Cemil ARSLAN

17 Temmuz 2007

TOPLUMSAL DEĞİŞME, YOZLAŞMA VE AHLAKİ KİRLENME

   Toplumsal değişme; toplumun kültürel, ekonomik, teknolojik ve siyasal yapısının bir yönüyle ya da tümüyle değişmeye uğramasıdır,” şeklinde tanımlanabilir. Genellikle, kültürel değişme ile sosyal değişme aynı anlamda kullanıldığı için toplumsal değişmeye sosyo-kültürel değişme de denilir.

            Tanımdan da anlaşılacağı gibi toplumsal değişme, bozulma, yozlaşma veya ahlaki çözülme; bir toplumun tüm toplumsal yapısında, toplumsal kurumlarında, maddi ve manevi kültür unsurlarında meydana gelen farklılaşmalar, kimlik ve kişilik bunalımları, içtimai ve siyasi erozyonlar veya sosyal çalkantılar olarak da okunabilir, tartışılabilir, değerlendirilebilir.

            Toplumsal değişme, kuşkusuz en temel hadiselerimizden birisidir. Özellikle son yıllarda gerek iç ve gerekse dış yansımaların/dayatmaların da etkisiyle toplumsal yapıyı büyük ölçüde olumsuz yönde etkileyici rol oynamıştır. Çocuk ve genç yaştaki bireylerin toplumsal değişmenin baş döndürücü etkisiyle içinde bulundukları toplumun genel dini, ahlaki-kültürel değerlerini benimseme/içselleştirme/özümseme konusunda yetersiz ve isteksiz olduklarını ya da bu tür konulara kasıtlı olarak duyarsız hale getirildiklerini gayet rahatlıkla mülahaza edebiliriz.

            Ülkemizde tarihsel süreç içerisinde sanayileşme ve akabinde teknolojik gelişme ile birlikte hızlı bir kentleşme süreci başlamış, geniş nüfus kitlelerinin ülke içi ve ülke dışı coğrafi hareketliliği doğmuştur. İçinde bulunduğumuz dönemde bu hareketlilik tüm hızıyla etkisini sürdürmektedir. Bu hareketliliğin de doğal olarak birtakım siyasi, ekonomik ve sosyal sonuçları ortaya çıkmıştır:

            Her şeyden önce; gecekondulaşma, sağlıksız kentleşme, altyapı sorunları, işsizlik, sağlık ve eğitim hizmetlerinin yetersizliği, kültürel uyuşmazlıklar, sosyal erozyonlar, toplumsal rahatsızlıklar, ahlaki bunalımlar, sosyal çatışmalar v.b sorunlar sıklıkla duyulur ve tartışılır oldu.

            Modernleşme, az gelişmişlik, moda ve yabancılaşma olgusu, toplumumuzun geniş bir kesimi tarafından benimsenme de “mutlu azınlık” tarafından bir “yaşam felsefesi”, “toplumsal değer” ve “referans” olarak kabul edilmiştir. Bu mutlu ve seçkin(!) azınlık; genellikle sosyal meselelere duyarsız, sadece kendi menfaati için çaba gösteren, açlık, yoksulluk ve çeşitli problemler içerisinde yaşayan bireylere karşı asla acıma ve yardım etme duygusu taşımayan zavallı, ruhsuz, gaddar ve günahkâr bir topluluktan başkası değildir. 

            Modernleşme, “az gelişmiş ülkelerin ekonomik, toplumsal ve siyasal bakımdan gelişmiş olan toplumlara yetişme çabalarıdır,” şeklinde tanımlanmaktadır. Bu tanım, gerçekten aldatıcı, nakıs, spekülatif, tuzağa düşürücü, düzenbaz ve hayal mahsulüdür. Zira modernleşme kavramı, ekonomik açıdan gelişmiş ülkelerin fakir ülkeleri sömürmek ve aşağılamak için bir araç olarak ivedilikle adeta bir “eşantiyon” edasıyla sunulmuştur. Tarihin çeşitli dönemlerinde modernleşme süreci bahane edilerek yoksul ülkelerin yeraltı ve yer üstü zenginlikleri patavatsızca, fütursuzca ve pervasızca talan edildi.

            Batılı paradigmanın ürettiği, adeta bir “promosyon” gibi takdim ettiği ve sistematik bir şekilde cebren dayattığı modernizm; tarihsel süreç içerisinde beşeriyetin kutsallarını yok saymış, din ve ahlak prensiplerine aykırı bir yapılanmanın dışında insanlık adına ciddi çözümler üretememiş; hep “öteki”ni dışlayan, kendisine yakın olanı koruyan ve kollayan, diğerlerinin değerlerini yok sayan, kutsallarına küfreden, emperyalist, materyalist, hedonist, pragmatik, baskıcı, jakoben, otoriter ve totaliter bir sistemi karşımıza çıkarmıştır. 

            Bize düşen görev; sanayileşme, kentleşme, coğrafi hareketlilik, toplumsal değişme ve teknolojik gelişmelerin süratle yaşandığı ve bütün toplumları etkisi ve baskısı altına aldığı, toplumsal çürümenin, çözülmenin ve çöküşün tavan yaptığı, fay hatlarının belirginleştiği, periyodik dayatmaların yoğunlaştığı bir vasatta sosyal ve kültürel değerlerimizi korumamız, dini ve ahlaki görevlerimizi hakkıyla ifa etmemiz, toplumsal kimlik ve kişiliğimizi müdafaa ve muhafaza etmemizdir.

            Her türlü kokuşmuşluğa, yamulmaya, yağdanlığa, pısırıklığa, manipülasyona, anomiye/sapmaya, dejenerasyona, yüce dinimizle bağdaşmayan yaşantıya, kuralsızlığa, ahlaksızlığa, marazlığa, sapıklığa, çirkinliğe, hülasa bütün kötülere ve kötülüklere karşı top yekun mücadele etmeye mecburuz ve mahkumuz.

            Sonuç itibarıyla; temel niteliklerimize, kültürümüze ve inanç değerlerimize yabancılaştığımız, ulusal/evrensel egemen güçlerin ve küresel sermayenin/kuşatmanın figüranı olduğumuz müddetçe iktisadi, içtimai, siyasi veya kültürel alanda gelişme göstermemiz, çağa damgamızı vurmamız, beşeriyete örneklik teşkil etmemiz, özetle bir adım dahi ilerleme kaydetmemiz asla mümkün olmayacaktır.