Hikmet ERTÜRK

29 Kasım 2010

SULANDIRILAN KAVRAMLARIMIZ VE GÜNDEMİMİZ

Toplumun kaderi sizin elinize verilse onu yüceltmek ve iyileştirmek adına ne yapardınız?

Bu soruyu Konfüçyüs’e sormuşlar. O, bu soruya; “İlk işim, isim ve kavramları değiştirmek olurdu’’ diye cevap vermiş. Demek ki, kavramlara yüklenilen manalar bir toplum üzerinde bu kadar etkili bir rol oynayabiliyor. Dolayısıyla toplumu oluşturan bireyler adına kavramlarla oynamak, onları asıl manalarından uzaklaştırmak, bireylerin hayatları üzerinde olumlu ya da olumsuz bir daha değiştirilmesi mümkün olmayan etkiler bırakabilir. Şu an itibariyle Müslümanlar üzerinde oynanan oyun, silaha başvurmadan bu kavram şaşırtmacasının evlerimize kadar servis edilmesidir.

Öyle ki, Kurani yürüyüşümüzü doğru bir şekle dönüştüren kavramların sulandırılması nedeniyle, gençlerimizin birtakım kavramlarla birlikte anılmak istememeleri ve bu doğrultuda ilahi olandan yüz çevirmeleri gibi vahim bir durumla da karşı karşıyayız. İşte bu, bir toplumu silah ve güç kullanmaksızın bedavadan yönetmenin en kolay yoludur. Buna karşın biz Müslümanların hafife alınan ve alay edilen kavramlarımızı kurtarmak adına karşı kavramlar üretemediğimiz, dolayısıyla gündem oluşturmada yetersiz kaldığımız görülüyor. O halde ya bu sorunun farkında değiliz ya da bunu bir sorun olarak algılamıyoruz.

Hayatlarını vahyi doğrularla değiştirme kararı alan kardeşlerimize “Sende mi hoca oldun?’’ sorusunun yöneltilmesinden önce 'hoca’ kelimesine yüklenen anlamın, toplumda artık itibar görmeyecek bir şekle dönüştürüldüğünü görüyoruz. Üstelik böylece “Ben hoca değilim’’ demek adına binlerce gencimiz İslam’a mesafeli yaklaşmakta ve ilahi olana doğru değişimini ertelemektedir. Hatırlarsanız adı 'Müslüman' aslı ise 'İsyankâr' olan güruh, sahip olduğumuz isimler üzerinde öyle tekerlemeler üretti ki, bunun sonucunda örneğin; çocuklarımıza ‘Hasan’ ismini koymaktan dahi çekinir bir duruma geldik. Zira çocuğumuzun, arkadaşları arasında bu şekilde alay konusu olmasını istemiyoruz. İsimler ve kavramlar öylesine sulandırılmış bir halde ki, bu isimlere doğru şekilleriyle sahip çıkmaya kalkışmanız halinde toplum içerisinde marjinal olmakla ya da herhangi bir “terör örgütüne” (!) üyelikle dahi suçlanabilirsiniz.

Şunu unutmamak gerekir ki, İslami kavramları içselleştirme iddiasında bulunanların net bir duruş sergilememeleri de bu durumu kolaylaştırmaktadır. Anlaşılan o ki, kamuoyu denen havayı iyi koklayanlar bu işi daha bir güzel yapıyorlar. Ortalıkta görünmeyen ve belli bir tanımı olmayan bu havayı soluyan insanların, hak olandan yana değişim göstermeleri gün geçtikçe daha da imkânsız bir hale geliyor. Bu öylesine bir soluma ki, müşrikler adına köleleştirilmiş, üstelik köleliklerinin farkında olmayan bu insanlara hiçbir ücret de ödenmiyor. Sefilce bir hayat sürmelerine karşın yine de gereken adımlar atılamıyor. Bir başka ifadeyle, gözler perdeli ve bu noktada kör ve sağırlar misali hareket ediliyor. Ünlü tasavvufçu Celaleddin Rumi'nin ifadesiyle, bulanık bir gecede gemiye binenler, Allah’ın denizinde Allah'tan uzak bir yaşam sürüyorlar.

"Yazık ki akşam oldu biz yine yalnız kaldık; bir kıyısı görünmez denize daldık. Bir gemiye binmişiz bulanık bir gecede; Allah’ın denizinde Allah’tan uzak kaldık."

Büyük çoğunluğu Müslüman kabul edilen bir toplumda İslami yaşantıdan uzak kalmak pek de anlaşılır görünmüyor değil mi? Öylesine bulanık bir hava ki, aynı Kitab’a, aynı dine inandığınız dindaşlarınızın bir kısmıyla bir araya dahi gelemiyorsunuz. Ancak bu, tamamen bizim elimizde olan bir durum değil. Öyle ki, şartlar ve oluşturulan hava, gitmemeniz gereken ya da kesinlikle irtibat kurmamanız gereken yerleri belirlemiş haldedir. Üstelik bunlar yapılırken ekstra hiçbir güç, hiçbir para harcanmamaktadır. İçimizdeki birtakım unsurların yönlendirmesiyle, isteyerek (!) bu tercihlerde bulunmaktayız. Paranın kendilerine aktarıldığı kişi ve kurumlar elbette mevcut, fakat siz bu alanın dışındasınız, zira henüz gönüllü asker statüsündesiniz ve buna hiçbir itirazınız da yok.

Küfür adına tezgâh kurularak sistem kusursuz işleyince geriye kalan tek şey, bu lanet olasıcıların bizimle kedi-fare misali oynamalarıdır. Söz konusu zihniyet her ne kadar insan katlederse katletsin, -hatta yanlışlıkla (!) sizin evlatlarınızı katletse dahi- daima barış elçisi konumundadır. Akıtılan Müslüman kanı hep bizlerin mutluluğu içindir. Buna karşın biz "Burası bizim ülkemiz, değerlerimizi korumak uğruna mücadele etmek bizim için farz değil mi?" dediğimizde kendi halkımızın gözünde bile terörist durumuna düşmekteyiz. Kamuoyu oluşturmak ve gündemi belirlemek dediğimiz şey tam olarak budur. Bu nedenle biz, "Sistemin gündemini bir tarafa bırakarak kendi gündemimizi oluşturalım" diyoruz. Zira mevcut gündemin takipçisi olmak binlerce kardeşimizin kanının akması anlamına geliyor. Dolayısıyla yapılması gereken şey, mevcut gündeme kapılmamak ve kendi gündemimizi kendimiz oluşturmaktır.

Bu ülkede İslam karşıtı unsurların bizim için uygun gördüğü nitelemeler, İslam’a sempatisi olanlar ve kendilerini İslam’a nispet eden insanlar ile İslam arasında aşılmaz setler oluşturmaktadır. Müslümanlara yöneltilen, mürteci / gerici, çağdışı, fundamentalist / köktendinci, terörist vb nitelemelerin karşıtlarını onlara izafe etmek şöyle dursun, üzerimize vurulan yaftayı kabullenmiş durumdayız. Bununla birlikte söz konusu zihniyet 'insan hakları' gibi bir kavramın içine dahi kan ve gözyaşı sokmuştur. Öyle ki, insan haklarının her gündeme getirilişinde binlerce Müslüman’ın kanı dökülmektedir. NATO, Birleşmiş Milletler, IMF vb kurumlar karşısında 'İslam Konferansı Örgütü' gibi laik sistemlerin teşekkül ettirdiği kurumlar yanında, Müslümanların kendi inançları doğrultusunda ihdas ettiği herhangi bir kurum mevcut değilken, Müslümanlar söz konusu kurumların üyesi konumundadırlar. Gregoryen takvimi, kapitalist finans kurumları, dolar-euro, F16, Mercedes, BMW, Bosch, General Electrıc... Bize ait olan hiçbir değer yok. Barış ve insan hakları gibi üretilen birtakım sahte kavramlar üzerinden kendi kardeşlerimizin yaşadığı toprakları bize işgal ettirerek bu toprakların sahip olduğu yeraltı ve yerüstü zenginliklerini kendi ülkelerine pompalayan şeytani bir zihniyet... Ancak ne yazık ki, biz hala evlerimizde yabancı kanallar, bu kanallarda yayınlanan haber programlarını, yarışmaları ve dizileri izlemekteyiz. Kafamıza kodlanan ama farkında olmaksızın sahiplendiğimiz yabancı kültür, kendimize yabancılaşmayı da beraberinde getiriyor. Bu yabancılaşma ise İslam dininin ve bu dinden neş'et eden kültürün bizim açımızdan yaşanır hale gelmesine engel teşkil ediyor. Buna karşın 'İslami' olarak nitelendirilen birtakım Tv kanalları, kendi kültürümüzü bize sunmaktan oldukça uzakta bulunuyorlar. Zira korkular, yasaklar ve çizilen sınırlar buna engel teşkil ediyor.

Hal böyle iken, bütün bu konularla ilgili olarak Hz. Nuh ve kavmini hatırlamakta fayda var. Zira Nuh kavminin gençlerinde de aynı etkilenmişlik göze çarpıyor. Oluşturulan kamuoyu nedeniyle ayaklarının dibine gelen kurtuluş gemisine binmeyi reddediyorlar. Çünkü Nuh (a. s.), onların gözünde güçsüz birisidir ve sırtlarını dayamış oldukları kodamanlar inanılmaz bir güç ve servete sahiptirler. Yapılan propaganda öylesine güçlüdür ki, Nuh’un oğlu dahi bu gemiye binmemekte ısrar etmektedir. O, hayatını değiştirmemek için direnmesine sebep olan yersiz güveni içinde barındıran sözler sarf ediyor. Babasının içten gelen kurtuluş çağrısına, selde boğulmak üzereyken bile "Ben bir dağa tutunur kurtulurum" diye cevap veriyor. Böylelikle bir can daha yok oluyor ve öteki dünyada Peygamber oğlu olmasının fayda vermeyeceği bir mahkemede yargılanmak üzere hayata veda ediyor.

Peki, ya ailelerimiz, onlar kendi çocukları için Hz. Nuh’un duyduğu kaygının onda birini duyuyorlar mı acaba? Ne yazık ki, onlar da çocuklarının kurtuluşunu bu dünyada arıyorlar. Bu bulanık hava onların görüş alanına da birtakım sınırlamalar getirmiştir. Bu nedenledir ki, hak ve batıl ayırt edilememektedir. Ailelerin bu refleksi, yanlış yönde gelişen anne ve babalık içgüdüsüne dayanıyor. Çocuklarını tehlikeli bir iş yaptıkları zannıyla korumaya çalışıyorlar. Zira Kur’an mesajının işitilmesi ve doğru bir biçimde algılanması müstekbirler tarafından engellenmektedir. Bu ses, izin verildiği ölçüde cenaze namazlarında ve mezarlıklarda yankılanmaktadır. Dolayısıyla bu mesajın, kodamanları ürküten hiçbir yanı yoktur.

O halde mesajın bizlere ulaşmasında sıkıntı çektiğimiz hususlar üzerinde ciddi manada düşünmemiz gerekmektedir. Bunun için sorumlu tutulacağımız, hesaba çekileceğimiz ve süresiz bir acıyı içinde barındıracak olan öteki dünyadaki hayatımızın muhasebe kayıtlarını bir başkasına emanet edemeyiz. Cennet ya da cehennem hepimizin kalıcı ikametgâhı olacak. Bu durumda tek çıkar yol, Kur’an'ın anlaşılmasının önünde engel teşkil eden durumların ortadan kalkması için mücadele etmektir.

Burada yapmamız gereken ilk iş ise kendimizi tanımak olmalıdır. Zira kavramları doğru okuyabilmek ve müşriklerle kendi öz kavramlarımız temelinde ilişki kurabilmemiz için öncelikle kim olduğumuzu bilmemiz gerekmektedir. Neleri yapıp neleri yapamayacağımız konusunda sağlıklı bir fikre sahip olmamız gerekmektedir. Toplum içerisindeki diğer unsurlarla doğru biçimde ilişkiler kurabilmemiz buna bağlıdır. Kendini hakiki manada tanımayan kişi dışarıdaki dünyayı anlamlandıramaz. Ayrıca kendini bilmeyen kişinin Rabbini doğru bir şekilde tanıması da mümkün değildir.

"Allah’ı unutan ve bu yüzden Allah’ın da onlara kendilerini unutturduğu kimseler gibi olmayın. Onlar yoldan çıkan (fasık) kimselerdir." (Haşr Suresi–19)

Görüldüğü gibi Allah’ı unutmak, kendimizi unutmakla eş değerdir. Kendini bilme aşamasına gelmeden atılacak adımlar neticesinde müşriklerin ekmeğine yağ süren unsurlar haline gelmek kaçınılmazdır. Kültürümüz zannettiğimiz, bize ait olarak gördüğümüz ve dillendirdiğimiz her kelimede hakikati inkâr eden zihniyet büyük kazanımlar elde edecektir. Zira henüz kendini dahi tanımayanların söz konusu zihniyetten ve onların yaşam tarzından tam olarak sıyrılması mümkün değildir. Bir başka ifadeyle konuştuğumuz dil ile yaşantımıza aktardığımız ameller arasında bir hayli mesafe olduğunu görmekteyiz. Yaptığımız anlamsız işlerin temelinde düşünce / akıl ve kalp arasındaki ihtilaf yatmaktadır. Ufak bir düşünsel sapmanın hayata olan etkisi kat kat fazla olmaktadır. Bu nedenle tüm düşünsel sapmaları ortadan kaldırmak için çaba sarf etmek durumundayız.

Müslüman, 'Tüm benliği ile Allah’a teslim olan' kişidir. Müslüman olmanın şartı ise öncelikle bizleri Allah’tan uzaklaştıran her şeye "La" (hayır) demek, ve "illallah" doğrultusunda O'ndan başka tüm ilahları reddetmektir. Hayatın her alanında Hz. Peygamber’i (s) örnek almak ise bu kutlu kelimeyi tamamlayan yegâne unsurdur (Muhammedur rasulullah). Çocukluk çağlarından itibaren ailemizden ve toplumdan aldığımız cahili değerlerin kalbimizde yer ettiği, yadsınamaz bir gerçektir. Dolayısıyla kalbimizde yer eden cahili değerleri aslolan değerlerle değiştirmek zorundayız. Zira cahiliyeden kalma sevgi, korku, dostluk, arkadaşlık ve dünyaya hayatına bağımlılık gibi birtakım anlayışları kalbimizden çıkarmaksızın İslam'ı yaşamaya kalkışmak bizleri garip bir Müslüman şahsiyete dönüştürecektir. Bu durumda sahip olduğumuz inanç üzerimizde askılıktaki içi boş elbise gibi duracaktır. Hem Allah’tan hem de hakikati inkâr edenlerden korkan, hem Allah’ı hem kâfirleri seven, kafası karışık, garip bir Müslüman tipi... Bu durumda karşıt değerlerin kalbimizde oluşturduğu bir ortaklık yani şirk söz konusudur. O halde hal ve hareketlerimizin "illâllah" (yalnızca Allah için) olabilmesi, kalbimizde oluşturduğumuz iyi-kötü ortaklığına "La ilahe" (Hayır) diyerek şirk'e son vermekle mümkündür.

Diğer unsurlarla olan ilişkilerimizi Allah’a verdiğimiz söz çerçevesinde şekillendirmeye çalışmak, 'Müslüman' isminin gerektirdiği bir hayat tarzına sahip olmak bizim için kaçınılmaz bir zorunluluktur. Bu ise ancak ruhen olduğu kadar hayat içerisinde de batıl zihniyetten uzaklaşmayı ve Müslümanlarla bir arada yaşamayı gerekli kılmaktadır.

"(Allah'a) Şirk/ortak koşan bir müşrik, müslüman olduktan sonra, kâfirlerden ayrılıp müslümanlar arasına katılmadıkça Allah, onun hiçbir amelini kabul etmez. (İbn Mâce, Hudûd 2, Hadis No: 2536; Nesâî, Zekât 73, Hadis No: 2558)

"Ben, müşriklerle beraber yaşayan müslümanlardan beriyim/uzağım. Müslümanlarla müşriklerin ateşleri birbirini görmesin." (Nesâî, Kasâme 25, Hadis No: 4753; Tirmizî, Siyer 41, 42, Hadis No: 1654; Ebû Dâvud, Cihad 105, Hadis No: 2645)

“Müşriklerle beraber oturmayın, onlara karışmayın; kim onlarla birlikte oturur veya onlara karışırsa onlar gibidir.” (Tirmizî, Siyer 42)

İnşallah Rabbimiz etrafımızda oluşan bu sisli havanın dağılması için bizlere yardımcı olur. Çoğunluğun oluşturduğu batıl gündemin etkisinden kurtulmamıza yardımcı olarak bizi kendi yolunun yolcuları olarak kabul eder ve ayartıcılarla mücadele etme azmini bizlere bağışlar. Allah, hepimizi amelleri yalnızca O’nun için olan Müslümanlardan kılsın.

Selam ve dua ile…