Hüseyin ALAN
SİYERİN GÖLGESİNDE - 4
Önceki bölümden devam ediyoruz...
3- HILF-UL FÜDUL VE MEKKE
Hılf, bazı kimselerin belirli bir amaçla aralarında akdettikleri ahit, insanların bazı konularda birbirlerini destekleme ve yardımlaşma üzerine yaptıkları ittifak veya akitleşme yahut verdikleri yemine denmektedir. (Bu anlamı ile Mutayyebuun ve Ahlaf gruplaşmalarına ki ikinci bölümde anlatılmıştı, da hılf dendiği olmuştur) Fadl, eksiklik ve nakısanın zıddı, bir şeye üstünlük ve öncelik, sebebi olmaksızın yapılan iyilik anlamında, lütuf, ihsan, kibarlık, nezaket de aynı manayı taşıyan kavramlardır. Hılf-ul fudul; fadılların ve üstün ahlaklıların, mazlumlara yardım etmek, dolayısı ile hakların sahibine verilmesi üzerine sözleşme yapmaktır.
Cahiliye döneminde muhtelif hılflar vardır. Cürhümlüler arasında, aynı maksatla, isimleri de ortak olan Mufaddal b. Fadale, Fudayl b. Haris ve Fudayl b. Vedaa arasında yapılmış hılf-ul fudul anlaşması, bilinmektedir. Kureyş’de, Zühre ile Sehm Oğulları arasında yapılan hılf-ul fudul, Kureyş ile Ehabiş kabilesi arasında, birinin diğerine zarar vermesini önlemek, verilen bir zarar varsa ve taraflar uzlaşmazlarsa, zararın tazmin ettirilmesi ve çatışmanın uzatılmasının engellenmesi amaçlı kurulmuştur.
(Resulullahın önce Kureyş’in farklı boylarına mensup olanlar arasında, sonra akabe biatlarında Evs ve Hazreçden Müslüman olanlar arasında ve hicret sonrası muhacir ve ensar arasında yaptığı “iman” temelli kardeşliği, “muahat” (karşılıklı kardeşlik akdi), “muvalat” (birbirlerini veli kılma)anlamına gelen ve “halefe” de denen bir çeşit hılf yaptığı yorumları yaygındır. Kelime olarak anlam beraberliği çağrıştırsa da, İslam’dan sonra bu tür anlaşmaların içerik ve form olarak esastan değişikliğe uğradığını, hılf anlaşmalarının bazı amaçlarını kapsasa da aynı şey olmadığını, bir daha bu tarz anlaşmalara zaten gidilmediğini ve nihayet o tür örgütlenmelere gerek de kalmadığını, açıklayalım.)
Müslümanların, Allah’a kulluk temelinde “birr ve takva üzerine” yardımlaşması ve dayanışması (kendi içinde) İslam’ın zaten emridir. (Maide 30, Şura 38-39) Dışında kalanlara da her konuda adil davranması ve zulüm etmemesi, bir Müslüman’ın zaten asli sorumluluğudur. Bunun için ayrıca kurum ihdas etmek, konu başlıklı ayrımcılıkları beslemek, Müslümanlık vasfının karıştığı, ümmetin bozulduğu ve farklı inançlarla ortaklıkların sürdürüldüğü dönemlerde, cahiliye adetlerine geri dönüldüğü dönemlerde rastlanmaktadır. (Nitekim Muaviye döneminde, Medine pazarında özel mülk edinme, Mekke’de hacılara kiralayarak gelir elde amaçlı yine özel mülkler satın alınması, bozulma şekilleri olarak nitelenecek ve “mutayyebuun”dan olanlar karşı çıkmaya davet edileceklerdir!)
Ficar savaşları sonrası Mekke’de bazı karışıklıklar baş göstermeye, küçük çaplı anarşi, tecavüz, haksızlık gibi bazı olaylar gelişmeye başlayınca, iç-dış ticaretin emniyetli biçimde yapılmaya devam etmesi, Mekkeli yahut dışarıdan gelen tacirlerin ve hacıların kendini güvende hissetmesi ve sosyal hayatın istikrara kavuşması gerekiyordu. Arap geleneğinde zulmü engelleme ve zalimi cezalandırma geleneği, yukarıda yapılan hılf anlaşmalarında da görüldüğü üzere, yaygın bir anlayıştır. Bu anlamda, hılf-ul fudul’ün yeniden kurulması ihtiyacı Zebid’li bir tacirin başına gelenler için görünür sebep teşkil etse de, Mekke’de var olan ve savaş sonrası şartlarının ürettiği düzensizlik, asıl sebeptir. Zaten bu kuruluşun tarihi, ficar savaşlarının bitiminin hemen sonrasına denk gelmektedir.
Zebid, Yemen topraklarında bir yerleşim yeridir. Zebid’li, Mekke’li elitlerden As. B. Vail’e yüklü miktarda bir mal sattı ama alacağını tahsil edemedi. ( Bazı rivayetlerde, Zebid’liye ödeme yapılmamasının, Yemen ticaretine sekte vurmak olduğu söylenirken, ödenmeyen malların tutarının yüklü olması sebebiyle, Mekke’de iç dengelerin değişebileceği tehlikesini de belirtmektedir. Her halükarda, Mekke’nin dış itibarının zedeleneceği göz önüne alınmalıdır, esas olan da budur) Zebid’li kime gitti, nereye başvurdu ise, işini çözemedi. O da son çare olarak, çok önemli bir haber verileceği zaman Mekkeliler için Ebu Kubeys dağına çıkıp seslenmek geleneğine uygun (peygamber’de ilk açık davetini duyurmak istediğinde kavmine bu dağdan seslenmişti) olarak çağrı yaptı. Bu çağrıyı duyan Zübeyir b. Abdülmüttalip (peygamberimizin amcası) dostlarından asaletli, bonkör, nüfuzlu ve cesur kişilerden oluşan bir heyeti, yine aynı özellikleri taşıyan arkadaşı Abdullah b. Cüda’nın (Teym oğullarından) evinde, birlikte toplantıya çağırdılar.
Toplantıya katılanlar, Muttalib Oğulları (Haşim Oğulları olarak da okunmalıdır), Zühre Oğulları, Teym Oğulları ve Esed oğulları olmak üzere tamamı “Mutayyebuun’dan”dılar. Hz. Peygamber, bu toplantıya 20 yaşlarında iken bizzat katıldı. (onun eminlik vasfı kazanmasında, hılf üyesi olmasının da rolü olduğu hatırlanmalıdır) Çağrılmalarına rağmen “Ahlaf’tan” ve “tarafsız’lardan” Abdüddar oğulları, Mahzum oğulları (Ebu Cehil bu kavimden, Peygamberimizin babaannesi Fatıma da bu kavimdendi), Cumah oğulları, Sehm oğulları, Adiyy Oğulları, Nevfel Oğulları ve Abdüşşems oğulları, bu sözleşmeye katılmadılar. Şayet, Mutayyebuun ve Ahlaf arasında süregelen “sistem içi rekabet, çekişme ve kutuplaşma olmasaydı”, tüm Mekkeliler bu sözleşmeye katılacaklardı. Katılmayanların, buna rağmen, güdülen amaç ve yapılacak işlerden dolayı katılanlara saygı duyması bundandır.
Bu defa gerçekleştirilen hılf-ul fudul’daki yemin maddelerinden önemli olanlar şunlardı:
1-İster Mekke ahalisi ister dışarıdan gelmiş olsun, zulme uğrayan bir kişi olursa, onunla birlik olacaklardır.
2-Zulme uğrayan birsinin hakkı alınıncaya kadar zalimin karşısında, mazlumun yanında olunacaktır. Başka bir ifadelendirme de, mazlumun hakkı iade edilinceye kadar onunla tek el, yekvücut olunacaktır.
3-Deniz, bir tek tüyü ıslatıncaya kadar, Sebir ve Hira dağları yerlerinde kaldığı sürece ve maişette tam bir adalet sağlanana dek bu maddeler geçerli olacaktır.
Sözleşmeden sonra katılımcı taraflar, ettikleri yemini kutsamak için Hacer-ül Esved’in yıkandığı mukaddes sayılan suyu içtiler.
Zübeyir b. Abdülmaüttalip bu sözleşme için şunu diyecektir; “hılf’a katılanlar, Mekke’nin kucağında hiçbir zalimin barınmaması için anlaşıp sözleştiler. Onların kabul edip uzlaştıkları husus, civar alanında (toplumsal bir statü), umre yapanın da zulümden salim olmasıdır.” (İbn. Hişam, İbn. Esir, İbn. Kesir, İbn. Sad…) ( Bu Hılf-ul konusunda Türkçede çok az doktora tezi vardır, ne yazık ki!)
(ABD’nin yayımladığı ve BM’in şiar edindiği 30 maddelik, “Uluslararası insan hakları evrensel beyannamesini", İslam Konseyinin yayımladığı 23 maddelik, “İslam’da insan hakları beyannamesini”, konuya ilgi duyan herkes bilir. Mesele bu maddeleri yayımlamak ve süslü cümleler kurarak dünya âleme ilan etmek ve oradan bir prestij sağlamak değildir. Beyannameyi yayımlayan ülkelere öylesine bir göz atan aklı başında bir insan, en büyük zulümlerin ve haksızlıkların bu ülkeler veya temsil ettikleri devletler tarafından işlendiğini görür. En basitinden şunu söyleyebiliriz, hayatı parçalamış, insanı parçalamış, değerleri parçalamış zihniyetlerin ürettiği insan hakları, çocuk hakları, kadın hakları, çiftçi hakları, başörtüsü hakları (literatüre henüz girmedi ama onu da analım!) gibi dernekler, işçi hakları ve memur hakları gibi sendikalar uzayda mı boy göstermekte, uzaylılarla mı mücadeleye soyunmaktadırlar? Onların arkasında veya yanında durduğunu, dertlerine çözüm ürettiğini söyleyen o anlı şanlı devletler ve kuruluşlar neredeler? Beyanname deklare edenler, sakın kendileri bu zulümleri bizzat üretiyor ve destekliyor olmasınlar? Beyaz-zenci, Avrupalı-üçüncü dünyalı, yerli-göçmen, güçlü-zayıf, erkek-kadın gibi suni ayrımcılıkları burada anmaya gerek kalmıyor zaten!)
Cahiliye diye küçümsenip bir kenar edilen yahut aşağılanan o dönemde!, Hılf-ul fudul sözleşmesi teorik, söylemden ibaret, birkaç kişinin duygusal tavrı ve ardından bir şey yapılmayan bir görüntü değildir. Yeminlerine ve sözlerine sadık kalanların yaptıkları icraatlardan bazıları şöyledir:
1-Zebid’linin alacağı As. B. Vail’den alınıp sahibine iade edildi.
2-Has’am kabilesinden bir adam, yanında güzel ve alımlı bir kız ile umre yahut hac yapmak için Mekke’ye geldiğinde, Nubeyh b. Haccac kızı adamın elinden alıp zorla kaçırdı. Çaresiz ve çözümsüz kalan adam, “bana yardım edecek kimse yok mudur” diye bağırıp çağrıştığında ona, “hılf-ul fudul’a git” dediler. Adam Kâbe’nin yanında çağrısını yineleyip “hılf sahiplerinden beni duyan” yok mudur deyince, onlardan birkaç kişi yanına geldi ve durumu anladılar ve Nubeyh’in evine dayandılar. Kendilerini hatırlatıp kızı geriye istediler. O da, “bir gece olsun ondan faydalanayım” dediyse de, “bir devenin süt sağımı kadar bile olmaz” diyerek kızı geriye aldılar ve sahibine geri verdiler.
3-Sümale kabilesinden Lümeys b. Sad isimli bir tacir, Mekke elitlerinden Ubey b. Halef’e bir miktar mal sattı fakat alacağını tahsil edemedi. Adam hılf üyelerinden tanıdıklarına gitti. Ona, Ubey’e gidip haber vermesini, aksi bir durum olursa tekrar gelmesini söylediler. Ubey, haberi duyunca borcunu derhal ödedi.
4-Ebu Cehil, İraş’lı bir tacirden aldığı malın bedelini ödemekte zorluk çıkardı. Adam henüz peygamber olmayan ama hılf’ın üyesi olan Muhammed’e geldi, o da işi hemen çözdü.
5-Muaviye döneminde, Muaviye’nin yeğeni ve Medine valisi olan Velid b. Utbe ile Hz. Hüseyin arasında bir arazi yahut mal yüzünden ihtilaf çıktı. Valilik yetkisi ile baskı uygulamak isteyen Velid’e Hüseyin, “peygamberin mescidine gider, hılf-ul fudulu davet ederim” dediğinde, bunu duyan ve hılf’dan olan bazıları kılıçları ile destek olacaklarını söylediler. Bu haberler valinin kulağına gittiğinde, meseleyi çözüme kavuşturdu. (İbn Hişam, İbn Kesir, İsfehani…)
6- Yine Muaviye ile Hüseyin arasında, bir arazi yüzünden münakaşa oldu. Hüseyin işin çözülmesi için üç şık ileri sürdü; “ ya hakkımı benden satın al, ya onu bana geri ver, ya da Zübeyir ve İbn Ömer’i hakem tayin et” Aksi takdirde dördüncüsü “saylem” dir dedi. Muaviye, o nedir diye sorunca, hılf-ul fudul dedi. Muaviye o zaman, onlara haber vermeye gerek yok diyerek işi kolaylaştırdı. (İsfehani)
(Son iki rivayet, ümmetin düştüğü durumu özetlediği, cahiliye adetlerine dönüşün işaretlerini verdikleri için alıntılandı. ( Hamidullah’a göre, teşkilata yeni üye alınmıyordu ve 20-30 yıl sonra son üyenin ölümü ile teşkilat dağılmıştı. Bunu da dikkate alacak olursak, Hz. Hüseyin ile ilgili rivayetlerde, hılf-ul fudulu değil, mutayyebuun’u zikretmek daha makuldür.)
Hılf-ul fudul’ün faaliyetlerinden sonra, Mekke’de asayiş ve güvenlik sağlanmış, ziyaretçiler, hacılar ve tüccarlar rahatlık ve güven içerisinde işlerini görmeye başlamışlardır. Kureyş’de serbest dolaşım ve ticaretin olması, toplumsal ilişkilerin yürümesi başka türlü mümkün de olmazdı zaten. O gün olduğu gibi bu gün de böyledir bu işler, güven ve istikrar olan ülke ve şehirlerde uluslararası ilişkiler daha ileri düzeyde yürümekte ve ora insanları bu tür işlerin getirisinden istifade etmekte, tersi olan yerlerde ise kısırlık ve fakirlik, diz boyu yolsuzluklarla çalkalanıp durmaktadır. Nitekim uluslararası fuarlar kurulan şehirler ve ülkeler istikrar ve hukuk konusunda hem tacirlere hem de ziyaretçilere güven vermekte, bu güveni sağladıkları için de sürekli gelişmektedirler.
Netice olarak şunu söyleyebiliriz ki, o yıların cahiliye kurumları ve adamlarının yaptıkları, bu günün kurumları ve adamlarından yaptıklarından hiç de aşağı kalmamış, hatta kimi konularda, özellikle beşeri Fadıllık konusunda günümüz insanlarından çok daha ileri düzeyde olmuşlardır.
4- PANAYIRLAR (FUARLAR) VE MEKKE
Fuarlar, günümüzde olduğu gibi o günde de, ticari hayat da büyük önem taşırlar. İnsan toplumlarının gelişmesi için vazgeçilmez ekonomik ve ticari faaliyetlerin, ürün çeşitliliği ve maharetlerin buluştuğu yerler orta ölçekte pazarlar, büyük ölçekte fuarlardır. Sosyal hayatın korunabilmesi, sürdürüp geliştirilebilmesi, ona ihtiyaç duyulan en önemli şeylerden birisi, maddi gelişmelerin sürdürülebilmesine bağlıdır. Bu da, temel olarak çeşitli konularda ve tarzda üretim, dağıtım ve pazarlama faaliyetlerinden elde edilen getiri ile mümkün olmaktadır. Ticari ilişkiler aynı zamanda, beraberinde kültür sanat gibi etkinlikleri geliştirir, farklı olanları kaynaştırır ve zenginleştirir, sosyal hayatın ilerlemesinde ve değişiminde katkı sağlar. Sosyal yaşam tarzı bu sayede kalite ve insanilik kazanabilmektedir. Hatta, bu sayede barışın, kaynaşmanın ve yakınlaşmanın önünün açıldığını da söyleyebiliriz. Dolayısı ile bu tür ilişkiler, aslında toplumsal olarak insanların birbirlerini etkiledikleri ve geliştirdikleri en önemli etkinliklerdir. Devletlerin ömrü de, bu ilişkileri kolaylaştırabilir ve rahatlıkla sürdürülebilir yahut zorlaştırabilir ve çekilmez kılabilir olmasıyla doğrudan bağlantılıdır.
Birbirlerinden haberiz, kapalı devre ve kendi aralarında etkinliklerin yürütüldüğü toplumlarda (ulus devletler, ulusal sınırlar ve kutsanan “yerli malları” alış-verişi propagandalarının yapıldığı ülkeler ve toplumlar) başka ülkelere açılan ve farklı pazarlara ulaşan diğerlerine kıyasla kısırlık, fakirlik ve giderek çözülmelerin ve çatışmaların yaşanması kaçınılmazdır. O günlerde farklı yerlerde kurulan fuarlarda, geniş çaplı bir katılım sağlandığı, Çin, Hind, Sind, İran, Suriye, Habeşistan gibi ülkelerin tüccarlarının katıldığı, kendi üretimleri olan veya ticaretini yaptıkları malları ile ticari faaliyetleri yürüttüklerini biliyoruz. Bunun yanında doğal olarak kültürel, sosyal ve siyasi etkinliklerin yapıldığı ve bu tür etkinliklerin ve etkilemelerin de yapıldığı görülmektedir.
Miladi 6. Yüzyılın sonlarına doğru Mekke ticari olarak gelişmiş, yüksek bir potansiyele sahip bir merkez durumundaydı. Mekke şehrinin aşağı mahallesinde Safvan b. Umeyye el Cumahi’ye ait Mısır çarşısı vardı ve burada sadece Mısırdan gelen malların depolanıp satışa da sunulduğu ayrı bir Pazar vardı. Halk gider oradan o malların alış verişini yapardı. Safvan’ın ticareti Mısır ile sınırlı olduğu için o Pazarda sadece Mısır malları bulunurdu. Mahzum Oğulları semtinde es Saib b. Ebis Saib çarşısı vardı ve pazarın bir bölümünde peygamberin malları da depolanır ve burada satılan malların alış verişi yapılırdı. Es Saib, aynı zamanda peygamberin ortaklarındandı. Belazuri’deki bir rivayet de peygamber, Ebu Süfyan’ın Suriye’den getirttiği bazı mallara kar ortaklığı olarak para yatırmıştı. Umeyye oğulları mahallesinde ayrı bir Pazar kurulurdu. Mahzum Oğulları semtinde de. Abbas b. Abdülmüttalip, Halid b. Velid ile ortak işler yaparlardı. İkisinin bir başka özelliği, faiz karşılığında ödünç para ticareti yapmalarıdır. Abbas, aynı zamanda Ebu Süfyan’la da ortaklık ederdi. Örneklerden de görüldüğü üzere, Mekke’de çok çeşitli ortaklıklar ve gelişkin iş ilişkileri sistemi yaygındır. Ayrıca Mekke’de bir çok sayıda farklı malların sergilendiği Pazarlar ve Pazar yerleri kurulduğu bilinmektedir. Mekke’nin merkez nüfusunun, civar kabileler, dışarıdan gelenler ve ziyaretçiler hariç, 25 bin civarında olması gayet normaldir.
Kara yolu ticaretinin yapıldığı iki ana İki ticaret yolu vardır; birisi, Irak üzerinden Umana giden “Doğu Yolu” olup, Yemen, Hind ve Faris mallarını Şam pazarlarına ulaştırılıyordu
Diğeri ve asıl önemlisi ise; “Batı Yolu” olup, Hicaz ve Şamdan geçerek Yemene ulaşıyordu. Bu yoldan Yemen, Habeşistan ve Hind malları Şam’a, Şam malları da aynı şekilde Yemene götürülüyordu. (Kureyş suresinde anlatılan yollar ve yapılan seferler bunlardı)
Arabistan yarımadasında “deniz ve nehir yolu” ticareti ise, Mekke istasyon olmak üzere Güney Arabistan bölgesine aitti. Habeşistan’dan Mekke’ye yakın olan Şuaybe limanına haftalık iki gemi seferi yapıldığı, Hicaz bölgesine mallar getirildiği, buradan da mallar götürüldüğü bilinmektedir. Habeşistan’a hicret eden Müslümanlar, limanda bekleyen yahut sefere çıkacağı günü bilenler, bu yoldan gitmişlerdir. Cidde limanı, o tarihlerde pek kullanılmazdı. Buna rağmen deniz ve nehir yollarının azlığı, coğrafyanın şartları ve imkânsızlığı, kara yolu ticaretini geliştirmişti.
Hire şehri, daha önceleri önemli bir ticari merkez iken, ficar savaşları sonrasında bu fonksiyonunu Mekke’ye bırakacaktır. Arabistan coğrafyası, özellikle hicaz bölgesi, ipek yolu üzerinde, Avrupa, Asya ve Doğu ticaret yollarının kavşak noktasındadır. Cahiliye dönemi Araplarında kurulan fuarlar, ticari faaliyetlerde olduğu kadar kültür ve sanat faaliyetlerinde de roller oynamıştır. Fuarların kurulma amaçlarından ve sonuçlarından önemli birkaç hususu şöylece sıralayabiliriz:
1-Hicaz bölgesi ile Yemen-Hindistan-Irak-
Habeşistan-Şam-Mısır arasında, kara ve deniz yolu ile uluslararası ticaret yapılıyordu.(Günümüzde böylesi büyük faaliyetlerin küçük örmekleri, bölgesel birlikler olarak, AB, Nafta ve Esian gibi pazarlar hatırlandığında, ölçek farkı ortaya çıkabilir.) 2-Ticari ilişkiler ve onun getirdiği yakınlaşmalar, tapınaklarda ve kutsal yerlerde kullanılan malzemelerin buralardan temin edilmesini sağladığı gibi, ibadetlerin yapılmasına da katkı sağlıyordu. Bu aynı zamanda dini kültür alış verişlerine de neden oluyordu. Bizans kiliselerinde kullanılan Hint ürünleri, Arap tacirler eliyle oraya ulaştırılıyordu.
3-Panayırların kurulduğu haram aylarda, farklı kabilelere mensup insanlar, hem ticari amaçlı hem de dini amaçlı olarak, dini merkez ve kutsal olarak bilinen Mekke’yi ve Kâbe’yi ziyaret etme fırsatı da buluyor, hac ve umre ibadetlerini de yapıyorlardı. Ayrıca bu fuarlar, geniş bir sosyal hareketliliğe, kültürel ve ticari birlikteliğe sebep oluyordu.
4-Yoğun ticari faaliyetlerin yürütüldüğü Mekke toplumunda, özellikle elit tabakada geleneksel dayanışma, kavim asabiyesi gibi önemli bağları çözüyor, merhamet, bonkörlük gibi güzel davranışları unutturuyor, sosyal ve ahlaki bozulmaları ortaya çıkarıyor ve kavim liderlerinin toplumsal sorumluluklarını ihmal etmelerine sebep oluyordu. Zenginliğin arttıkça azgınlığın ve merhametsizliğin getirdiği bu çürüme, kalplerin derinliklerine hükmedecek ve geleneksel fadl ve hılf tarzı vasıfları terk ettirecektir. Ebu Leheb’in, boykot uygulamasında, kavim asabiyesini terk ederek zenginler ve azgınlar kulübü ile birlik olması, bu duruma güzel bir örnektir.
5-Kral-Melik-Kabile başkanları ve reisleri gibi ileri gelenler arasında ikili görüşmeler oluyor, savaş ve barış kararları duyuruluyor, toplumsal kimi ihtilaflar, buralarda çözülüyordu.
6-Satış için buralara getirilen ev gereçleri ve giysi çeşitliliği, fuarlara kültürel boyut ve zenginlik kattığı kadar, mahalli tarzlarda değişim ve dönüşüme de aracılık ediyordu.
7-fuarlar nedeniyle Arapçadan diğer dillere pek çok kelime geçtiği gibi, diğer dillerden de Arapçaya pek çok kelime geçiyordu. Dolayısı ile her dilin kendisi içinde gelişmesi de sağlanıyordu. Buralarda Kureyş lehçesi örnek bir dil olarak yaygınlaşacak ve Araplar arasında dil birliği sağlanacaktır. Kuran da bu dil üzerine nazil olacaktır.
Hicazda Mekke sonrası Taif de önemli bir ticaret merkezidir. Deri sanayi, kuru üzüm, zeytin yağı ve bal ticareti ile meşhurdur burası. Bu ürünler Kureyş tacirleri aracılığı ile Mezopotamya’dan Horasan’a kadar götürülürdü. Ebu Süfyan, zeytin yağı tacirliği ile, Abbas b. Abdül Müttalip üzüm suyu ve şarapçılıkla meşhurdur. Bunların ve bazı Kureyş elitlerinin Taif’de hem arazileri, hem de yazlıkları olup, birçok ürün yetiştirilmesinde ve işlenmesinde ortak yahut kendi başlarına işletmelere sahiplerdir. Kureyş tacirleri ayrıca altın, gümüş, güzel koku, giyim eşyası, deri, gıda maddeleri, en çok ticaret yaptığı ürünlerdir. Ukaz panayırı bu bölgede oldukça önemlidir. Çünkü Ukaz’a katılanlardan vergi alınmaz, her tüccar malını rahatlıkla pazara getirebilirdi. Ukaz bitiminden hemen sonra hac için Mina’ya hareket edildiği için de, çok sayıda katılımın olduğu Ukaz fuarında, yüksek miktarlarda ticaret yapılırdı.
Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer’in, İiran, Suriye, Yemen pazarlarına kadar gittikleri ve oralarla ticaret yaptıkları bilinmektedir. Arap yarımadasında Hicaz halkı ticarette, Yemen halkı ziraatta ileri gitmişlerdir. Bazı şehirlerde el sanatları gelişmiş, önemli hale gelmiştir. Bunlardan dokumacılık, demircilik, dericilik, terzilik, şarapçılık, kuyumculuk, marangozluk, ıtriyatçılık belli başlı sanayi dallarını oluşturuyordu. Özellikle deri ve deri sanayi çok yaygındı. Debbağ adıyla meşhur, dört tekerlekli, altına insan girecek büyüklükte bir arabanın üstüne geçirilen kalın deri kaplamalı zırhlı bir araç (günümüzün savaş tankı) yapılıyordu. Bu araçla kale kuşatmalarında, arabanın altına giren savaşçılar kale kapısına varırlar yahut surlara tırmanma fırsatı gözlerlerdi. Taif kuşatmasında peygamber ordusu bu aracı kullanmıştı. Yarımadada su bakımından zengin olan yerlerinde, sebze ve hurma, bazı yerlerde buğday (ihtiyaca yeterli üretim olmazdı ve dışarıdan ikmal edilirdi) ve üzüm yetiştirilirdi.
Hayvancılık olarak keçi, koyun, deve ve at beslenirdi. Av hayvanlarının iklime uygun her türü vardı. Hire yöresinin atları, dünyaca meşhurdur. Tarım ve hayvancılığın geliştiği Medine ve Taif’te, zirai tekniklerin geliştiğini gösteren, hurma ağaçlarının tozlandırılarak ürün verimliliğinin artırıldığı, meyve ağaçlarının aşılanması tekniğinin yapıldığı bilinmektedir. (Peygamber (s)’a, Medinelilerin sorarak hatalı işlem yaptıkları hurma ağaçlarının döllenmesi ve aşılanması olayı, Mekke’li olarak bu işleri bilmeyen peygambere, insanoğlunun merakı ile bazen bildikleri dahil her şeyi sorma alışkanlığından kaynaklanan teknik bir hatayı, burada hatırlayabiliriz.)
Araplar, kendi düzenledikleri fuarları daha çok haram aylarda yapmaktaydılar, bilinen sebeplerden ama Kureyş kervanları için yılın her mevsimi ve uygun buldukları tüm fuarlara katılım serbestti. Yakın ve uzak çevrede kurulan önemli fuarları şöylece sıralayabiliriz.
Ukaz, fil yılından on beş sene donra düzenlenmeye başlanmış, Taif’le Nahle arasında kurulur, çok çeşitli Arap kavimleri yanında İran Kisra’sı da düzenli mal gönderirdi. Zilkadenin 1-20. günleri arası (15-30 arası diyenler de var) açık kalırdı.
Zülmecaz, Ukaz’dan sonra, Ukaz yakınında kurulur, Zilhiccenin 1-8 günleri arası açık kalır, bitiminden hemen sonra hac için Mina’ya gidilirdi.
Hubaşe ve Suhar, Umanda kurulur, Recep ayında açık tutulurdu.
Dumetül cendel, Hicaz ve Suriye arasında kurulur, Rebiül Evvel ayının ilk gününden ayın ortasına kadar sürerdi.
El Muşakkar, Dumetül Cendelden den sonra, Yemame kavmi topraklarında Hacerde kurulur, Cemaziyelahirin ilk günüden son gününe kadar sürerdi.
Hacer, Yemame’de, Muharremin onuncu gününden ay sonuna kadar sürerdi.
Aden,aden’de kurulur, Ramazan ayının ilk günüden onuncu gününe kadar açık kalırdı.
Deba, Arabistan’ın büyük limanlarından biri, Recebin son gününde kurulur, Hind, Sind, Çin’den tacirler de gelirdi.
Sana, Aden fuarından sonra kurulur, Ramazanın ortasından sonuna kadar sürerdi.
Netat, Zülmecazdan sonra Hayberde kurulurdu.
Filiistin’de kurulan Şam panayırları dört adetti. Şemsi yılın belirli aylarında kurulurdu.
DEĞERLENDİRME
Çağımızda, teknolojik araçların yaygın kullanım etkisi ile insani faaliyetler ve insani ilişkiler doğrudan yapılamamakta ve giderek yok olmaktadır. Neredeyse her tür ilişkide bir araç, insan ile insan arasına girmekte, insanları kendi özelliklerine göre yönlendirmekte ve ilişkiler de aracılık etmektedir. Bu araçlar, göründüğü kadar masum değildir. Birçok işi ve gündelik hayatı kolaylaştırmalarına rağmen bu araçlar, esas olarak insanlığın bozulmasında gerçekten aracı durumuna düşmüş durumdalar. İnsanoğlunun günümüze ilişkin sorunları, teknolojik aletlerin insan hayatını ve tutumunu yönlendiriyor olması, TV, İnternet, cep telefonu, uçak, motorlu araçlar, görüntülü medya gibi araçların faydaları yanında, günlük hayatı önemli çapta etkileyen ve yönlendirici özellikleri nedeniyle, alışkanlık yapıyor ve vazgeçilmez sayılıyorlar. Artık, sanki onlarsız bir yaşam düşünülemeyecek derecede hayatımızın parçası oldular.
Onların etkisi ile kültüre, sanata ve dolayısı ile insani olana ilginin azalması, insanoğlunun giderek kısırlaşması bu gelişmelerin peşi sıra gelmiş yahut bu tür etkinliklerin dar çevrelerde tıkanmasına sebep olmuştur. Böylece insan varlığında entelektüel kısırlık başlamış, tüketim arzuları her değere egemen olmuş dolayısı ile insan denen varlığın insani özelliklerinin yok olmasına, insani ilişkilerin tükenmesine yol açan bu tarz bir yaşam modeli, sahici, dokunabilinir, hissedilebilir bir hayat yerine sanal bir dünya ve sanal ilişkilerden oluşan sahte bir ilişkiler yumağına dönmüştür… Hangi tür hayatın masum ve insani olduğu konusu ise, günümüz insanı için cevap arayan en önemli sorun olacaktır.
BÖLÜM NETİCESİ OLARAK
Yukarda anlatılan Kureyş toplumu ve Mekke şehrine ait önemli gelişmeleri sağlayan olayları özetlemeye çalıştık. Buradan çıkan sonuç, Mekke şehrinin ve Kureyş idaresinin bölgede ve çevrede çok önemli bir pozisyona geldiğini, hatırı sayılır bir güç olduğunu göstermektedir. Genel olarak bilinen, bedevi bir yaşam tarzının hakim olduğu, vahşi bir hayatın yaşandığı, kafası basmaz, inadına geleneklerine bağlı, cahil, görgüsüz, kaba söbe Arapların oluşturduğu bir toplum olmadığını açıklığa kavuşturmuş olduk. Dış gelişmelere uygun iç düzenlemelerin yapıldığı, şartları bazen zorlayarak lehlerine döndüren, olması gereken değişime rahatlıkla refleks veren esnek, becerikli, yetenekli ve aklını çok iyi kullanan bir topluluk var karşımızda. İtibarları, zenginlikleri ve güçleri yerinde. Kabeden dolayı her tür imkanı avantaja çevirebilecek durumdalar.
Dış gelişmeler Mekke toplumunun genel yapısında, bozulmaya ve çürümeye doğru bir değişimi de tetiklemiştir. Elitlerinin geleneksel kavim asabiyesini, ahlaki sorumluluklarını değiştirip başak bir ahlaka dönüştükleri, günümüz insanının çok iyi anlayabileceği gibi, paranın, mülkün ve iktidarın genelde insanı çabuk etkilediği, insanlığa değil çıkara, ihtirasa ve bencilliğe hizmet ettirdiği gözlenmektedir. Üst bir sınıf oluşturan elitler kendi aralarında başka bir dayanışma modeli üretecek, eski alışkanlıklarını terk ederek yerine başka tür alışkanlıklar edinecekler, toplumlarını da aynı istikamete sevk edeceklerdi. Bu, değerler bağlamında da büyük kırılmaları peşi sıra getirecek olumsuz bir gelişmedir. Artık azgın, çıkarından başka bir şey düşünmeyen, yoksulu ve mahrum bırakılmışı ezen, cimri, hasis, intikamcı, soyguncu ve kıyıcı bir elit grubu vardır karşımızda. Bu hallerini haklı gösterecek güç ve kuvvete de sahipliğin gururu ile.
Elitlerin böyle olması, toplumun genelinin de aynı istikamete doğru gitmesini getirecektir. Zira bir topluma karakter ve şekil veren, yol ve yöntem gösterenler o toplumun ileri gelenleridir. Onlar bozulursa toplum da bozulur… Peygamber efendimiz yeni bir mesajla geldiğinde, toplumun en çok tepki verdiği husus, “atalar yolu” itirazıdır. Anlatılanlardan da anlıyoruz ki, Kureyş toplumu için atalar yolu, yüzlerce yıllık birikime, test edilmiş tecrübelere, riski bilinen uygulamalara dayanan bir yoldu. Kendileri bakımından elbette onu savunacaklar, ondan ayrılmayacaklardı. Toplumsal birlikleri, dirlikleri, güçleri ve avantajlarının dayandığı temel değerleri, elbette atalarının yolu olacaktı.
Oysa Muhammed (s) kendilerine, bilinmeyen bir yol, sadece kendisinin söylediği, ne olacağı belli olmayan bir yolu öneriyordu şimdi. Gerçekte öyle miydi? Ahlaklı olmayı, zayıflara sahip çıkmayı, dürüstlüğü, kardeşliği, haksız kazanç ve sömürüden vazgeçmeyi, putçuluktan dönmeyi, kutsalları kullanmamalarını, dünya hayatının her şey olmadığını, zulüm etmemelerini vs söylüyordu. Ama öyle tersini propaganda ettiler ve kalabalıklara onun mesajını geçersiz kılacak tezgahları kurdular… Ataları İbrahim’e dayanıyor idiyse ki öyle iddiaları ısrarla savunuyorlardı, o halde İbrahim’in yoluna neden dönmesinlerdi?. İbrahim müşriklerden değildi, diyor Kuran Mekkelilere, çok net ve açık biçimde, daha ilk günlerde. Elitlerin ve güç sahiplerinin karşı çıkışı gerçekte başka niyetler mi taşıyordu, görünür sebepler dışında. Elbette öyle. Onların korumaya çalıştıkları düzen, sadece kendilerine çıkar ve iktidar sağlayan düzendi… Görünen o ki, Muhammed (s) ın karşısına çok güçlü bir toplum ve iktidar sahipleri çıkacaktır. Üstelik uluslararası gelişmeleri iyi takip eden, oralarda müttefikleri olan, ayakları da yere sağlam basan bir toplum. Tam da Muhammed (s) e göre! O ağır yükü taşıyan ahlaklı, kişilikli, karakterli, becerili, ferasetli ve dürüstlük, korkusuzluk nitelikleri ile donatılmış yiğit bir adama!