ilk dönem müfessirleri, o korkulu günlerde “iki aslan arasında kalmış” Arapları ve Müslümanları anlattığını, ayette geçen insanların ise (en nass) İran ve Bizans’ı kastettiğini söylerler. (Katade, Ö. Hicri 117, ayrıca Suyuti, Taberi ki bunda Müslümanlarla birlikte Kureyş ilavesi de var, Semerkandi, El Firuzabadi, Beyzavi…) Keza, İbn Abbas’dan gelen bir hadis rivayetinde, “en nass” ın İran olduğu nakledilir. Bu normaldir çünkü o günlerde Araplar yükselen güç, onlardan Kureyş ise bağımsızlık ve birliğini sağlamış yerleşik güç olarak öne çıkmış ve her yerde parlamıştı. Ayetin, geçmiş bir olayı hatırlatırken, (Fil ve Kureyş sürelerinde olduğu gibi) hem Müslümanları hem de Müşrikleri anlattığı anlaşılmaktadır.
İki imparatorluk arasında savaş sürerken başlangıçta İran’ın galip gelmesi, hem Mekkeliler hem de Müslümanlar olarak İran’dan birlikte korkmuş olmaları gayet doğaldır. İlerleyen yıllarda savaşın seyir değiştirip Bizans lehine dönmeye başladığı zamanlar, Müslümanların da Mekke’de artık vücut bulup siyasi güçlerini ve hedeflerini alenileştirdikleri, Kureyş’le içerde kıyasıya kapıştıkları bir zamana denk düşecektir.
Bu arada Müslümanların bir kısmı (M615) Habeşistan’a (Bizans’la müttefiktir) hicret etmiş, mülteci durumdadırlar. Üstelik Habeşistan’da Müslümanları kabul eden, onların emniyetlerini ve orada yaşamalarını temin eden kral Necaşi’ye karşı (muhtemelen aynı savaştan dolayı) iç isyan başlamıştır. (Bu arada Bizans’ın Avrupa ve Afrika vilayetlerinin isyan ve ihtilallarla çalkalandığı, imparatorluk hakimiyet alanının neredeyse devlet merkezi ile sınırlı kaldığı bir dönemde, Bizans’ın gelecekte galip geleceğini haber vermek, büyük bir mucize olacaktı. Rum süresi). Savaşın seyrine göre sadece Arabistan da değil dünyanın dengelerinde de büyük değişmeler ve hareketlilik yaşanmaktadır.
(Rum süresinin ilk ayetleri nazil olunca, Ebu Bekir’in Bizans’ın galip geleceğini duyurması üzerine diğer müşrikler, bu durumu çok yadırgamışlar, neticenin öyle olacağını çok uzak bir ihtimal olarak görmüşlerdi. Hatta bunun için müşriklerden Ubey b. Halef onunla bahse tutuşmuştur. Bahis, 3 yıl süre ile sınırlandırılmış, kaybedenin 10 deve vermesi üzerine kurulmuştu. Bahis tutuşmasında Ubey, Bizans’ın yenilgiye uğradığı yıllardaki (M620) durumu düşünerek, Ebu Bekir’in konuşmalarında olmaz bir şeyi olacak diye savunduğunu düşünecek, dolayısı ile kendine çok güvenecek, bu arada müşrikler de onu buna heveslendirecektir. Ebu Bekir ise, her şeye rağmen ayetin haber vermesine güvenecek, olmaz bir şeyin olacağını düşünecektir. Savaş ilerlemiş, Bizans daha kötü durumlara düşmüş, hezimete uğramaya başlamıştı. Artık müşriklerin, olayın Ebu Bekir’in söylediği gibi gerçekleşmeyeceğine dair inançları hepten güçlenmiş, işin kendi düşündükleri gibi sonuçlanacağına dair inançları kesinleşmişti.
Bir süre sonra, ilk bahsi yükseltmeyi ve süreyi uzatmayı teklif ettiler, deve sayısı 100’e, süre 9 yıla çıkartılmıştı. Ebu Bekir, (peygamberin de teşvik ettiği söylenmektedir) teklifi kabul etti ve anlaşma yenilendi. Bu ikinci anlaşma hicretten 2 ya da bir yıl öncesinde olacaktır ve o tarihte kumar yasak edilmemiştir. Bahsin süresi, Hudeybiye anlaşmasından sonra, yaklaşık H7.yıl da bitecektir. Bu arada Bizans’ın kesin galibiyet haberleri de gelmişti. Ubey, Uhud harbinde bizzat peygamber tarafından yaralanmış, Mekke’ye dönüşten bir süre sonra da ölmüştü. Bahsin bir tarafı yoktu yani. Ebu Bekir, bahiste şart koşulan 100 deveyi, Ubey’in varislerinden aldı, peygamberin tavsiyesi üzerine fakirlere dağıttı.
( İşin ilginç yanına bakınız, bahse tutuşanlar artık düşman kamplarındadır, birbirlerinin can düşmanlarıdır, üstelik taraflardan birisi, 3 yıl kadar önce ölmüştür. Anlaşma bozulmuş, şartlar düşmüş sayılabilir, varisler babalarının sözünü yerine getirmeyebilirdi. Gerekçe mi, istediğiniz kadar bulabilirdiniz! Düz mantıkla, bu da normal sayılabilirdi! Tüm bunlara rağmen varisler, anlaşmayı geçerli sayıyor ve bahis şartlarını yerine getiriyorlar! Böyle bir şeyi derinlemesine düşünmeli, örnekten hareketle Kureyş adamlarının karakteri hakkında bir fikir sahibi olmalı! Düşmanın kaliteli olması da bir şey, hani! )
Yukarıda anlatılan gerekçelerden dolayı, Müslümanların Bizans’ın galip gelmelerini istemelerinden doğal bir şey olamazdı. Bu istek, yakın uzak tehlike bağlamında, savaşın seyrine ve pozisyonlarına da uygun olarak (savaş M614 de başlayacak, Müslümanlar Medine’de iken M627 de bitecektir) sadece gönüllerinden geçen bir istektir, yoksa İran’ın yanında Bizans’ı desteklemek gibi bir eylemleri ve söylemleri söz konusu olmamıştır. Buradan başka bir netice çıkartılabilir, bu önemli savaşta önce Farsların Rumlara, sonra Rumların Farslara, daha sonra da Müslümanların hem Rumlara hem de Farslara galip gelmesidir.
Bütün bunlar, hicretten kısa süre sonra vuku bulacaktır. Ama o yıllarda, işin içinde yaşamak, olup bitenlerin kendi geleceğinizi de yakından ilgilendirdiğini düşünmek hatta endişe taşımak, insani bir şeydir ama vahye teslimiyetle sorumluluklarınızı üstlendiğinizde, Allah’a olan güven ve bağlılığınızı sürdürdüğünüzde, gelecekle ilgili endişelerin yerini başka şeylerin aldığını görmek hem mümkün, hem de bu iş başka bir iştir. Ebu Bekir’in örnekliğinde, olayı başka yere kaydırmadan alınması gereken ibreti almaktan başka yol yok bizler için.
Rum süresi (Medine’ye hicrete yakın zamanlarda nazil olmuştur) 1 ve 2. Ayetinde anlatılan ise, Allahın Müslümanlara yaptığı gaybi yardımın ve desteğin (Medine gibi bağımsız bir toprağa kavuşmaları, güvenliklerinin sağlama alınmasına kıyasendir.) açıklanmasıdır. O sıralarda Peygamber, Boykot sonrası, Mekke’de faaliyetlerinin tıkandığını, orada artık yapacak bir şey kalmadığını düşünecek ve muhtelif şehir ve kavimlerle görüşmelere (Kardeşi Musa (s) ‘nın, Mısırdan İsra yürüyüşü ile ayrılma haberini aldığı günlerdeki kıssanın ilgili bölümleri, tam da bu dönemler de nazil olacaktır) başlayacaktır, günler o günlerdir. Nefes alacak bir yer arandığı zamanlar! Görüşmelerde ise, iki şart öne sürülüyordu, “risaletin tasdiki ve peygambere itaat!” Zaten çoğu geri çeviriyordu, o nedenle. Kimisinde hakaretin bini bir para! (Allah Allah, o ne cüret, o ne biçim iş öyle? Akılların durduğu, şartların amansızca üzerlerine geldiği, her şeyin tersine geliştiği, nefeslerinin tıkandığını hissettikleri zamanlarda bide! Buralarda taviz verilmeyecekse, nerelerde verilecektir? Anlayan varsa beri gelsin!) (yeri geldiğinde ayrıntıları ile anlatılacaktır bu konular inş.)
Zaten, İran ve Bizans arasındaki savaştan hangisi galip gelse, saldıracakları ilk hedef genelde Mekke, özelde Müslümanlar olacaktı. Zaten savaşın nihayetinde galip gelen Bizans olunca, (gerçekte iki büyük gücün kapışması, ikisini de zayıflatacak, gelecekte Müslümanların önü açılacaktır, Allah’ın yardımı da budur.) öncelikle Habeşistan’daki Müslümanların, sonra da kendilerinin güvenliği sağlanmış oluyordu. Yine bilindiği gibi Medine’de peygamberin ayağı yere sağlam basınca, dışarıya karşı ilk fetih hareketleri kuzeye doğru yani Bizans’a karşı yapılacak, İran’ın fethi ise Hz. Ömer dönemine (M633) kalacaktır
(Aynı ilkelerden hareketle aynı iddiaları taşıyan ve aynı hedefleri güden, benzer örgütlenmeyi gerçekleştiren, evrensel çağrı ve mücadeleye soyunacak çağımız Müslümanları için bu gün de aynı gaybi yardımı görecek pozisyon hazırdır. Bu her zaman da böyledir. İş sadece iddia sahiplerine bağlıdır… Orta vadede gerçekleşeceği öngörülen ABD-ÇİN kapışması, müttefikleri ile birlikte bu büyük güçlerin tamamının zayıflamasını getirecek ve oradan yeni bir liderlik doğuracaktır. Buna rağmen onların yerine liderlik yapmaya hazırlık yapan, ufka yönelmiş, ütopyası olan Müslümanlar neredeler, nelerle uğraşmaktalar? Biz işin bu kısmına daha çok bakalım.)
Hayali laflar mı ettik? Hani, ilk günlerden başlayıp değişik şartlar vesilesi ile Mekke dönemi sonuna kadar birçok kez tekrar etmişti ya Peygamber, “ey Kureyş, bir kelimeye gelin de Araplar size boyun eğsin, Kisra’nın ve Rum’un mülkü ve hazineleri emrinize girsin!” (tüm siyer kaynakları, hadisler ve tefsirlerde bolca görülür) İşte bahsettiğimiz ütopya budur. Bu ütopyayı dillendirdiğinde peygamber kaç kişiydi, gücü kuvveti ne kadardı, bir de böyle düşünelim. Yine de hayali mi geldi, o günkü Kureyş’e de öyle gelmişti! Ama 20 yıl sonra tümü gerçekleşecektir bu sözün. Kimlerle mi, buna ta başında inanmış bir avuç yiğit ile! “Nice az topluluklar büyük orduları yenmiştir” ayetini bir de böyle okuyalım mı?
Tarihe bir de böyle bakalım mı? Öyleyse hatırlayın 90 yıl öncesini, çok uzaklara gitmeye gerek yoktur. Daha dün gibi değil mi? Dünyanın en güçlü imparatorlukları haline gelmiş olan Avrupalılar dünyayı paylaşmaya çıktıklarında aralarında anlaşmazlığa düştüler, kendi aralarında ve kendi topraklarında kapıştılardı da, hepsi birden çöktüydü ya! Liderliği kim almıştı o zaman, hazırlıksız ve dağılmakta olan Müslüman ümmeti değil tabii ama o günlere kadar ortalıklarda pek gözükmeyen, kendi kıtasında(Mekke’sinde) uğraşan ama hazırlıklı olan ve bir hesap tutan ABD... Demek ki her zaman olurmuş bu işler, ütopyası olana, hesap tutana ve uygun hazırlık yapana!)
Netice olarak Bizans örneğinden hareketle, tarihi gerçeklerden koparak kendilerine uygun farklı yol arayanlar, inzal edilene ve gösterilen örnekliklere uygun bir varlık ortaya koyamayanlar (iddialarından ve taleplerinden hareketle yapılıyor bu değerlendirme) için denebilir ki, kıyas yaparken başvurulan indirgemecilik ve kıyas yapılan olaylar arasındaki bariz ilgisizlik, konu hakkındaki cehaleti göstermektedir. Kaldı ki, benzetmedeki pozisyon kargaşası, aşama çelişkisi ve söyleme göre hedef farklılığı ise, başlı başına yetersizliği ortaya koymaktadır.
(Bir sonraki yazıda: 3- HILF-UL FUDUL VE MEKKE, 4- PANAYIRLAR -FUARLAR- VE MEKKE ve BÖLÜM DEĞERLENDİRMESİ)