Hüseyin ALAN

22 Ocak 2011

Siyerin Gölgesinde - 5

FİL OLAYI VE MEKKE

M. 569 yılında, Arapların tarihinde benzeri görülmemiş müthiş bir hadise vuku bulacaktır. Kendisinden sonra çok daha büyük bir olayın gerçekleşeceği, Allah’ın Araplar için “hayır” dilediği, Kâbe’nin dünyadaki başka hiçbir ibadet merkezlerine nasip olmayan bir şerefe sahip olduğuna da delil olacak bir olay bu. (Son elçi Muhammed (s)’in; “Kabrimi mabet edinmeyin”, “Hıristiyanların Meryem Oğlu İsa (s)’yı övgüde aşırı gittikleri gibi, siz de beni övmede aşırı gitmeyin” buyurmasındaki hikmeti kavrarsak, murad anlaşılmış olur.)  

Kur’an-ı Kerim'de Fil Sûresi’nde anlatılan mucizevî olayların, tarihçilerin farklı rivayetlerine rağmen, M. 569’da, “Fil yılı”nda geçtiğini, Hz. Peygamberin de aynı olay sonrası beşinci ayda doğduğuna dair rivayetler daha makuldür. Tarihlerin M. 571 yılı olarak verildiği rivayetlerdeki kargaşa, muhtemelen o yılda İran’ın Yemen üzerine saldırdığı, Yemen’i harap etiği, saldırının başlangıç ve bittiği yılların karışıklığından kaynaklanmış olmalıdır. M. 570’lerde başlayıp 580’de kesinleşen ve M. 627’de biten işgal ile kırk, elli yıl kadar İran egemenliğine giren Yemen, sonunda Doğu Roma’nın da yardımı ile yeniden bağımsızlığına kavuşacak, sonrasında tekrar Habeşistan (dolayısı ile Doğu Roma) egemenliğine geri dönecektir. O nedenle Ebrehe’nin M. 571’de Mekke’ye askeri sefer düzenlemesi mümkün gözükmemektedir. 

M. 6. yüzyılın ilk yarısında Yemen’de Yahudiliğin önemli etkileri gözlenmekteydi. Himyeri hanedanının son hükümdarı Zü-Nüvas, İseviliğin kendi bölgesinde ve Necran’da güç kazanmasından endişe duymaktaydı. Bu sebeple, buradaki İsevileri, Museviliği kabul etmek yahut hendekler kazdırarak içini doldurduğu harlanmış ateşlere (Uhdud) atılmak seçeneği ile karşı karşıya bırakmıştı. “Rabbim Allah’tır” diyen ve dinlerinden dönmeyen, rivayetlerin ortalamasına göre sayıları 30 bini bulan Müslümanlar, bu olayda yakılarak katledildiler. (Öyle inanıyorum ki akidelerini henüz bozmamış, Kuran’ın da kendilerinden övgü ile bahsettiği “Buruc Sûresinde” anlatılan bu kimseler, henüz Hıristiyanlaşmamış Müslümanlardır.)  

M. 523 yılında (kimi rivayetlerde tarih farklılığı vardır) cereyan eden bu olay üzerine, bir yandan Hindistan deniz ticaretini ele geçirmek için Babülmendeb’e hâkim olmak, öte yandan zulme uğrayan dindaşlarını korumak amacıyla, Yakubi mezhebine (monofizist teoloji) bağlı Habeşistan kralı Necaşi Kaleb Ela Esbaha, Ortodoks mezhebine bağlı Doğu Roma imparatoru 1. Jüstinyen’le mutabık kaldıktan sonra, Eryat adlı bir kumandanının emrinde bir orduyu Yemen’e gönderdi. (Hatırlanacağı üzere, bir başka Habeş kralı, hanedanlık ismiyle Necaşi, ki onun asıl adı Ashame idi, M. 615 yılında ülkesine sığınan Mekkeli Müslüman mültecilerin iadesi için Kureyş adına kendisine müracaat eden Amr bin As ve arkadaşının saray heyetini kışkırtıp iadenin gerçekleşmesini sağlayacakları bir sırada, Necaşi’nin, buna rağmen Müslümanların reisi Cafer bin Ebu Talib ile yaptıkları son konuşmada, “Hz. İsa hakkında Peygamberiniz yahut dininiz ne diyor” diye sorduğunda, Cafer’in, Meryem Sûresi’nden okuduğu ayetler üzerine, elinde bulunan asası ile zemine bir çizgi çizip, “Sizinle bizim aramızda bu çizgi kadar fark var” diyecek ve Müslümanları iade etmekten vazgeçecektir. Bu konuşmalarda tercüman kullanılmadığını, Cafer’in ve Amr bin As’ın Habeşçe konuştuklarını hatırlatalım!)  

Yapılan savaşta Zü-Nüvas yenildi ve öldürüldü. Yemen işgal edilerek Habeşistan’a bağlandı ve Habeş kralı adına Eryat’ın yönetimine geçti. Bu orduda, Kâbe’yi yıkmak üzere filleri ile meşhur ordusu ile gelecek olan meşhur komutan Ebrehe de vardı. Yemen’in Habeşistan’a bağlanmasından ve sükunetin sağlanmasından bir süre sonra, Ebrehe, Eryat’la aralarında geçen bir olayı bahane edip hile ile kazanacağı bir düello düzenleyecek, onu yaralayıp mağlup edecektir. Bundan sonra Ebrehe, Eryat’ın yerini aldı ama onu öldürmeyip yanında tuttu. Aralarındaki bu yönetici değişikliğini, durumu kendisine göre izah da ederek Habeş kralına yazdığı bir mektupla bildirdi. Kendilerine olan bağlılığını sürdürdüğünü teyit eden ve Yemen’in idareciliğini tescil ettiren Ebrehe, kendi yönetimi boyunca Hıristiyanlığın yayılması için de çokça mücadele de edecektir.

Dönemin Habeş kralı Necaşi, nice sonra kendisine bağlı Yemen Valisi Ebrehe’ye, Sana’da büyük bir kilise yapmasını tavsiye etti. “El Kulleys” adında, şaşalı ve görkemli büyük bir ibadethaneydi, bu istek üzerine yapılan mabet. Bundan muratları, Arapların çok uzak yerlerden olsa bile, hac için düzenli olarak ve kalabalıklar halinde Mekke’ye gitmelerini, orayı kutsamalarını önleyerek Kâbe’nin yerine burasını kutsal mekân yapmaktı. Dolayısı ile insanların ilgisini ve rağbetini, oradan bu tarafa çekmekti. Bu arada, Yemen’i eski günlerine kavuşturmak, Yemen - Suriye bağlantısını bu vesile ile kurarak politik hesaplarını da gerçekleştirmekti. Görüldüğü üzere, bu girişimle birçok amaçlarını birlikte gerçekleştirmiş olacaklardı. Onlar için tüm bu düşündüklerini gerçekleştirmenin tek ve en önemli yolu kalmıştı artık, Kâbe’yi yıkmak, haram bölgeyi dağıtmak ve Hicaz bölgesinde kendilerine bağlı bir yönetim kurmaktı.  

Araplar arasında bu niyetler ve gelişmeler duyulduğunda, özellikle Kâbe’nin yıkılacağı, haremine zarar verileceği haberi çok tepki çekecek ve bu onlara çok ağır gelecektir. Sırf bu nedenle, Kinane kabilesinden birkaç Arap özel olarak Yemen’e gitti, Ebrehe’nin yaptırdığı mabedin içinde sağa sola pisleterek kirletti, bir bölümünü de yaktı. Ebrehe bu olayı duyduğunda çok hiddetlenmiştir. Olayların olduğu sıralarda Yemen’de bulunan bazı Arap tacirlerini (aralarında Kureyş’ten olanlar da vardı) huzuruna çağırarak, “Konuyu araştırdığını, suçun Hicaz’lılara ait olduğunu, bu yapılanın da cezasız kalmayacağını” söyledi ve onları azarladı. Aslında, bir taraftan da aradığı mazereti bulmuş oluyordu. 

Ebrehe’nin bu sefere çıkma sebebi, görünürde Mabed’e yapılan tecavüz ve hakaret idi ama anlaşıldığı kadar ile bundan daha çok, Yemen - Suriye bağlantısı arasındaki Hicaz engelini ortadan kaldırmak, bunun için o bölgenin en güçlü topluluğu ve parlayan yıldızı Mekke’yi işgal etmek, asıl sebepti. Böylece, kuzey-güney Araplar arasındaki en büyük engel ortadan kalkmış olacak, Suriye ile doğrudan politik ve ekonomik bağ kurulmuş olacak, Doğu Roma ile var olan ilişkiler daha da güçlenecekti. Bunun için de Hicaz bölgesinde güçlenen ve çevrede saygınlık kazanan Mekke’yi fethetmesi ve oraya hâkim olması gerektiğini biliyordu. Plan gerçekleştiğinde Doğu Roma da bu sayede İran’a karşı öne geçmiş olacak, dolayısı ile bu gelişme hem imparatorluk politikalarına uygun hem de müttefiki Habeşistan’ın işine gelecekti. Her ikisi hem Hıristiyan hem de müttefiktiler zaten. Bu sayede Arabistan’da Hıristiyanlık inancı ve nüfuzu, bu dolayımdan genişleme imkânı da bulacaktı.  

Bu nedenle Doğu Roma’nın Habeşistan eliyle Ebrehe’yi teşvik etmiş olması da, kuvvetle muhtemeldir. Çünkü Mekke dini merkez olarak ortadan kalkarsa, ticari cazibe ve güç dengesi Yemen’e kaymış, orada güçlenen Araplar dağıtılmış, Arap yarımadasındaki İran Nüfuzu (Hire -Yemen arasındaki stratejik ilişkiler, Hirelilerin Necran’a yaptıkları askeri üs nedeniyle Araplar aleyhine yürütebileceği politikalar, İran’ın nüfuz alanını genişletmesine yarayacaktı) Doğu Roma’nın lehine değişecekti. Bir başka gerçek ise, İpek Yolu üzerinde bir kavşak noktası olan ve hayli stratejik öneme sahip bir merkez durumdaki Mekke ve Hicaz bölgesi, o güne kadar her tür girişime rağmen, hem İran ve hem de Doğu Roma’nın birinden yana olmamış, iki tarafa karşı da bağımsızlıklarını korumayı başarmışlardı.  

Ficar savaşları sonrası Hire’nin yenilgisi, güç merkezi ve hükümranlığın bölgede Mekke’nin lehine değişmesi sonrasında, Yemenlilerin ticari menfaatleri bu nedenle de sarsılacak, onların ortaklık teklifini Mekkeliler geri çevirecek, dolayısı ile İran’ın bölgede nüfuzu da epey sarsılacaktı. Zaten Fil olayından bir iki yıl kadar sonra, İran, Yemen’e doğrudan saldıracak, orasını harabeye çevirecek, orada bir süre egemenliğini sürdürecektir ama sonrasında Doğu Roma, Yemen’in tekrar kurtarılmasını temin edecekti.  

Rivayetlerdeki anlatım farklılıklarını dengelediğimiz ve gereksiz ayrıntıları ayıkladığımızda, olayın ve işin özü şöyle ortaya çıkmaktadır: Mekke’ye güçlü ve kalabalık ordusu ile yola çıkan Ebrehe, ordusunun yol güzergahındaki birçok Arap kavimlerinin vur-kaç taktiği ile yaptıkları saldırılarını kolay atlatmış, hatta kimi kavim reislerini, topraklarına ve halkına müdahale etmeme karşılığında, onlar istemeseler de mecburen, Yemen ordusuna rehberlik yapmak zorunda bırakmıştır. (Haçlı seferlerinin birinde, milyonu bulan maceracı, serkeş, aylak ve azgınlardan derlenmiş topluluğu büyük ve kutsanmış hedef Kudüs’e yönlendiren papazlar, şövalyeler ve Avrupa krallarının birlikte yönettiği ordu Kudüs yolunda ilerlerken, İznik’ten başlayarak yol boyunca, birlik olup doğrudan saldırma cesareti gösteremeyen ama vur-kaç taktiği ile mümkün olan zararı vermeye çalışan Türkmen beyliklerinin ve Arap yönetimlerinin durumunu andırıyor, bu askeri sefer. Buna rağmen Haçlılar, Kudüs’e ulaşacaktı. Orduların büyüklüğünü ve kutsal hedefler bahanesini, gizlenen niyetlerle birlikte kıyasladığımızda, ortak benzerlikleri daha anlaşılır kılabiliriz.)  

Ebrehe’nin saldırısı sırasında Mekke’nin reisi, Abdulmuttalib’dir. O, ordunun karargah kurduğu yere varıp Mekke’ye saldırmaması, Kâbe’ye zarar vermemesi için Ebrehe ile epey müzakere yaptı ama onu ikna edemedi. Bunun üzerine Abdulmuttalib, “Bu evin sahibi Allah’tır, O kendi evini koruyacaktır” mealinde o meşhur sözünü söyleyecek ve karşılıklı görüşme bitince Mekke’ye geri dönecektir. O, ordular karşısında Kâbe’yi koruyacak güce sahip olmadığını biliyordu. O nedenle de Kâbe kapısının halkasına tutunarak şu yakarışı yaptı; 

“Ey Allah’ım! Bir kul bile evini barkını korur.

Sen de buraya konmuş ve hürmeti tehlikeye uğramış olanları  koru!

Yarın onların haçları ve kuvvetleri, senin kuvvetine üstün gelmesin.

Eğer sen, onları, kıblemiz, Kâbe’mizle baş başa bırakacak olursan, o da senin bileceğin bir iştir!”

Böylece Kâbe’nin korunmasını  Allah’a havale etti. Sonra Mekke halkını şehirden çıkarttı, halkının ihtiyaçlarını giderdi, güvenliğini sağladı.  Bu işleri yaparken yanında Mekke ileri gelenlerinden bazıları da bulunuyordu.  

Ertesi gün erken saatlerde, Ebrehe ordusunun Mekke’ye saldırıya geçtiği sırada, deniz tarafından kalabalık şekilde gelen “Ebabil” kuşları göründü semada. Her bir kuşun ağzında ve ayaklarında küçük taşlar (siccîn) vardı. Ordunun üzerine geldiklerinde taşları bırakmaya başladılar. Kendisine taş isabet eden her bir asker ölüyordu. Bu durumu (delinmiş ekin yaprakları gibi) gören diğer askerler, çareyi geri dönüp kaçmakta buldular. Ordunun paniklemesini önleyemeyen Ebrehe, şaşkın halde öne çıkıp yeniden hücumu denediyse de olmadı. Bu arada bir taş da kendisine isabet etti. Rivayetlerin muhtelif anlatımlarını da dikkate alırsak, Ebrehe, yaralı ve bozguna uğramış ordusu ile Yemen’e geri döndü ve kısa bir süre sonra da öldü. (Fil Sûresi, bu mucizevî olayı anlatır.)  

Olayları ve gelişmeleri, Mekke’yi çevreleyen tepelerden izleyen Kureyşliler ve diğer Arap kavimleri, Kâbe’nin kutsallığını, Kâbe’nin Rabbinin, mabedi düşmanlarından koruduğunu gözleri ile görmüşler, bu mucizevi olaya tanık olmuşlardı. Netice olarak Allah (c), bu mucize ile Kâbe’yi korumuş, haremine zarar verdirtmemiş, İbrahim (s) kulunun insanları hacca davet ettiği ibadethanesini ve davete icabet eden kullarının istikamet merkezini korumuştu. Bu vesile ile de, Kureyş’in hezimetine izin vermemişti.

Kureyş, bu olaydan sonra Araplar nezdinde var olan itibarlarını ve şöhretlerini çok daha fazla artıracak, korunmuş olmaları nedeniyle çevrede ayrıca üstünlük ve kutsallık da kazanacaktır. Nitekim o günden sonra Araplar onlar hakkında “Onlar, Allah’ın sevgisine mazhar olmuş insanlardır, Allah onları korumuş, düşmanlarını imha etmiştir” sözünü, darb-ı mesel yapacaklardır. Bu arada insanların Kâbe’ye olan saygı ve hürmetleri, kutsallığına yönelik bakışları, eskisine kıyasla kat be kat daha artacaktır. Bu da Allah’ın bir lütfuydu onlara. (Kureyş Sûresi ile Fil Sûresi birlikte düşünüldüğünde, söylenenleri anlamak çok daha açıklayıcıdır. Kaldı ki, Peygamberî mesaj tüm insanlığa yönelik olmasına rağmen, konu başka yönlere çekilmezse şayet, onların aralarından birisinin peygamber olarak seçilmesini de, bizler bugün ayrıca hesaba katabiliriz.) 

Kureyş, bu olaydan sonra, toplumsal birliklerini sağlayan, onları diğerleri nezdinde şerefli, izzetli, saygın ve üstün kılan dinlerini, putları nezdinde kutsal saydıkları ama Allah’a da inandıkları anlayışları hakkında hiç taviz vermeyecek, bu durumu bozabilecek her bir olaya anında ve şiddetle karşılık verecektir. Onların böyle titizlenmelerine, diğer Araplar da aynı sebeplerden dolayı destek olacaklar, onlara, bu konuda her zaman itibar edeceklerdir. Böylesi bir olayda onların hep birlikte hareket etmelerini, varlıklarına ve kutsallaştırdıkları düzenlerine yönelik her muhalefete karşı gösterdikleri şiddetli tepkilerini, “atalar yolu” olarak kutsadıkları yorumlarını itirazsız ve ortaklaşa kabul ederek savunmalarını, şimdi çok daha rahat ve maddi temelleri ile anlayabiliyoruz. Onların, kazanmış oldukları bu imtiyazı ve üstünlüğü savunurken, hem kendi içlerinde toplumsal birlikleri ve sosyal-siyasi düzenlerini, dinlerini koruma namına hep öne çıkartmalarından ve kendi mevcut hallerini ve statükoyu meşrulaştırmada kullanmalarından ve hem de çevre Araplarca da bu durumun onaylanmış olmasından da anlayabiliriz. Kısaca, Kureyş’li olarak üstünlük iddialarının ve diğer Arapların onlara itibar etmelerinin ardında boş şeyleri değil, maddi karşılığı olan gerçekliği görebiliyoruz. (Hz. Ebu Bekir’in, Beni Saide sofasında sarfettiği ve çok eleştirilen o meşhur sözü, bu bağlamda düşünsek, ileri bir söz mü söylemiş oluruz?) 

(BİR SONRAKİ BÖLÜM: BU VESİLE İLE MUCİZE KONUSU VE BİR MODERNLİK DEĞERLENDİRMESİ)