Hüseyin ALAN

19 Ekim 2010

SİYERİN GÖLGESİNDE

1- Mukaddime

 

Bir seri yazı dizisi olarak sürdürmeyi planladığımız “siyerin gölgesinde” başlıklı yazılar, adından da anlaşılacağı üzere son peygamber Hz. Muhammed'in (s) hayatını, ilişkilerini, hubbu ve buğzu anlamında tepkilerini, toplumsal tavırlarını ve bu anlamda bütün olarak yapıp ettiklerini konu edinecektir. Bu bağlamda yaşadığı ve gelişimine katkı sağlayan çevresinin ve toplumunun genel yapısını ve temel dinamiklerini irdeleyerek, onun bunlara karşı koyuşlarını, onların yerine yaptığı tekliflerini, gerekçeleri ve değerleri ile kıyaslayarak anlatmaya çalışacağız. Yazılarda esas olarak Peygamber'in yaşadığı vasatı ve orada ne yaptığı, nasıl yaptığı gibi belirleyici özelliklere yönelik sünnetini öne çıkartacak, kendi kurduğu stratejisini, buna bağlı ürettiği ve kullandığı politik araçlarını, yapılanmasını ve hedefini belirginleştirmeye çalışacağız.

 

Kendisinin yetiştiği, çevresini oluşturan toplumsal yapıyı, risalet öncesi kırk, risalet sonrası on üç yıl olmak üzere toplamda elli üç yılını geçirdiği dönemi esas alarak, Mekke ahalisi olan Kureyş’in siyasi, sosyal, ekonomik, kültürel ve estetik yapısına dair bilgiler aktarmayı ve bu bilgileri tahlil edip değerlendirerek bir sonuç üretmeyi hesapladık. Bu yazılar, tümüyle biyografik bir çerçevede ve kronolojik bir sıra takip etmeden ama onları da göz ardı etmeksizin, gerek Kur'an’ın gerekse ilk dönem siyercilerinin takip ettikleri hikmetli usulü takip ederek, her karede resmin tamamının mündemiç olduğunu ortaya koymaya ama hiçbir zaman hedefi çevreleyen resmin tamamının kendisini ihmal etmemeye dikkat edeceğiz.  

 

İnsanlık tarihinde büyük işler yapmış, reel şartları alt üst edip tarihi yeniden kurmuş, insanlığa hak ve dosdoğru yolu göstermiş, bunun için omuzlarına yüklenen ağır sorumlulukları taşıyarak büyük değişimleri becermiş ve nihayet evrensel çapta siyasi başarılar gerçekleştirmiş insanların kahramanları, rehberleri ve öğretmenleri her zaman ve ilk olarak hep peygamberler olmuştur. Bu tip liderlerin ve bir dava adamları olan kahramanların rolünü oynaması için gerekli iki şart vardır, onlardan biri, kendi kişisel gelişim ve oluşum süreci ve bu süreci besleyen siyasal, sosyal ve kültürel çevresidir, dar ve geniş anlamda.

 

Diğeri, sonunda bütün insanları ve çağları kapsayacak şekildeki evrensel hedeflerinin gerçekleşmesi için gereken önce dar ilişkilerle ve toplumsal çevresi ile başlayan ve gelişen başlangıç mekânı, mücadelenin sonrasında giderek bölge ve nihayet tüm dünyayı kuşatarak büyüyen ve etkileyen süreçtir. Kahramanların çıkması için insan ve âlemler arasında belirli iletişimin ve şartların olgunlaşması yahut hazır halde bulunması gibi genel kabul gören anlayış, peygamberler döneminde gerçekleşen olaylara bakıldığında bunun tam tersini görmek, şartların ve iletişimin sonuçları ve ürünleri uygun olmadan dahi, şartları değiştiren ve tarihi yeniden kuran iradeyi ve beceriyi gösterenlerin, peygamberler olduğunu görmekteyiz.  

 

Bu nedenle yazılarda, Mekke’nin o günkü sakinleri olan Kureyş toplumunun, onlarla birlikte İslam tarihinde önemli yer tutmuş diğer toplumların da benzer şekilde temel niteliklerini, toplumsal şartlarını, yeni dini taşıyabilecek dinamiklerini, hepsinin kendine has özelliklerini vs. peygamberin yetiştiği çevre olarak görüp, onun yetişmesindeki katkılarını da irdelemeye çalışacağız. Çevrenin risalet davasına yaklaşım biçimlerinin yanında yeni dine karşı uzun bir dönem birlikte karşı olmalarını zorunlu kılan karakteristik tepkilerinin nedenlerini de anlamaya çabalayacağız. Bu durumu anlaşılır kılmak adına olup bitenleri yer yer günümüz diline ve anlayışına da tercüme ederek, gerçekçi ve günün insanları ile de tanışması gereken bir peygamber anlayışı ve perspektifinin oluşmasına katkı sağlamayı düşünerek.  

 

Peygamberi tanımanın, onu doğru anlamanın ve tabii ki sünnetini sahihleştirmenin, öncelikle yetiştiği çevreyi ve toplumsal yapıları doğru tanımakla doğrudan bağlantılı olduğunu, bunu anlamanın diğer bir yolunun da çağının insanının genel düşünüş biçimini oluşturan temel değerlerin ve toplumsal reflekslerin yerli yerinde kavranmasına bağlı olduğunu da biliyoruz. Dolayısı ile elçinin davetinin taşıdığı temel hedeflerini ve niteliklerini ortaya koyarken, hedeflerine bağlı kalışındaki ısrarını, baştan kurduğu stratejisine bağlılığını, amacına uygun örgütlenmesini, mesajının öznel yöntemini, o karşı çıkışlarının, cesaretinin, yürekliliğinin, basiretinin, ferasetinin ve liderliğinin neye karşılık düştüğünü, açıkça ortaya koyabilmeyi umuyoruz.

 

Bunu becerebildiğimiz zaman, işte o zaman onun ta başta çağlar üstü, everensel ve ebedi çapta neler düşünüp yaptığını, ne tür bir iddiada bulunduğunu, bunun sonucunda yeni bir tarihi nasıl yaptığını da görmemizi sağlamış olacağız. Böylece onun yürüttüğü mücadelesinin çapının anlaşılmasını, takipçilerinin önüne getirerek sağlayabileceğimizi düşünüyoruz. Bu aynı zamanda, peygamberin sadece bir din davetçisi olmadığını, insanlara vaaz eden bir vaiz, gelen ayetleri insanlara açıklamakla yetinip gerisine karışmayan bir adam olmadığını da açıklıkla görmüş olacağız. Kaldı ki, örnek ve rehber elçinin getirdiği mesajın içeriğini ve gereğini öncelikle kendisinin taşıması durumunda bir anlamı olduğundan hareketle, önce kendi toplumuna, toplumsal sistemine ve sonra tüm insanlığa yönelik bir değişim ve dönüşümün her aşaması ile siyasal ve toplumsal bir hareketin hem öncülüğünü ve hem de liderliğini yaptığını da biliyoruz.

 

Bu manada sorumluluğunu üstlendiği tevhid akidesinin doğal gereği olarak ve kendinden önceki elçilerin yolunu aynen takip ederek, öncelikle ve her yerde toplumları biçimlendiren ve insanları şirke, küfre ve fesada yönlendiren siyasi egemenliğe, egemenliğin meşruiyetine ve dolayısı ile egemenliği temsil eden azgınlara karşı çıktığı (emretme yetkisi sadece Allaha aittir ilkesi ) içindir ki gayet doğal olarak büyük toplumsal tepkilerle karşılaşacak, büyük çalkantıları tetikleyecektir. Zaten her peygamberin “bismillah” diyerek başladığı görevlerinin ilk aşaması da böyle başlamakta değil midir? (la ilahe illallah ). Bundan sonra geriye kalan, onların kendilerine itaat ve teslimiyet istekleridir ki, (Muhammed-ün (diğer her elçi de buna dahildir) resüllullah) onlar kendisinden başka bütün ilahları reddeden Allahın elçileri olması hasebiyle, bunları istemeleri görevleri ve sorumlulukları gereğidir. Bu noktadan sonrasıdır ki ta baştan belli olan hedefine uygun olarak yürüttüğü (geriye dönülmez-orta yolu bulunmaz) tüm ilişkileri ve mücadele safhalarının seyri buna göre şekillenecek, onların yaptıkları, ilahi irade ile ancak böyle tutarlı ve anlamlı olacaktır. Onu örnek alarak yola koyulanlar da ancak onların yaptıkları gibi yaparak işe başladıklarında, işte o zaman diğer yapıp etmelerinin ve mücadele safhalarının bir anlamı ve tutarlılığı olabilsin…

 

Dinin temelini, kaidelerini oluşturan, içeriğini belirleyip genel çerçevesini çizen, kati bilgilere ve kimi kez basiret ve tefekkür isteyen işaretlere havi korunmuş kitabımız Kuran’ın, hem doğru anlaşılması, hem de doğru yorumlanıp hayata aktarılması bakımından vazgeçilmez manada tek ve hakiki bir baza oturtulması ihtiyacı (ki bu aynı zamanda tefrikaları ve din konusunda ki çekişmeleri de ahrete bırakmadan bitirecektir), ahret yurdunda ebediliği gözeten bir mümin için vaz geçilmez bir örneklik özelliğidir. Bunun için öncelikle kendisi de getirdiği kitaba bağlı kalarak dünya hayatında dosdoğru bir yol haritası çizen ve farklı anlayışlara yol açabilecek konuları, sınırları ve ihtilafları belirginleştiren, kitabın kendisini örneklik ve rehberlikte takip edilmesi gereken bir insan olarak gösterdiği peygamberimizin hayatı ve oradan çıkacak sünneti, her bakımdan olduğu gibi bu bakımdan da hayati öneme sahiptir.  

 

Sünnet diye bildiğimiz temel ilkelerin, Kuran temelli özgün bir yaşama tarzının görünür örnekliği, uygulanabilir detayları ile onu takip ederek, nasıl sahih bir Mü’min ve nasıl Salih bir Müslüman kul olunacağı konusundaki bağlayıcılığı, tartışma götürmez bir hakikattir. ( Bu konuyu değişik açılardan tartışan, Kuran varken elçinin/lerin örnekliğine gerek yoktur diyen veya bunu çeşitli aşamalarla sınırlayan ve savunan son dönem anlayışları, ilerde tartışılacaktır ) Burada mesele, Peygamberin hayatta olduğu zaman diliminde problem oluşturmayan ama ondan hemen sonra baş gösteren ve sonraki tarih boyunca da tartışılmaya devam edilen, sünnetin kaynakları ve tespiti hususunda hemen her şeyin açık ve belirgin olmadığı gibi kafalarda var olan kimi karışıklıkların varlığına da bir açıklık getirmeyi hesapladık.    

 

Şüphesiz sünnetin temel kaynakları sıralandığında ilkesel olarak söylenmesi ve öncelik verilmesi gereken şeyin Kuran’ın bizzat kendisinin olduğu hakikatidir. Yani siyere dair bilgilerin ve sünnete ait tespitlerin temel referansının ve genel çerçevesinin öncelikle ve kural olarak kur’an olduğu hakikati, her mümin için tartışma götürmez hakikat çerçevesidir. Bu konuda Müslümanların bir şüphesi yoktur. Sonra sırası ile siyer ve tarih kitapları, nesiller boyu yaşanarak aktarılan fiili durumlar, megazi, şemail ve biyografi eserleri, hadis literatürü, mezhebi akımlara ait kaynaklar ve görüşler ve nihayet tefsir kitapları sayılabilir. Bu konuda müsteşriklerin farklı niyetlerle olsa da uzun zamandır ve epeyce derinlikli seviyede yaptıkları araştırmaları da buraya ekleyebiliriz.

 

Şüphesiz ki, Kuran’ın peygamberi, elçiliğini yaptığı kitaba aykırı bir söz söylemeyecek ve onda olmayan ve onunla çelişen bir davranışta (emrolunduğun gibi dosdoğru ol!) da bulunmayacaktır. Ama bu yapıp ettiği her şeyin veya söylediği her sözün vahiy olduğu, her anının ve durumunun vahiyle belirlendiği manasına da anlaşılmamalıdır. Buna rağmen Kuran’ın, peygamberin hayatını anlatan bir tarih kitabı yahut hayatını detaylarıyla aktaran bir “veri bankası” olmadığı da ayrıca belirtilmelidir. Bunun için siyercilerimiz tarafından genel kabul gören, müsteşriklerin insaflı olanlarının da tasdik ettiği bir kurala göre, “aksine bir ayet veya kati bir işaret olmadıkça rivayetlerin kabul Edilmesi”nin, bir usul kuralı olarak kabul gördüğünün bilinmesinde yarar vardır.

 

Çünkü peygambere dair bir haber veya davranış biçiminin nakli, sahihleştiği oranda dini doğru kavramakta ve yaşamakta önemli ve öncelikli olduğu kadar, o konuda ortaya sürülen her rey’in iptal edileceğinin de karinesi olmaktadır. Buna ilaveten her rivayetin, dönemine dair kültürel çerçevenin ve döneminin anlayışlarının ve tepkilerinin anlaşılmasında yardımcı olacak önemli bir kaynak oluşturduğunu da, keza akılda tutulmasında yarar vardır.     

 

Sadece Kuran’a dayalı siyer anlayışının veya sünnet tespitinin önemli mahzurlarına dikkat çekilmesi gerektiği kadar, Kuran dışı rivayetlerle hiçbir ölçü, usul ve referans kabul etmeden bir peygamber ve sünnet anlayışının mahzurlarına da aynı titizlikle dikkat çekilmelidir.

 

İnsan peygamber olarak elçinin sonrakiler için bağlayıcı bir özelliğinin kalmaması, dönemini tamamlamış gitmiş ve farklı şartlarda yaşamış olması hasebiyle sonrakiler için bağlayıcı bir örneklik sergileyemeyecek olması, peygambersiz bir hayatta sadece ayetlerle (teorik bilgiler olarak düşünüldüğünde her anlayışın kendine “has bir din” yorumlama hakkı ve var olanların üstüne eklenebilecek “fırka-i Naciye”lerden ümmet-i vahdete ve gerçekten hak olana ulaşmanın imkansızlığı göz önüne getirilmeli) yola devam edilebileceğinin savunulmasının mahzurları kadar, tamamıyla direktiflerin ve işaretlerin ışığında hareket eden ama kendisine ait bir inisiyatif ortaya koyamayan, efsanevi bir varlığa dönüştürülen, beşeri katkı ve becerileri olmadığı için kendine has özellikleri nedeniyle diğer insanlar tarafından örnek de alınamayan tarzın mahzuru, madalyonun iki yüzünü andırmaktadır. İkisi de yaygın ve karşılıklı cephelere ayrılmış görüşlerde, insanüstü özellikleri ile yahut sıradanlaştırılmış özellikleri ile aldığı vahyi açıklayan ve yaşayarak örnekleyen bariz bir insan peygamber resminin ortaya çıkabilmesi, bu konuda da düşülen ifrat ve tefritten kurtulmakla ancak mümkün olabilecektir.   

 

Oysa Muhammed (s) ayakları yere basan, gerçekçi, bir şey yapmak istediği zaman önce onun şartlarını ve araçlarını hazırlayan, birçok özel becerilere sahip, bir sonraki adımı bilerek atan, şartları ve olguları değiştirme bilgi ve yeteneği ile donanmış bir insan peygamberdir. Onun elde ettiği evrensel çaptaki büyük başarıları, taşıdığı ebedi mesaja uygun olarak, didine didine tükettiği nefeslerle, ilmik ilmik ördüğü oya gibi toplumsal işlemelerle, gün gün, ay ay, yıl yıl süren olayları, sürekli zor ve zorbalık altında kalmasına rağmen, geciktikçe geciken, bazen bir türlü gelmeyen gaybi yardımlara karşılık gösterdiği sabır, direnç ve metaneti ile aştığı her aşamayı başından beri planlayıp şartların değişmesini zorladığı zamanlar, sonradan gelen gaybi yardımlar bu gibi durumların canlı şahididir. Başına gelen her tür eziyet, işkence ve sıkıntılara ve karşılaştığı başarısızlıklara rağmen ümidini, cesaretini ve motivasyonunu yitirmeyen liderlikle, ferasetle yoğrulmuş bir imanın sahibi olarak da, örnek bir insan ve rehber bir elçidir.  

 

Hayatının hiçbir döneminde kendi arkadaşları tarafından tanrısal ve ütopik bir konuma oturtulmamış, efsanevi özelliklere sahip bir kişiliğe de büründürülmemiştir. O Arap peygamber, Abdül Müttalib’in yetimi, Abdullah’ın ve “güneşte kurutulmuş et yiyen” Amine’nin oğulları, Kureyş kabilesinin Haşimi oğullarına müntesip olarak yaratılmış kul bir Muhammed’dir. Aynı zamanda taşıdığı özellikleri dolayısı ile (bel kıran ve taşıması zor bir yük) Allahın seçilmiş bir kulu ve vahiy alan bir elçisidir. (Kehf süresi 111). O, aynı zamanda tüm insanlığa gönderilmiş, âlemlere rahmet, örnek ve rehber olarak gösterilmiş hem bir peygamberdir hem de diğer insanlar gibi bir insandır.

 

Evrensel çapta yaptığı büyük işlerden ve gösterdiği siyasi liderlikten dolayı kulluk anlamında diğer insanlara attığı fark, onu olağanüstü bir insan yapmadığı gibi, bizleri de onu izlemekten ve onun yaptıklarını yapabilme becerisini göstermekten aciz bırakmamalıdır. (kuşkusuz Allah, hiç kimseye kapasitesinin üstünde bir yük yüklememiştir)

 

Onun, hayatını, yapıp etmelerini, güttüğü hedefin büyüklüğü ve omuzlarına yüklenen sorumluluğu her şeye rağmen omuzlamasındaki direncini, bağlı olduğu tevhid inancından ve Allaha olan sadakatinden aldığını biliyoruz. Bu temel ilkenin gereğinin yerine getirilmesindeki örnekliğini ve rehberliğini her yönüyle anlatabilmek, ondan sonraki nesiller ve tüm çağlar için de bağlayıcı olduğu bilincinde olarak, iş kuşkusu ki zor bir iştir. Buna rağmen yapılması gereken de bir iştir. Bu konuda hata edebileceğimizi, yanılabileceğimizi baştan beyan eder, bizi düzeltebilecek her dikkatli Müslüman’a da şimdiden teşekkür ederiz.

 

Kutlu ve aziz peygamberin buyurduğu gibi “her kim kasten yalan uydurur da bana yamarsa, cehennemde oturacağı yeri hazırlasın” uyarısı hem beni hem de okurları bağlayıcıdır. Sözün en güzelini yine aziz elçimize, Muhammed (s)’e bırakarak bitirelim, “Her Âdemoğlu hata eder, hata edenlerin en hayırlısı kendini toparlayandır…” Sözün sonunda, tevhidin nasıl anlaşılması ve yaşanması gerektiğini bize apaçık öğreten ve yaşayarak örnekleyen en son elçiye, ondan öncekilere ve onları takip eden tüm Salih kullara selam ediyoruz.