Hikmet ERTÜRK

19 Ekim 2010

TEK DİN İSLAM

İbn İshak şöyle anlatıyor: "... Bir gün Peygamberimiz (S) Kâbe’yi tavaf ederken Velid bin Muğire, Umeyye bin Halef ve As bin Vail ile karşılaştı. Bunlar kabileleri arasında dişli kimselerdi. Dediler ki: "Ya Muhammed gel biz senin taptığına tapalım, sen de bizim taptıklarımıza tap. Böylece seninle ortak bir noktada buluşalım. Eğer senin taptığın bizimkinden hayırlıysa ondan nasibimizi alırız. Yok, eğer bizim taptıklarımız seninkinden hayırlıysa o zaman sen bizimkinden nasibini almış olursun." Bunun üzerine Yüce Allah Rasulullah'ın (S) cevap vermesi için şu ayetleri indirdi:

 

De ki: Ey kâfirler. Ben sizin taptıklarınıza tapmam. Siz de benim taptığıma tapmazsınız. Ben sizin taptıklarınıza tapacak değilim. Sizler de benim taptığıma tapacak değilsiniz. Sizin dininiz size, benim dinim bana. (Kafirun–1–6)

Kafirun suresinde dikkat çeken ve anlaşılması zorunlu olan kelimelerden birisi ‘’din’’ kelimesidir. Sure anladığımız manada herhangi bir dine mensup olmayan putperest müşriklerin bu yaşayış şeklini ‘’sizin dininiz’’ diye ifadelendirmiştir. Hâlbuki toplumumuzdaki dine yüklenen mana çok farklıdır. Din konusundaki genel kanı, din vakasının Allah ile kul arasındaki bazı ilişkileri tanzim eden, namaz, hac, oruç gibi ibadetlerin nasıl yapılacağını açıklayan kuru bir inanç olduğu yönündedir. Kur’an’ın tanımına göre ise “Her din bir hayat şeklidir ve her hayat şekli de bir dindir.” Yüce Allah yine aynı ifadeyi Hz. Yusuf’un dilinden aktarıyor ve diyor ki;

Yûsuf dedi ki: "Sizin yiyeceğiniz yemek size gelmeden önce onun ne olduğunu bildiririm. Bu, bana Rabbimin öğrettiklerindendir. Ben, Allah'a inanmayan ve ahireti inkâr eden bir milletin dinini terk ettim."(Yusuf–37)

Dikkat edilirse bu insanların namazla, oruçla ya da haccla herhangi bir alakaları yok, üstelik Allah’a ve ahiret gününe de inanmamaktalar. Ayet, Hz. Yusuf’un dilinden, Allah’a ve ahiret gününe inanmayan bu kâfirlerin yaşayış biçimlerini “din” olarak ifadelendirmiştir. Hz. Yusuf, bu inançsız topluluğun dinini terk ettiğini ifade etmektedir.  Bu tanımlar çerçevesinde ilk dönem Müslümanların gündeminde olmayan fakat bugünün dünyasında günümüz toplumlarının yaşam tarzlarını yönlendiren, onlara nasıl yaşayacakları noktasında belirli kurallar koyan batı kaynaklı sistem ve ideolojilerin de din olarak algılanması gerekir. Buradaki en önemli ayrıntı ise bu ideolojileri benimseyip destekleyen, kendi yaşam biçimlerini ve bu yaşam biçiminin kurallarını belirlemesine izin vererek bunu içselleştiren kimselerin kendilerini “Müslüman” olarak tanımlamalarıdır. Yukarıda da izah etmeye çalıştığımız üzere, din konusundaki yanılgı, günümüz toplumlarında ibadet hususunda da yaşanmaktadır. Oysaki İbadet; “Boyun eğmek, itaat etmek” manasını taşıyorken bunun sadece namaz, oruç, zekât ve hacc olarak anlaşılması tam anlamıyla bir sapmadır. Bu nedenle yüce Kuran;

"Andolsun ki biz, her kavme "Allah'a ibadet edin ve tağuta kulluk etmekten kaçının " diye (tebliğ yapması için) bir peygamber gönderdik" (en-Nahl, 16/36) ayeti ile kulluk/ibadet kavramı yerli yerine oturtarak tüm Resullerin insanları tek olan Allah’a ibadet etmek için gönderildiğini belirtmiştir. Yine aynı şekilde Kur’an; ‘’Firavun, Haman ve Karun gibi tağutlara ibadet/kulluk etmeyin diye buyurmaktadır. İnsanlar, Firavun ve avanesi için oruç tutup namaz kılmadıklarına göre buradaki ibadetten kasıt “Firavuna itaat etmeyin, O’na boyun eğmeyin” anlamını ihtiva eder. Ya da tersinden okursak; “Tek olan Allah’a ibadet edin, O’na kul olun, her işinizde O’na tabi olun, itaat edin…”

Bu nedenledir ki, “Din değiştirmek teolojik bir tercih olmadığı gibi sadece akaid seçimi de olamaz. Dolayısıyla bizzat yaşam biçimini değiştirmek gerçek anlamda din değiştirmektir. Bir başka ifadeyle, temel unsur yaşam biçimi/yaşam tarzıdır. Oysa insanımız yaşam biçimini değiştirmeyi din değiştirmek olarak algılamıyor. Yenik, ezik ve yıkık bir onurun altında, çağdaşlaşmayı ve tatminkârlığı, başka dinlerin sunduğu sahte değerlerde ararken neyi önemsizleştirdiğini fark etmiyor. Bu nedenle meseleyi bilenlerin bilmeyenlere aktarması vaciptir.”1

Yukarıdaki tanımlamalar ışığında; ‘’Temelde yalnızca bu iki din vardır. Bugün Hıristiyanlık diye bir din yoktur. Yahudilik diye bir din de yoktur. Bugün manevi inançlarını Hıristiyanlıktan, Yahudilikten, Budizm’den Taoizm’den veya İslam’dan alan ya da hiçbir manevi-ahlaki inanç kabul etmeyen; hukuku Roma hukukundan, Hint veya Çin hukukundan: ekonomisi Kapitalizm den, Sosyalizm den, Komünizm’den veya bunların karışımından; siyasi anlayışı Liberalizm’den, Monarşi’den, Meşrutiyet’ ten, Totaliterizm’den, Teokrasi’den, insan görüşü Hümanizm’den, Egzistansiyalizm’ den, şu veya bu felsefi ekolden; dünya görüşü ve hayat anlayışı Materyalizm’den kaynaklanan, kısaca temelde insan ürünü sistemlerden veya ekollerden oluşan ve görünüşte birtakım farklılıklar arz edebilen dinler aslında tek bir dindir.’’2

İslam, tüm bağlılarının yaşayışı üzerinde Allah’ı tek merci kabul eden bir anlayışa sahiptir. Kendine ait bir yaşam tarzı, ahlak anlayışı, ekonomisi, siyaseti, dünya görüşü, hayat anlayışı ve felsefesi vardır. Bu yüzden İslam’la yan yana getirilen İslami Sosyalizm, İslami kapitalizm, Müslüman ve Laik olmak, Müslümanlık ve demokrasi, Nasyonalizm artı İslam, İslam Hümanizmi gibi tüm ortaklıklar İslam’dan sayılmazlar. Bir din ya İslam’dır ya da değildir. Bu tarz yeni dinlerle İslam’ı barıştırma çabaları sonuçsuz kalacaktır. Çünkü;

 

Allah katında geçerli olan din İslâm'dır…(Al-i İmran–19)

 

Başka bir din kabul görmeyecektir. Söz konusu beşeri dinleri İslam’ın içerisine karıştırmaya çalışan, üstelik İslam’ın savunucuları, alimleri görünümündeki kimseler çok iyi bilmelidirler ki, bu yetki Kafirun Suresinde de ifade edildiği üzere Peygamberlere dahi verilmemiştir. Bu surede Müşriklere verilen cevapta Hz. Muhammed’in (S) bir fonksiyonu bulunmamaktadır. Putperest müşriklerle uzlaşma ve dini yaşayıştan taviz verme Peygamber’e(S) bırakılmış bir mesele değildir. Peygamber (S) dahi olsa böyle bir yetkisi yoktur. Yapılması gerekeni, itiraza yer bırakmayacak şekilde bildiren, yöneten ve emri veren Allah’tır.

 

‘’Hiç şüphesiz insanlar cahiliye düşünceleri ile iman kaynaklı düşünceleri birbirine karıştırabilirler. Özellikle daha önce doğru inanç sistemine tabi olan ve ondan sonra sapan topluluklarda bu tür karıştırmalar söz konusu olduğu gibi, bu topluluklar, sapma, döneklik ve karışıklıktan uzak yalın bir iman gerçeği karşısında en fazla direnen topluluklardır. Bunlar gerçek inanç sistemini hiç tanımamış olan topluluklardan daha da katıdırlar. Çünkü bunlar sapıklıklarının ve dönekliklerinin kördüğüm haline geldiği durumlarda bile kendilerinin doğru yolda olduklarını zannederler. İnançlarında, uygulamalarında görülen doğru-yanlış karışımı, yani iyi ile kötünün iç içeliği davetçiyi dahi aldatabilir. Bu durumlarda davetçiler, kendilerini onların iyi taraflarını kabul etme, kötü taraflarını da düzeltmeye çalışma cazibesine kaptırdıklarında büyük bir yanılgıya düşerler. Bu yanılgı son derece tehlikelidir. Hiç şüphesiz cahiliyye cahiliyyedir, İslam da islam. Aralarında derin farklar vardır. Tek çare bütünüyle cahiliyeden sıyrılmak ve yine bütünüyle islam’a girmektir. Tek yol, içindeki bütün özellikleri ile cahiliyyeden kopup ayrılmak ve bütün özellikleri ile islam’a göç etmektir.’’3

 

Bu durumda müşriklerle uzlaşmak, onların inanç sistemi içerisinde inançlarımızı yaşayabileceğimizi düşünmek çok safça bir yaklaşımdır. Üstelik ‘’Uzlaşma, farklı düşüncelerin karşılıklı veya tek taraflı olarak birbirlerine ödün vermeleridir. Karşı duruşlarda taraflar, kendi açılarından doğruluğuna veya yararına inandıkları şeyden/şeylerden vazgeçerek uzlaşmayı sağlarlar. Ve bu ödün verme; inandığı doğrulardan vazgeçme, çoğunlukla güçsüzden güçlüye doğru gerçekleşir. O halde bu şu demektir: Eğer taraflar eşit güçte değillerse, uzlaşma daima güçlünün lehine olur. Güçlü taraf, kabullerine uymayan, "olmazsa olmazlarına" ters düşen konularda karşı/güçsüz tarafı uzlaşma yoluyla ıslah ederek, onu kendisine uyumlu hale getirir. Diğer bir deyimle uzlaşma, güçsüzün, güçlünün potasında erimesidir.’’4

 

Vahiy, değişmez kurallar bütünü olarak Allah’ın kesin emirlerini içerdiğine göre İslam’a ters bir konuda bu sistemleri savunan kesimlerce nasıl anlaşma sağlanacaktır? Bu anlaşma bizlere bırakılmış bir tercih değil ki! Uzlaşmayı, ortak noktalar bulmayı bir kenara bırakalım, Allah, burunlara damga vurmakla tehdit edip aşağıladığı, saldırgan, günahkâr, kaba, soysuz, alçak kimseleri barındıran böylesi sistemlerden uzak durmamızı, kesinlikle itaat etmememizi emrediyor.

 

"Öyleyse yalanlayanlara itaat etme. Onlar istediler ki, sen onlara yumuşak davranasın / müdahene edesin de onlar da sana yumuşak davransınlar. Şunların hiç birine itaat etme: Yemin edip duran aşağılık, herkesi kınayan, söz getirip götüren, hayra engel olan, saldırgan, günahkâr, kaba, sonra da soysuz, alçak, mal ve oğullar sahibi olduğu için, kendine ayetlerimiz okunduğu zaman "eskilerin masalları" dedi. Biz yakında onun burnuna damga vuracağız." (Kalem, 68/8–15)

 

Ayette geçen “Müdahene” kavramının anlamı; “Yağ çekmek, ovmak, okşamak, müşriklerin taptıklarına, alçak garazlarına, haksızlıklarına ilişmemek, yalancılıklarına göz yummak, lüzumsuz yere yumuşak davranmaktır”. Bu kişilere karşı mücadele etmemiz ve onlardan ayrışmamız emredilmekteyken onlarla aynı havayı soluyabileceğimizi söylemek Kur’an’ın emirlerine karşı gelmekten başka bir şey değildir.  Allah’ın “soysuz ve alçak” olarak nitelendirdiği kimselerle ortak noktalarımız olamaz. Eğer böyle bir şeye yelteniyorsak bu onlara kendi adımıza vereceğimiz tavizler sebebiyle oluşabilir. Bu durumda yaptığımız şeyleri hiçbir zaman Müslüman olarak yapmış olmayacağız. Çünkü biz, Kur’an’da bizlere bildirilen bilgilere sahibiz ve tüm bu işbirlikçiliği hata sonucu yapmış olamayız. Eğer doğru yol bize gösterildikten sonra hala bu tür davranışlardan uzaklaşmıyorsak üzerimizde münafık alametleri var demektir. Doğru yol bizlere gösterilmişken davamıza arka dönmemizin kendimizce haklı gördüğümüz yanları olacaktır tabii. Ama şüphesiz, Allah her şeyin doğrusunu bilmektedir. Gerekli cezayı da o verecektir.

“Şüphesiz ki kendilerine doğru yol belli olduktan sonra, ona arka dönenleri, şeytan sapıklığa sürüklemiş ve kendilerine ümit vermiştir.

Bunun sebebi; onların, Allah'ın indirdiğini kerih görenlere "Bazı hususlarda size itaat edeceğiz " demeleridir. Oysa Allah, onların gizlediklerini biliyor.

Ya melekler onların yüzlerine ve sırtlarına vurarak canlarını alırken durumları nasıl olacak?

 

Bu, Allah'ı gazaplandıran şeye uymaları ve O'nun rızasından hoşnut olmamalarından ötürüdür. Allah da onların işlerini boşa çıkarmıştır.” (Muhammed–25–26–27–28)

Her ne sebeple olursa olsun böyle bir uzlaşma içerisinde bulunuyor isek bunun gerçek nedenini ve içimizde sakladığımız gizli duyguları Allah eksiksiz olarak bilmektedir ve hesab vermek bizim için kaçınılmazdır. Bu nedenle ayette de belirtildiği gibi müşriklere tıpkı münafıkların söyledikleri gibi “bazı hususlarda size itaat edeceğiz” sözünü vermeyelim. Ya da bunu onaylayan davranışlar içerisinde bulunmayalım. Çünkü onlar;

"Kendilerinin kâfir oldukları gibi, sizin de kâfir olmanızı arzu ederler ki, onlarla bir (eşit) olasınız" (Nisa, 4/89).

Rabbimizin de dediği gibi biz onlarla eşit değil onlardan üstünüz. Bu nedenledir ki, hakkımızı arayacağımız mercii Allah’tan başkası değildir. Üstelik meydanlara inip onlarla eşit haklara sahip olmayı talep etmek ve bunu onların kavramlarını kullanarak yapmak onur kırıcı bir durumdur. Hak istenmez alınır ve herhangi bir hak talep edilecekse müşrikler kendi yaşamları adına bu hakları bizden talep edecek bir durumda olmalıdırlar. Kaldı ki, böyle bir durumda söz konusu haklar bizim verebileceğimiz haklar değildir. Aksine bunlar, Rabbimizin onlar için uygun gördüğü haklar olacaktır. Dolayısıyla meydanlara inip “Ortak akılla çıktık yola, demokrasi yolunda vermeyeceğiz mola, egemenlik ne yargının ne de darbelerindir, egemenlik kayıtsız şartsız milletindir" sloganları atmak bir Müslüman için utanç verici bir durumdur. Geçtiğimiz günlerde yapılan referandum ve bu tarz şeyler bağlamında Taguti sistemlerin anayasalarında yapmaya çalıştıkları yenilenme çalışmalarına katkıda bulunmak bizleri asla ilgilendiren bir konu değildir. Bu değişiklikler hiçbir zaman sistemi geriletecek değişiklikler değildir. Çünkü bu değişiklikler yine kendi içerisinde yapılmaktadır. İçerisinde İslami unsurlar bulunmamaktadır. Ve sistem bu değişikliklerle güç kaybetmeyecek daha da güçlü yeni bir geniş görüşlülük ile Müslümanların karşısına çıkacaktır. Ben yenilenmiş, Müslümanlara dini vecibeleri noktasında özgürlüklerin sağlanmış olduğu bir sitemde bu Müslümanların insanları İslam’ın hüküm koyuculuğunun olduğu bir düzleme çağırmada onları nasıl ikna edeceklerini çok merak ediyorum. Diğer kesimleri belki anlayabiliriz ama bilenlerimizi anlamak bu noktada çok güç oluyor.

 

Oy kullanmak sistemi değiştirebilir mi? Oy kullanmak eğer sistemi değiştirebilse idi yasadışı ilan edilirdi zaten.

İşte bu noktada dünyaya dair kazanımlar adına Kur’an’ın ayetlerini görmezden gelmek bir müslümanın göstereceği tavır olmamalıdır.

Bir olan Allah, tek başına diri, otoriter ve maliktir. Bu olgu Müslümanların zihinlerinde ve idraklerindeki bütün şirk çeşitlerini söküp atmalıdır.

“Göklerin ve yeryüzünün egemenliğinin Allah'a ait olduğunu bilmiyor musunuz? Allah'tan başka hiçbir dostunuz ve destekçiniz de yoktur.” (Bakara–107)

Bu ayet bazı müminlerin yanıltıcı Yahudi propagandasına aldanmaları, onların aldatıcı gerekçeleri ile kafalarının karışması ve bunun sonucu olarak Peygamber efendimize yönelik güven duygusu ve kesin inançla bağdaşmayan sorular sormaya kalkışmalarını konu edinmektedir. Ayet kesin bir ifade ile Allah’ın müminler için tek dost ve destekçi olduğunu, gökyüzünün ve yeryüzünün egemenliğinin kesin olarak O’na ait olduğunu vurguluyor. Yani günümüzde Müslümanların, laiklerin yanıltıcı propagandalarına aldanarak, onların aldatıcı gerekçeleri ile kafalarının karışması sonucu meydanlarda demokrasi talebinde bulunmaları ve egemenliğin kayıtsız şartsız bir şekilde millete verilmesini teklif etmeleri koskoca bir yanılgıdan ibarettir. Geçtiğimiz günlerde yapılan anayasa değişiklikleri de zamanla göreceğiz ki Kemalist oligarşiyi asla geriletmeyecektir. Aksine daha da güçlendirecektir. Bu yanılgı içindeki Müslümanlara şunu sormak lazım; Neden;

 

Yalnız Allah'ın hükmüne çağrıldığınız zaman kabul etmiyorsunuz. Fakat (bununla birlikte, şirk unsuru olan)  başka hükümler söz konusu olunca kabul ediyorsunuz. Oysa hüküm yalnız her şeye gücü yeten Allah'a aittir.» (Mü'min: 12)

 

Umarım bunca açık uyarı ile karşılaştıktan sonra bu tarz taleplerin birer kandırmacadan ibaret olduğu anlaşılmıştır. Bu tür taleplere aldanmayalım, bizlerin tek dostu ve yardımcısı Allah’tır. Unutulmamalıdır ki,

 

…Egemenlik sadece Allah'ın tekelindedir. O yalnız kendisine kulluk sunmanızı emretmiştir. Dosdoğru din, işte budur. Fakat insanların çoğu bu gerçeği bilmezler." (Yusuf–40)

 

Evet, dosdoğru dinde işte budur! Allah yalnızca kendisine kulluk sunmamızı istiyor. Bu nedenle müşriklerle ilişkilerimizde herhangi bir beşeri ideolojiyi Allah’a isnat etmemek durumundayız. Yine unutulmamalıdır ki, müşrikler onların kavram ve yaşantılarını kabul etmediğimiz sürece bizlere karşı hiçbir şekilde dostluk beslemeyecekler. Onların dostlukları ve bizlere bu dünya hayatı için sundukları sahte kazanımlar adına, ayetlerle bizlere iletilen emirleri görmezden gelerek, birtakım suni kavramları meşrulaştırmak, bizi öteki dünyada büyük bir azapla karşı kaşıya bırakacaktır. Şu durumda müşriklerin dostluklarını ve bizlere sunacakları eşit statüyü(!) talep etmekten vazgeçmeliyiz. Zira bu, bizlere bırakılmış bir seçim değildir. Allah, müşriklerin hoşnutluğunu kazanmak adına kendisine asılsız şeylerin isnat edilmesini azap ile cezalandıracaktır;

 

"Bir başka şeyi bize isnad etmen için, sana vahyettiğimizden seni ayırmaya çabalıyorlar. İşte o zaman seni candan dost edineceklerdi. Sana sebat vermeseydik, andolsun ki, az da olsa onlara meyledecektin. O takdirde sana, hayatın da ölümün de kat kat azabını tattırırdık. Sonra bize karşı hiç bir yardımcı da bulamazdın' “(İsra, 17/73–751.)

 

Bu, kesinlikle riayet edilmesi gereken bir ilkedir. Lakin hakikatin açık seçik bir biçimde müşriklere açıklanması ve “bu hakikate tabi olmanız gerekiyor” denilmesi halinde dahi söz konusu zihniyet bu hakikatin doğruluğunu kabul etmeyecektir. Kendilerini “Müslüman” olarak adlandıran birçok kesim de bu hakikatin yaşanılmasına karşı çıkacaktır. Ayetleri metin üzerine tahrif edemeyeceğimiz için muhtemelen hakikati görmezden gelmemiz önerilecektir. Zira müşrikler, kendilerini uyaran Peygambere (S) bu teklifi yapıyorlardı. Fakat İsra suresindeki kesin emirden sonra Peygamber (S) bu tekliflere şu şekilde cevap vermiştir;

 

"Onlara ayetlerimiz açık açık okununca, bizimle karşılaşmayı ummayanlar (ahireti inkâr edenler): “Bundan başka bir Kur'an getir, ya da bunu değiştir” dediler. De ki: “Onu kendi irademle değiştiremem. Ben, ancak bana vahyedilene tâbi oluyorum. Şayet ben, Rabbime karşı gelirsem, büyük bir günün azabından korkarım." (Yunus– 15)

 

Günümüz itibariyle Müslümanlar, Kur’an’ın bu net hükümleri ile müşriklere tebliğde bulunmuyorlar. Üstelik müşriklerin teklifleri değerlendirilirken Kur’an’a bakma ihtiyacı dahi duymuyorlar. Hal böyle iken, Kur’an’ın yaşantımızı yönlendiren bir etkiye sahip olması mümkün değildir. Zira hiç kimse beşeri ideolojilere bağlılığını ifade ederken tıpkı Peygamberleri (S) gibi;

 

Onu kendi irademle değiştiremem. Ben, ancak bana vahyedilene tâbi oluyorum. Şayet ben, Rabbime karşı gelirsem, büyük bir günün azabından korkarım" (Yunus–15) demiyor.

 

Hâlbuki yapılması gereken şey, müşriklerden ayrışıp hak taleplerini bir kenara bırakarak Allah bu dini üstün kılana dek veya her birimiz bu uğurda ölene kadar mücadele vermektir. Zira müşrikler Peygamberimizin amcası Ebu Talib'e gelerek Rasulullah'ı şikâyet ettiklerinde, Ebu Talib müşriklerin uzlaşma taleplerini Peygamberimiz'e (S) ilettiğinde şu meşhur cevabı vermiştir:

 

"Amcacığım, vallahi bu işten vazgeçmem için güneşi sağ elime, ayı da sol elime koysalar yine de vazgeçmem. Allah bu dini üstün kılana dek veya ben bu uğurda ölene kadar bir an bile mücadeleden geri kalmam...”

 

“Bu konuda atılacak ilk adım, cahiliyyeden beri olduğumuzu fiilen ortaya koymaktır. Düşünce, söylem ve eylem bağlamında tamamen ayrışmak… Bu, ortak noktalarda buluşmaya asla müsaade etmeyen bir ayrışmadır. Yardımlaşmayı imkânsız kılan bir farklılıktır. Ne zaman ki, cahiliyye taraftarları bütünü ile cahiliyyeden islam’a geçerler, bu durum da ancak o zaman son bulur. Orta yolda buluşmak yok… Ortak çözüm aramak yok… Cahiliyye istediği kadar islam kılığına bürünsün, İstediği kadar islam’ın adını kullansın.” 5 Eğer bunu yapmaz isek hiçbir zaman “Allah a ibadet ediyoruz“ diye Firavun, Haman, Karun ve Bel’am’a ibadet etmekten; “Tevhid’e bağlıyız” diyerek Şirk’e bağlı olmaktan; “mü’miniz” diyerek kâfir olmaktan; “Kâbe’yi tavaf ediyoruz” zannıyla Firavun’un ringinde köşe kapmaca oynamaktan; “Namaz kılıyoruz” zannıyla yatıp kalkmaktan; “Oruç tutuyoruz” zannıyla aç ve susuz kalmaktan ; “İnanıyoruz” zannıyla inkâr etmekten; “Resul’e inanıyoruz, onu rehber tanıyoruz “ zannıyla Ebu Cehil’i peygamberleştirmekten; “Kur’an’a inanıyoruz ve yolumuz Kur’an yoludur” zannıyla bir takım insanların heva ve heveslerinin peşinden gitmekten hiçbir zaman kurtulamayız.” 6

 

Öyleyse Rabbimiz bizleri doğru yola ilettikten sonra topuklarımız üzerine gerisin geri dönmeyelim. Bizleri doğru yola çağıran kardeşlerimizin “bizimle gelin” serzenişlerine kulak verelim.  Kardeşlerimizin bu çağrılarına karşın şeytanın ayartmasına kapılıp dünyevi zevkler peşinde körü körüne koşturan kimseler gibi olmayalım. Samimiyeti heybemize koyup yola öyle çıkalım.

 

"De ki: Biz, Allah’ın yerine bize ne faydası dokunan ne de zarar verebilen şeylere mi yalvaralım? Ve Allah bizi doğru yola ilettikten sonra topuklarımızın üzerinde gerisin geri mi dönelim? Tıpkı kendisini doğru yola çağıran arkadaşları (uzaktan) ‘Bizimle gel!’ diye seslendikleri halde şeytanların ayartmasına kapılıp dünyevi zevkler peşinde körü körüne koşturan kimse gibi (mi olalım?)" (En’am- 71).

 

Selam ve dua ile…

  

Dipnotlar

 

1 H.Alan, İktibas

2 Salih Gürdal, Din Nedir?

3 Seyyid Kutub, Fizilal

4 Seyyid Kutub Fizilal

5 Salih Gürdal, Din nedir?

6 Salih Gürdal, Din Nedir?