Cemil ARSLAN

23 Nisan 2007

ÜÇÜNCÜ DÜNYANIN BATILILAŞTIRILMASI

ÜÇÜNCÜ DÜNYANIN BATILILAŞTIRILMASI

 

             Günümüzde en fazla tartışılan konular arasında yer alan batılılaşma/batılılaştırma; masum ve mağdur konumunda olan anti-emperyalist ülkelerin en büyük sorunlarından birisi olarak karşımıza çıkmaktadır. Tarihsel süreçte oldukça önemli değişme ve gelişmelere yol açan batılılaşma/modernleşme politikaları, bugün tüm olumsuz yönleriyle, en acımasız kurum ve kurallarıyla dünyamızdaki varlığını sürdürmektedir.

            Yaşadığımız dünyada genel olarak iki tabloyla karşı karşıyayız: Birincisi; ekonomik ve teknolojik açıdan gelişmiş zalim Batı medeniyeti, vahşiliği, barbarlığı, çağdaşlığı (çağdışılığı); ikincisi ise, tam tersine ekonomik ve teknolojik yönden azgelişmişliğin (geri bırakılmışlığın) pençesinde kıvranan, ezilen, horlanan ve sürekli bir şekilde dışlanan mazlum Doğu medeniyeti arasındaki yoğun ve kesintisiz mücadelenin kronik seyrine tanık olmaktayız.

            Üçüncü dünya halklarındaki (emperyalist olmayan bütün ülkeler) problemler, genel olarak; işsizlik, açlık, yolsuzluk, yoksulluk, eğitimsizlik, siyasi/etnik çatışmalar ve kamplaşmalar, teknolojik imkânların yetersizliği, ekonomik ve toplumsal eşitsizlik, iktisadi ve siyasi imtiyazlar, birtakım insan hakları ihlalleri v.b sıralanabilir. Ancak bu sorunlar, yalnızca bu ülkelerin değil; aynı zamanda tüm evrenin en öncelikli temel açmazları arasında yer almaktadır. Bütün dünya, bu tür problemlerle mücadele etmek, sorunlara çözüm bulmak, maddi ve manevi hasarları bertaraf etmek amacıyla her türlü sosyal, siyasi ve iktisadi imkanlarını sergilemeye gayret etmektedir.

Ancak ne yazık ki, günümüzde fakirlerle zenginler arasındaki uçurum giderek büyümektedir. Bu problemin çözümü için hiçbir adım atılmamaktadır. İnsanlar ekseriyetle  bitkin, ruhsuz ve duyarsız bir halde yaşananları seyretmektedir. Dünyanın yeraltı ve yerüstü zenginlikleri adaletsiz bir şekilde paylaşılmaktadır veya tahrip edilmektedir. Hemen herkes kendi gemisini kurtarma amacındadır. İnsani değerler, din kuralları, ahlaki prensipler pervasızca ayaklar altına alınabilmektedir.

            Avrupalıların İslam dünyasından ekonomik ve teknolojik yönden ileri olmasının temelinde elbette birçok neden yatmaktadır. Batılı ülkeler, haçlı seferleri ve coğrafi keşifler sebebiyle İslam dünyası veya doğu medeniyetinden önemli ölçüde olumlu yönde etkilenmiştir. Geri kalmışlık, yoksulluk ve sefaletten kurtulmak için her türlü çabayı göstermişlerdir. Bunun yanı sıra, köle ticareti, sömürgecilik, vahşi kapitalizm ruhu ve sınırsız ve sorumsuz kazanç anlayışı da batının zenginleşmesinde kamçılayıcı rol oynamıştır. Maddi kazanç için her şey mubah görülmüş, bilhassa “sanayi devrimi” sonrasında tam bir toplumsal dram yaşanmış, insanlar yoksul ve sefil bırakılmış, kapitalizm insanları adeta iliklerine kadar sömürmüştür. Hatta burada karşılaşılan temel sorunlar, “Sosyoloji” ve “Psikoloji” biliminin doğuşuna zemin hazırlamıştır.

            Kanaatimce; İslam dünyasındaki geri kalmışlığın temel nedeni, büyük ölçekte bir zihniyet problemidir. Fakir ülkelerin birçoğu, henüz aşağılık kompleksinden kurtulabilmiş değildir. Zaten bu durumdan kurtulanlar yahut vahşi kapitalizme direnenler de sürekli bir şekilde tehdit edilmekte, baskı altına alınmakta, kaynakları talan edilmekte, çaresiz ve çözümsüz bırakılmaya çalışılmaktadır. Ölümü gösterip sıtmaya razı edilmeye çalışılan İran, Irak, Suriye ve Filistin en çarpıcı örneklerdir. Demokrasiyi, gelişmişliği ve insan haklarını daha kendi ülkesinde bile uygulanmakta yetersiz, isteksiz veya aciz olan ABD’nin İran, Suriye ve Filistin üzerindeki despotluğunu/totaliterliğini/hegemonyasını anlamak, algılamak ve izah etmek oldukça güç olsa gerek...

Demokrasiyi, özgürlükleri, insan haklarını savunmak veya geliştirmeye çalışmak  sadece birer bahanedir, göz boyamadır, ikiyüzlülüktür, sahtekarlıktır, pervasızlıktır. Asıl amaç; petroldür, sömürüdür, insan haklarına tecavüzdür, insanları çağdaş bir köle haline getirmektir. Küresel sermayeyi oluşturmak, dünya üzerindeki hâkimiyeti ve zenginliği korumak, dünyanın yeraltı ve yerüstü kaynaklarına sahip olmak ise temel hedeftir.

İran’ın kendi teknolojik imkânlarını kullanmasına, endüstriyel açıdan ilerlemesine bile izin verilmemektedir. Çünkü güçlü ve zengin bir İran; Batılılar için bir tehdittir, müstakbel bir düşmandır ve başı ezilmesi gereken kötü bir canavardır. Filistin, yine aynı ölçekte değerlendirilebilir. Sözde insan haklarını, ekonomik ve toplumsal eşitliği(!) savunanlar Irak, Lübnan ve Filistin’i adeta bir abluka altına almaya, tehdit ve baskılarla Hamas’ı ve Hizbullah’ı etkisiz bırakmaya, susturmaya ve neticede yok etmeye çalışmaktadır.

 Batılı ülkeler ve sözde dini liderleri Papa, İslam inancı ve anlayışını yok edebilmek uğruna her türlü davranışı fütursuzca sergilemektedir. Doğal ve yapay afetler, sürekli bir şekilde kâbus gibi üzerimizde dolaşmaktadır. Kimse yaşananlardan ders çıkarmamakta, sorumluluğu üzerine almamaktadır. Dünya nimetleri bir avuç mutlu azınlığın ellerinde talan edilmektedir. İslam ülkelerinin kendi aralarındaki basit ihtilaflar, anlaşmazlıklar, çelişkiler ve çatışmalar da yaşanan olumsuzlukları daha da kalıcı hale getirmektedir.

İslam dünyası ise; olup biten bütün problemlere karşı sessizliğini korumakta, ABD ve İsrail’e karşı tam bir teslimiyetçi politika izlenmektedir. Türkiye, en azından bu olaylara sessiz kalmamalı, bu konuda dünya kamuoyunu harekete geçirmeye ve yönlendirmeye çalışmalı, diplomasi atağı başlatmalı, İran’a karşı yapılacak muhtemel bir savaşın Türkiye için de bir yıkım olacağını kesinlikle göz ardı etmemelidir. 

            Batılıların temel amacı; Hıristiyanlığı yaymak ve bu şekilde dünya üzerindeki tahakkümlerini sürdürmektir. Din, sadece maddi çıkar amacıyla kullanılmakta ve çirkin emellerine alet edilmektedir. Kendi dinlerinden başka diğer dinlere karşı en küçük saygıları ve hoşgörüleri yoktur. Hülasa Batılıların yapmış oldukları tam bir rezalettir, hüsrandır ve insanlık adına onarılmaz bir yaradır…

Bilakis hak olan hiçbir din; vahşet, emperyalizm, başkalarına saygısızlık, haksız kazanç, insan haklarını gasp eden bir yaklaşım üzerine inşa edilmemiştir. Bilhassa İslam Dini her türlü despotizmi, haksız yere adam öldürmeyi, başkalarının hakkına tecavüz etmeyi, işkence yapmayı veya kötü muamelede bulunmayı katiyen yasaklamıştır.

            Keza üçüncü dünya ülkelerinin temel açmazlarından olan açlık, fakirlik ve eşitsizlik, artarak devam etmektedir. Bu ülkeleri yönetenlerin büyük bir çoğunluğu, tamamen dışa bağımlıdır. Bu liderler kendi toplumunun sorunlarıyla ilgilenmemekte, halkını devlet yönetimine katmamaktadır. Halkının kasıtlı olarak eğitimsiz ve bilgisiz olmasına zemin hazırlamakta, en küçük ihtilaf bile bazen en ağır cezayla karşılık bulmaktadır. Emirleri dışarıdan alan bu yöneticiler, en küçük bir halk hareketinde ya da menfi bir durumda ansızın arkasına bile bakmadan yurtdışını boylamaktadır.

Vatanseverlik, millet aşkı, devlet sevgisi, ulusalcı/hamasi nutuklar atmak, aysbergin üst yüzüdür. Cebi doldurmak, keyif çatmak, milleti kandırmak, birilerine uşaklık yapmak ise aysbergin alt yüzü ya da madalyonun başka bir yüzüdür.

            Avrupa ülkeleri ve ABD’nin elbette gerçek niyeti; fakir ülkeleri çağdaşlaştırmak, zenginleştirmek, modernleştirmek, refah düzeyini yükseltmek, yoksulluktan kurtarmak değildir. Geçek niyet; batılılaşmayı, modernizmi, gelişmişliği bahane ederek bu ülkeleri dünyanın gözü önünde küçük düşürmek, kaynaklarını sömürmek, insanları aç, yoksul, sefil ve eğitimsiz bırakmak, kültürel emperyalizmi yaygın hale getirmek ve kısaca; kendi güdümünde “uydu ve kukla devletler” oluşturmaktır. Avrupa Birliği de  ABD ve partnerlerinin kötü emellerini geçekleştirmek için oluşturduğu “sinsi tuzak”tan başka bir şey değildir.

            Bütün bu değerlendirmelerden yola çıkarak özetle şu sonuçları ortaya koyabiliriz:

  • AB ve ABD’nin insanlık adına ciddi çözümler üretmek yerine, insanlığı tam anlamıyla bir çatışmanın, felaketin ve çözümsüzlüğün kucağına attığını söyleyebiliriz. Bu dram devam ettiği müddetçe dünyamızda barışı, güveni, mutluluğu ve huzuru yakalayamayız.
  • Batılıların genel olarak “çifte standartlı”olmaları, çirkin yüzlerini saklamaları ve ikiyüzlü/maskeli davranmaları da çok önemli bir sorundur. AİHM’nin çeşitli tarihlerde vermiş olduğu kararlar da bu duruma örnektir. Bu kararlar da kanaatimce; adalet, eşitlik, diyalog/uzlaşma v.b kavramlarla asla bağdaşmamaktadır.
  • Yoksul ülkelerin kendi bünyelerinde basit meselelerden ötürü kamplara bölünmeleri, önemli açmazlar arasındadır. “Böl, parçala, yut” politikası, zaten Batılı ülkelerin geliştirdikleri bir yaklaşımdır, algılayıştır, tercihtir. Bunun içindir ki; emperyalist olmayan ülkeler ve bilhassa İslam ülkeleri, ciddi anlamda bir zihniyet değişimi ve dönüşümüne gitmeleri, kendilerini sorgulamaları, epistemolojik ve ontolojik açıdan varlılarını ifade etmeleri, ispat etmeleri gerektiğini kavramak zorundadırlar.
  • Bu noktada medeniyetler buluşması, uzlaşması, birleşmesi veya ittifakı asla mümkün değildir. Çünkü Batılılarla diyalog kurmak, uzlaşmak, ortak değerler etrafında birleşmek çok güçtür. Yine Batılı ülkelerde “medeniyetler çatışması” ya da “Haçlı Seferleri” ruhunun giderek yaygınlaştığını, benimsendiğini ve taraftar bulduğunu görüyoruz. Müslüman olan İngiliz gazeteci Bayan Yovonne Ridley bu tezi şu görüşleriyle doğrulamaktadır: “ABD’nin açıkça söylediği gibi, dünya Müslümanları hedef alınmakta ve Haçlı seferleri yeniden başlamıştır. Son 50 yılda 20 ülkeyi bombalayan ve 6 milyon kişinin ölümüne sebep olan ABD’ye karşı artık Müslümanların dur demesinin vakti gelmiştir. Dünyada insan üzerinde nükleer silahı kullanan tek ülke ABD’dir.”
  • AB bizim asla alternatif olmamalıdır. Başka seçenekleri göz önünde bulundurmak, mercek altına almak, değerlendirmek, tartışmak ve masaya yatırmak mecburiyetindeyiz. Örneğin; “D-8” bu bağlamda alternatif bir değer olarak ifade edilebilir, üzerinde ciddiyetle durulabilir.
  • Müslüman ülkeler, kendi bünyeleri içerisinde yeniden ciddi bir yapılanmaya, örgütlenmeye gitmeli, güçlerini birleştirmeli, sudan meselelerle birbirleriyle ihtilafa düşmemelidir. Keza İKÖ’ nün varlığı da ciddi bir şekilde sorgulanmalı, mevcut yapısı değiştirilmeli, daha bilinçli ve aktif hale getirilmeli, İslam Toplumlarını tüm varlığıyla temsil edebilecek merkezi bir yapılanma gerçekleştirilmelidir. Bütün bunlar yapılmadığı veya önemsenmediği takdirde; karşılaştığımız temel sorunları çözmemiz aynı oranda güç hale gelecektir.   

            Netice itibarıyla; konuşmak yerine daha çok icraat yapmak, eyleme geçmek, akl-ı selim bütün insanları hayata ve harekete geçirmek, sivil toplum bilincini yaymak, çözüm üretmek ve insanlık adına neler yapmamız gerektiğinin muhakemesini yapmak zorundayız. Yüce Allah’a hesap verebilmek için günahlarımızı ve sevaplarımızı vahyin ince ve hassas süzgecinden geçirmeliyiz. Geçmişte işlemiş olduğumuz hatalardan ders alarak geleceğe daha azim, güven ve umutla yönelmeli, taze bir sayfa açmalıyız. Sorunlar, hepimizin ekmek-su gibi temel meselesi olmalıdır. Başımızı kuma gömerek sorumluluklardan kendimizi soyutlamamız kesinlikle mümkün değildir.