Mustafa ATAV

26 Nisan 2011

TASAVVUF VE TARİKATLA NEREYE KADAR

Bu zamana kadar tasavvufun sahih İslam düşüncesinin hilafına geliştiğini iddia eden bir dolu yazılar okuduk. Tabii ki aksini iddia edenleri de…

“Tasavvuf, sonradan ihdas edilmiş bir öğretidir “diyenler Kur’an’ı ve sahih sünneti merkeze almaya çalışırken; aksini iddia edenler de aslında farkında olmadan kendileri gibi yaratılmış olanların zanlarından, sosyal ve tarihi olgulardan hareketle yol almaya çalışmaktadırlar ki, onların “tasavvuf, aslen asr-ı saadet kökenlidir ve ilhamını Kur’an’dan alır” demeleri bu gerçeği değiştirmemektedir; çünkü kavram olarak çok sonraları ortaya çıkmıştır.

Bu indirgemeci mantıkla pekâlâ ideolojileri de meşrulaştırmak mümkündür ki örnekleri zaten çok uzağımızda değildir..

Asr-ı saadetten sonraki fetih süreciyle beraber, sair dinlerden Müslüman olan insan/kavimlerin kendi inanç ve kabullerini İslamlaştırdıkları; arka planlarında mevcut olan neredeyse genlerine işlemiş kültürlerini terk edemediklerini ve bunun sebebiyle kültür mozaiğini andırır bir biçimde yeni bir din algısı ortaya çıkarıldığını sosyal bilimciler, tarihçi ve ilahiyatçılar araştırmalarında ortaya koymuşlardır.. Herkesin bildiği üzre Prof.Dr. İsmail Cerrahoğlu’nun bu alanda klasik sayılabilecek Tefsirde İsrailiyat” başlıklı eseri bize önemli ipuçları vermektedir.

Kendi tarihimiz açısında örneklendirirsek, Türklerin geçmişte pagan kültürüyle mündemiç bir inanç/yaşam tarzı olduğu çoğumuzun malumudur. İslam dini ile tanıştıktan sonra pagan geleneğinin birçoğunu İslamlaştırdıkları araştırmacıların tez konusudur. Okuyanlar farkındadır, bu kabullerde menakıpnamelerin gücü tartışılmazdır. Yedi başlı ejderhalarla tahta kılıçlarıyla mücadele eden; bir bedenden başka bir bedene-ki bu bazen hayvan, bazen insan ve bazen de bitki türü şeyler olur-hulul eden; havada uçan, suda yürüyen ve tabii ki tayy-i mekân eyleyen kahraman/şeyh hikâyeleri vb. örnekleri, menakıpnameleri ihtiva eden kaynaklarda görmek mümkündür.

Türbe/yatır vb. yer/ölüleri kutsayan anlayış yine oralardan devşirmedir..

Prof.Dr. Ahmet Yaşar Ocak’ın ve merhum Ercüment Özkan’ın bu konuyla ilgili yaptıkları çalışmaları; bizatihi tasavvuf/tarikat olgusunu hisseden/yaşayan Ferit Aydın’ın tasavvuf hakkında yazdığı kitap ve makaleleri; Prof.Dr. İbrahim Sarmış’ın yine tarikat ve tasavvuf adına yazıp/çizmelerini ve söyleşilerini(şimdinin insanının tasavvufa dair bir şeyler söyleme hakkının olup/olmadığı tartışmasına girmeden) yakın örnekler olarak verebiliriz.

Prof.Dr. Mikail Bayram’ın Mevlana ile ilgili araştırmalarını bilmem söylemeye gerek var mı?

Buralardan mülhem günümüzden geçmişe ve tabii ki tarih içinde kutsanmış evliya/pir/gavs/kutub örneklerine dönüp söylersek; emperyalizmin insan ve duygularını sömürü araçlarından biri olan hümanizmanın kaynağı olmaktan kendisini alamamış ve Mesnevi'sini Allah’ın yazdırdığını, onun Kur’an’dan başka bir şey olmadığını söyleyen Mevlana;eğer çevirilerde bir hata yoksa, iki arada bir derede tavrı nedeniyle sahih bir İslam algısı geliştirememiş, kendince sahih(!) tasavvuf anlayışı ikame etmeye çalışan İmam Rabbani; evliyayı enbiyadan üstün gören bir öğretinin pazarlamacısı, “Cehennem sonludur” öğretisinin kurucusu ve “Şeytan tevhidi en iyi bilen/anlayanlardandır” diyen İbn-Arabî ve "Hızır" diye bilinen gayb âleminin kahramanının direktifleriyle kitaplarını redakte/tashih eden İmam Gazali gibi bir dolu örnekler herhalde kimsenin, yani Kur’an’a ve ondan mülhem gelişmiş sahih İslam düşüncesine inanmakla mükellef kılınmış şimdinin insanı olarak bizim tasavvuf konusunda söz söyleme hakkımızın olmadığının göstergesi değillerdir..

Aslında yazılıp çizilenlerin bir kısmı tartışmalar arasında ihsas ettirildiği gibi tasavvufi öğretinin tarikat olarak kurumsallaşmasından sonra ki gelişmelerle alakalı gibidir. Bunun farkında olarak tasavvuf disiplinini savunmaya çalışanlar yüzlerce tarikat ve bunların mensuplarının “şeyh uçmaz, mürid uçurur” kavlinin bayraktarlığına soyunmalarının anlam/kavram kirliliğine sebep olduklarını söyleyerek ve “sorun teoride değil, pratikte diyerek” kendi durum ve kabullerini meşrulaştırmaktadırlar.

Elbette bu konu tarihsel gerçekliği sebebiyle yok sayılabilecek bir mesele değildir, doğru ama ahrette kendi yapıp etmeleri sebebiyle hesap vereceğini bilenler için kolaycana sahiplenilecek bir mesele hiç değildir.

Müslümanlar, hem Kur’an’da doğrudan yer almayan hem de söylem ve eylem olarak Hz. Peygamberin hayatında bahis konusu edilmeyen şeyleri yeni bir öğreti olarak ele alamazlar..
Hele bunlar ahrete müteallik geliştirilmiş formülasyonlarsa..

Kur’an ve sahih sünnet öğretisinden bazı kavramları anlamlarına takla attırarak tasavvufu asıl kaynakla özdeşleştirmeye çalışmak, aslında kaynağın bizatihi kendisinin tahrifine yol açmaktan başka bir işe yaramamıştır. Kur’an’ın bugün mehcur bırakılması, kimse kusura bakmasın, bu tür öğretilerin ördüğü aşılamaz duvarlar nedeniyledir.

Bir yandan bütün insanlığa Kur’an’ı okumayı ve anlamayı tavsiye edenlerin, bir yandan da onun anlaşılmasına yönelik çaba içine girenlere karşı devasa engel çıkarmaları ve aslında pagan kültürünün izlerini taşıyan, Yunan ve Hint felsefesinin öğretilerine bulanmış ve yine Budizm’in felsefe ve ameliyelerini içkinleştirmiş, ayrıca Yahudi/Kabala ve Hristiyan teolojisinin kabullerinin "İslamlaştırıldığı" ve fıkıh âlimlerinin dahi birçoğunun bidat dediği bir disiplini salık vermeleri gariptir ve anlaşılır değildir.

Bu durumda söylenecek şey şudur:

Müslüman olarak bizlerin, yeniden, basit kaçacak ama elfaz-ı küfür kitaplarına; itikad, fıkıh, tefsir, hadis vb. usul konularına yine, yeni/yeniden kafa yorması gerekmektedir.

Bilelim ki vusulsüzlüğümüz usulsüzlüğümüzdendir.

Erbabınca malumdur ki tasavvuf, felsefe gibi aklın kapasitesini; yani aslında gaybın sınırlarını yok yere zorlamıştır. Akılla da kalmamış, Allah’ın emr/tavsiye ettiği ve Resulün örnekliğinden dem vurmasına rağmen onun da uygulaya geldiği ibadet biçimlerini(nüsuk), zaman ve sayılarını dilediğince değiştirerek başka mükellefiyetler alanı oluşturmuştur. Bu durumun helal ve haramlar bağlamında da geliştirildiğini söylemek herhalde abes kaçmasa gerek..

Öyle ki; ”Şeyh yapıyor/eyliyor ve söylüyorsa vardır bir hikmeti!” kabulünün nihayetinde bir disiplin oluşturmasını örnek olarak verebiliriz.

Evet aklın sınırlarını zorlamakta mübalağa edelim ama yaratılmış olmaya bağlı haddimizi bilerek!...

Bilelim ki talip olmanın yolu da inanmaktan geçer ve insanı ancak talip olunanın belirlediği sınırlarda gezinmek mutlak hakikate kavuşturabilir. Sınırları zorlayanların, aşırı gidenlerin, söyleyiş zaman ve şartları her ne kadar savunulursa savunulsun sonunda “Enel Hak!” demeleri de kaçınılmazdır..

İster teorik olarak tasavvuf olsun, ister pratik olarak tarikat olsun her iki başlık da bu sıkıntı ve endişelerden ari değillerdir..

Bunu bilmek ve anlamak için bir dolu felsefe ve tasavvuf kitapları okumaya ve şimdinin insanını profan zihniyetlerin/ ideolojilerin kirlettiği bir vasatta ve bilhassa yönlendirici enformasyonun kuşattığı bir demde; güya insanlığı kurtarma adına mistik hezeyanların peşine sürüklemeye ve yine neredeyse din telakkisi içinde sahiplenilmiş indi mülahazaların anlam dünyasına zorlamaya ve tabii ki güya İslami öğretinin bir versiyonudur diyerek tasavvufa yönlendirmeye çalışmak aklını ve nefsini hevasına teslim etmemiş insanların işi olmamalıdır..

Uzatmanın anlamı yok, aslında kişilerin okuma eylemi süresince içinde bulunduğu sosyal şartların ve kültürün bu okumaları yönlendireceği gerçeği ortadadır ve tabii ki bu herkes için geçerlidir.

Mezhep ve tarikatların demografik olarak yayılma zemini bulduğu yerlere bakılırsa bu dediğimizin haklılığı görülebilecektir. Ama aklını kullandığını söyleyenlerin bu çevre şartları ve baskılarından bağımsız bir süreci işleme koymaları olması gerekendir. Aksi halde sürü olmaktan ve her yanlış anlama ve eylemden sonra “vardır bir hikmeti” demekten kendilerini alamayacaklardır..

Hülasa, şimdinin Müslümanının işi hem zor hem de kolaydır..

Kolay, çünkü ilahi irade inanıyorum ki bizi 1400 yıllık beşeri zaaflarla malul bir gelenekle değil, öyle ya da böyle mevsuk olarak bize kadar miras bırakılan Kur’an/vahiyle ve tabii ki onu anlayıp, inanmakla sorumlu tutacaktır. Kendimizinki bir tarafa, bir de başkalarının 1400 yıllık zaaflarını yüklenerek ilahi huzura çıkmak amiyane tabirle işimiz olmamalıdır.

Zor; çünkü kadim kültür ezbercilerinin ve ezberlerini bugünün insanına hakikat ilmidir diye dayatanların iddiasına göre Kur’an, herkesin anlayabileceği bir kitap değildir.

Dolayısıyla vahiy dilini öğrenmek bir tarafa, daha başka bir dolu ilmin tahsili gerekmektedir.

Bu kabul doğrultusunda bizim gibilerin söylem geliştirmelerini ve anladıklarını ve dahi iman ettiklerini iddia etmeleri kabul edilebilir bir şey değildir (!).

Bütün bunlardan sonra diyeceğimiz şudur ki; birilerinin entelektüel bir çaba ile tasavvufun lehine yazıp çizmeleri yine entelektüel taraflarını tatmin etmekten başka bir şeye yaramayacaktır.
Fakat kendi adımıza ifade edersek, ilahi huzura zerre kadar dahi olsa şirk ihtiva eden bir algıyla, inanışla, kabulle gitmek istemiyorsak, bu tür tartışmalara mesafe koymamız olmazsa olmazlardandır ve sahih İslam düşüncesinin gerekliliklerindendir...

Genel bir kabuldür ki Kur’an/Mushaf iman etmenin ne’liğini, nasıllığını ortaya koyan merkez/orijin bir kitaptır. Bahis mevzuu olan kavramlar, Kur’an’ı tavsiye etme kandırmacasıyla bizi ondan uzaklaştırmaktan başka hiç bir şeye yaramamakta ve adeta kutsanmış beşeri algıların din telakkisi dâhilinde kabulüne yol açmaktadırlar.

Ve şimdiyi, bugünü yaşayan insanlar ne yapıp etmeliler, kendilerini hidayet rehberi ve kaynağı Kur’an’dan uzaklaştıran disiplinlere karşı olanca güçleriyle mücadele etmelidirler.

Aksi halde birilerinin zan ve kuruntularının yani sanrılarının Din telakki edilmesi kaçınılmazdır.