Hikmet ERTÜRK

24 Mart 2009

YOL AYRIMI

"Allah ve Resulü, bir işte hüküm verdiği zaman, artık inanmış bir erkek ve kadına, o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. İşte kim Allah'a ve Resulüne karşı gelirse, apaçık bir dalalete düşmüş olur." (Ahzab–36)

 

Tıpkı bir antlaşma metni gibi. Davet edildiğiniz yeni yaşamınızda uymanız gereken şartlar belirlenmiş. Eğer böyle bir yaşam biçimini kabul ederseniz Kur’an’da geçen hükümlere ve bu hükümlerin nasıl yaşanılacağını öğreten Peygamber’in (S) örnekliğine koşulsuz uymak zorundasınız. Bu konularda kendi isteğinize, nefsi kabullerinize göre fikir beyan etmeniz yasaklanmış. Tabi bu cümleleri ben burada sıralarken yaşadığınız çevrelerdeki insanların yaşayış şekilleri gelmiştir aklınıza. Eğer Kur’an’ı kendi dilinizde anlayarak okuyan kimselerden iseniz, çevrenizdeki insanların çoğunun İslam adına yapıp ettikleri amellerin Kur’an’ın onlara yapmalarını söylediği emirlerden çok farklı şeyler olduğunu görürsünüz. Öyle ki bu kimselerin çoğu Müslüman olmakla nasıl bir yükümlülüğün altına girdiklerinin farkında değiller ne yazık ki. Kur’an’ı anlama kaygısı taşımadıkları ve bu kaygıyla okumadıkları için Müslüman olmaları bilinçli bir tercihin sonucunda olmuş değildir. Çünkü genelde insanlar Kur’an’da kendilerine yöneltilen birçok emirden haberdar değiller. Bu yüzden Kur’an’da geçen ayetlerin, yaşamaları gereken hayat tarzı olduğunu düşünemiyorlar. Aldıkları Müslüman ismi ise bilinçli bir tercihle elde edilmiş bir isim değil, Müslüman bir ailede dünyaya gelmelerinden dolayı kendilerine kalan bir mirastır.

 

İslam dininin gerekleri O’nun Kitabı olan Kur’an’da yazılıdır. Bu yazılı emirlerinin nasıl yaşanılması gerektiğini de İslam dininin Peygamberi(S) yaşantısıyla göstermiştir. Günümüzde tüm bu kaynaklar en ince ayrıntılarına kadar elimizde mevcuttur. Üstelik kendi dilimize çevrilmiş ve anlaşılır bir biçimdedir. Yapılması gereken iş, bu kaynakların dikkatlice okunması ve yaşantımızın da bu bilgilere göre yeniden düzenlenmesidir.

 

Günümüz insanı, batılı düşünsel değerlerden oldukça etkilenmiş durumdadır. En çok telaffuz ettiğimiz batılı değerlerden biriside demokrasidir. Ahzab–37. ayeti, batılı değerlerden etkilenmiş olmakla birlikte kendisini Müslüman olarak nitelendiren bir kimseye okuduğunuzda itiraz ettiğini göreceksiniz. Çünkü insanların Kur’an ayetlerinde belirtilen hükümleri kendi isteklerine göre değiştirme hakkı yoktur. Yani bu konuda seçme hakkı mevcut değildir.

 

Kendisini Müslüman olarak tanımlayan bir kimse İslam’la ilgisi olmayan demokrasi gibi bir kavramı nasıl savunabilmektedir? Tüm bu düşünceler, insanlara dinlerini özgürce seçme hakkının verilmemesinden kaynaklanmaktadır. Yukarıda anlattığımız şekilde insanlar Kur’an’ı baştan sona okusalar ve kararlarını ondan sonra verseler sorunların büyük bir kısmı da çözülmüş olacaktır. Çünkü insanlar Müslüman oldum demekle ne yapmaları gerektiğini ya da nelerin kastedildiğini anlamış olacaklar. Böylelikle Kur’an’dan haberdar olacak, Kur’an’da belirtilen hükümleri yerine getirmeye yanaşmayan bir kimse de kendini Müslüman olarak nitelendirmeyerek bu karışıklığa son vermiş olacak. Müslümanların da bu konularda kendilerini net bir şekilde ifade edemeyen insanlar üzerinde oluşturdukları psikolojik baskıyı kaldırmaları gerekir. Gerçekten de tüm bunların farkına varan fakat toplumsal baskıdan çekindiği için ben İslam’ın şartlarına inanmıyorum deme cesaretini gösteremeyen kimselere yardımcı olmalıyız. Onları kınamamalıyız aksine net kimliklerini söylemeleri hususunda cesaretlendirmeliyiz. Yapmamız gereken tek şey, Kur’an’ın evrensel düşüncesini, emir ve yasaklarını, yaşam şartlarını en açık, net bir şekilde anlatarak bilinçli bir şekilde Müslüman olma ya da olmama tercihini onlara bırakmaktır. Bu şekilde insanlar yüzlerinde ayrı bir maske ile dolaşmak zorunda kalmazlar. Müslümanım diyen bir kimse İslam’ın emirlerine riayet eder, istemeyen de kendi hayat tarzını yaşar.

 

Bu bağlamda yaşadığımız yörelerde kendilerini İslam’a nisbet eden farklı farklı grup ya da kimselerle karşılaşmaktayız. Bu kimselerin büyük bir çoğunluğu Kur’an’da defaatle red etmeleri istenen ‘’tâğut’’un anlamını kolaylarına gelecek şekilde kendi arzularına göre değiştirerek büyük bir külfetten kurtulmuşlardır. “Kur'an diliyle böylelerini yalnız Allah'a kulluk edip, tâğut'tan kaçınma­ya, ona yüz çevirmeye çağıracak olsanız, kulluk(ibâdet) sözcüğünü 'tapınmayla, tâğut sözcüğünü de 'şeytan'la öz­deş bildikleri için, size kalkıp hemen putlara tapmadıkla­rını, şeytana da buğz edip kin tuttuklarını, onu lanetle andıklarını söyleyecek ve çağrınıza bir anlam vermekte güçlük çekeceklerdir.’’(Mevdudi)

 

“Sırf lügat anlamıyla ’’tâğut’’ şu ya da bu konuda haddi aşan, taşkınlık ve azgınlık yapan kimse demektir. Terim olarak ise, bir kul ve yaratık olarak kendisine uygun düşen konumu ve statüyü aşarak kendisinde tanrısal nitelikler vehmeden; yapılması ya da gerçekleştiril­mesi ancak Allah'ın kudret ve yetkisinde olan işleri yapmaya kalkışıp bu hususta üstünlük ve yücelik iddialarıyla ortaya çıkan; insanları açık ya da kapalı kendisine kulluğa çağıran ve bu yolda gerekirse zora başvuran kimseler, güçler ve sistemler için kullanılır. İnsanın, yaratıcısı karşısında sergileyebileceği isyan ve taşkınlığı üç kademede düşünmek mümkündür. Bunlardan birincisi: İnsanın, ilke olarak, yaratıcısına na­sıl gerekiyorsa öylece itaat ve teslimiyet içinde olması gerektiğine inan­dığı halde, sıra eylem ve aksiyona gelince duralaması ya da çizgiden dı­şarı çıkması. Bu duruma FISK diyoruz, ikinci kademe: insanın, Allah'a karşı göstermesi gereken itaat ve teslimiyeti bilerek ve ilke olarak terk edip heva ve heveslerine, vehim ve insiyaklarına uyup, Allah'a kulluk edercesine yürekten ve bağlanarak Allah'tan başkasına ya da başkaları­na kulluk etmeyi yeğlemesi. KÜFR diyoruz bu duruma da. Allah'a kar­şı gösterilebilecek taşkınlığın, azgınlığın en ileri ve nihaî merhalesi ise: Allah'a baş kaldırıp O’nu ve O’nun yarattıkları üzerindeki yasama hak ve yetkilerini inkârla kalmayıp, bu hak ve yetkilere el koymaya, yeryü­zünde ve insanlar üzerinde hükmetmeye kalkışmaktır. Taşkınlık ve az­gınlığını bu sınıra vardıran kişi, zümre, sınıf, sistem ve organizasyonlar için Kur'an-ı Kerimde TAĞUT teriminin kullanıldığını görüyoruz. Yine Kur'an’ı Kerimde, Tağut'u inkâr edip ona baş kaldırmayanların mümin sayılamayacaklarını çıkarsıyoruz.’’ (Mevdudi)

 

Yukarda yapılan tanımlamaların ışığın­da fark edilecektir ki: kısmen ya da tamamen Kur'ani ilkelere sırt çevi­rip, bunların yerine Kur’an’a aykırı yasalar ikame eden yöneticilerin, is­ter istemez TÂĞÛT kategorisi içinde mütalaa edilmeleri gerektir. Bu sınıfa giren yöneticilerin kendilerini İslâm'a bağlı görmeleri ya da böyle göstermeleri, hatta çoğunluğunu Müslümanların oluşturduğu toplumla­rın maddî çıkar ve yükselmelerine matuf amaçlar serdederek öne çıkma­ları durumu değiştirmez. Böylelerinin, Müslümanların yükselmelerinden anladıkları şey onların omuzlarına basarak kendi yükselişlerini ha­zırlamaktan ibarettir ve bunun için de sıkça kullandıkları yol, ya top­lumları İslam öncesi (cahili) kültürün karanlık bulutları içine sokan yol­dur, ya da kokuşmuş Batı kültürünün dipsiz bataklıklarına götüren yol.( Ebu Asad) (Ya da, "DİN" sözcüğünün" yol, düzen, yasa" gibi çağrışımları göz önünde bulundurularak, Zümer 11. ayetin daha açık bir ifadesiyle: "De ki, ben yasa ve düzen koyup yol göstermek işini yalnızca Allah'a özgü bilerek, Ona kulluk etmekle emr olundum." diye de çevirisi yapılabilir.’’

 

Yukarıda anlatmaya çalıştığımız Tağut'u ret etmeye yanaşmayan bu kimseler tüm bu anlatılanları birer yorum olarak görmekte ve cehennemde günahları için bir müddet yandıktan sonra tekrar cennete gideceklerini düşünmektedirler. Üstelik burada çok önemli bir hataya da düşmektedirler. Kur’an’da ‘’şirk’’ olarak belirtilen davranışlarını ‘’günah’’ olarak algılamaktalar. Halbu ki tağutu ret etmek itikadi bir meseledir.

 

Kur'an’ı Kerim'de: "Sana indirilen Kur'an'a ve senden önce indirilen kitaplara iman ettik diye boş iddialarda bulunanlara bakmaz mısın? Onlar tâğutun huzurunda muhakeme olmak (hükümlerine boyun eğmek) istiyorlar. Hâlbuki tâğutu inkâr etmekle (tekfir etmek, lanetlemekle) emrolunmuşlardır." (4/Nisâ, 60) diye buyrulur.

 

Aynı yanlış anlam yüklemelerinin Kur’an’ın temel kavramlarında olan İlah ve Rabb terimleri içinde yapıldığını görmekteyiz.

 

“Diyelim ki, Kuran, insanları Al­lah'tan başkasını ilâh olarak tanımamak konusunda uyarıyor: bu uyarıya terimin en dar ve yoksul anlamıyla kulak veren çoğunluk, kendisinin bir takım mütecessim putlara, vesenlere tapınmak gibi bir garabet ve gerilik içinde olmadığını düşünüp bu çağrıda kendi durumu, ken­di hayatı için en ufak bir işaret, en ufak bir uyan bulama­makta, ama beri yandan hayatına Allah'tan başka güçle­rin, yasa koyucuların, başka efendilerin yön vermesine ses çıkarmamağa, Allah'tan başkalarının ihdas ettiği kıy­met hükümlerine itibar etmeyi çağdaşlık, medenilik vs. saymaya devam edebilmektedir. Kur'an, Allah'tan başka Rab olmadığını mı söylüyor; terimin yaygın ve örselenmiş anlamıyla bu hakikati düşünen çoğunluk, kendisini ilgi­lendiren bir ikaz, bir işaret görememektedir bunda; çünkü 'Rab' terimi genel geçer anlamıyla düşünüldüğü sürece onun için zihnen ve söz olarak Allah'tan başka Rab olmadığını doğrulamakta teorik bir güçlük yoktur; bu kadarı da zaten tevhid inancının sözlü (lafzî ya da şifahî) müeyyidesi her neyse onu yerine getirmiş olmak yönünde yeterli itminanı vermektedir ona. Zihnen böyle bir karı­şıklık içinde bulunan kimselere, umut ve korkularına hükmeden itibarî güçlerle, değerler ve bağlılıklarla Al­lah'tan başka pek çok şeyi, kişiyi ya da sistemi, dolaylı bir biçimde de olsa fiilen Rab yerine koymuş olduklarını an­latabilmenin kolay olmayacağı ortadadır.’’(Mevdudi)

 

Üstelik bu kimselerin namaz, oruç, hacc vb gibi İslam’ın temel ibadetlerini de hiç kaçırmadan yerine getirmeye çalıştıklarını da düşünürsek bu hadiselerin anlatılmasının güçlüğü daha da anlaşılmış olacaktır. Gerçi Kur’an; İnsanlara “Firavun ve avenesine ibadet etmeyin’’ demekle ‘’ibadet’’ terimine bu kimselerin anladığı manadan daha faklı bir mana yüklemektedir.  

 

"Andolsun ki biz, her kavme "Allah'a ibadet edin ve tağuta kulluk(İbadet) etmekten kaçının " diye (tebliğ yapması için) bir peygamber gönderdik" (en-Nahl, 16/36) .

 

İnsanlar, Firavun ve avenesi için oruç tutup namaz kılmadıklarına göre buradaki ibadetten kasıt “Firavuna itaat etmeyin, O’na boyun eğmeyin” anlamını ihtiva etmektedir. Tek olan Allah’a ibadet edin, O’na kul olun, her işinizde O’na tabi olun, itaat edin…” denmektedir. Yani Tağuta kulluk (ibadet) etmemek, onların sözlerini geçersiz kılmak oluyor.

 

İşte çevremizde sıkça rastladığımız bir başka kesim ve inanış şekillerini yansıtan kesitler:

 

Birçok insan ölçüsüz bir hayat yaşıyor, çünkü herhangi bir bilgiye sahip değiller. Öylesine bir hayatı yaşıyorlar. Teselli buldukları şeylerin peşinden koşuyorlar. Dertlerini unutturacak her şeyi deniyorlar. Uygunsuz ilişkiler, içki sofraları, kumar masaları aklınıza gelebilecek her türlü sefil yaşantı var. Ama dine karşı da çok tuhaf bir sevgileri var. Faizle içli dışlı bir hayat yaşıyorlar. Namaz kılmıyorlar, oruç ise ancak ilk üç güne kadar dayanabiliyorlar. Fakat bu kişiler ile sohbet edenleriniz varsa kesinlikle dinlerini pazarlık konusu yapmıyorlar. İslam’a karşı tuhaf bir saygıları var. Her lafa girişlerinde kalplerinin temiz olduğundan dem vuruyorlar. Anlaşılan o ki bu kimseler Allah ile aldatıcıları tarafından fena bir şekilde kandırılmışlar. Çünkü günahlarının cezasını çektikten sonra cennete gideceklerini düşünüyorlar. Şirkin tanımı konusunda herhangi bir bilgiye sahip olmadıkları için yaptıkları her şeyi günah olarak algılıyorlar. Bu düşünceleri sebebiylede bu sefil yaşantılarına bir son vermeyi düşünmüyorlar. Fakat Kur’an bu kimseleri aldatanların söylediği şeyleri doğrulamıyor. Ve bu kesim öteki dünyada hiç beklemedikleri bir hüsranla karşı karşıya kalacaklar. İşin tuhaf olan yönü ise böyle bir düşünce tarzının Kur’an’da sürekli eleştiriliyor olmasıdır. Ve hadise hep Yahudilerle ilgili meselelerde ele alınıyor. Yani bu düşünceler İslam’a Yahudilerden geçen çarpık inanışlardır. ‘’Ateş bize sayılı günler dışında dokunmayacak’’ diyen bu kimseler aşağıdaki ayetleri dikkatlice okur iseler bu düşüncelerinin ne kadar yersiz olduğunu göreceklerdir. Bu ayetlerde eğer günah işlemeyi alışkanlık haline getirmiş iseniz ve tövbe etmeye yanaşmıyor iseniz cehennemde süresiz kalacağınız söyleniyor.

 

"İsrailoğulları, sayılı birkaç gün müstesna, bize ateş dokunmayacaktır, dediler. De ki: Siz Allah katından bir söz mü aldınız -ki Allah sözünden caymaz-, yoksa Allah hakkında bilmediğiniz şeyleri mi söylüyorsunuz?"(Bakara–80)

"Hayır! Kim bir kötülük eder de günahı kendisini çepeçevre kuşatırsa işte o kimseler cehennemliktirler. Onlar orada devamlı kalırlar."(Bakara–81)

 

Bir diğer kafa karışıklığı yaşanan husus ise faiz ile ilgili meseledir. Bu konuda kafalar öylesine karışıktır ki çok ihlâslı görülen Müslümanlar bile faiz ile ilgili haramın içerisinde yer almaktadırlar. Aslında faiz ile ilgili Kur’an’ın hükmü yukarıdaki günah işleme meselesi kadar ağır bir hükmü içermektedir. Bu konuda Allah faiz gibi bir büyük haramdan uzak durmayanların cehennemlik olduklarını ve cehennemde süresiz kalacaklarını belirtmektedir.

 

"Faiz yiyenler mahşerde ancak şeytanın çarptığı kimsenin kalktığı gibi kalkarlar. Bu, onların, "Zaten alışveriş de faiz gibidir" demelerindendir. Oysa Allah alış verişi helal, faizi haram kıldı. Kime Rabbinden bir öğüt gelir de faizcilikten geri durursa, geçmişi kendisinedir, onun işi Allah'a aittir. Kim faizciliğe dönerse, işte onlar cehennemliktir, onlar orada temelli kalacaklardır."(Bakara–275)

 

Şirk ile günahın birbirine karıştırıldığı meselesine yukarıda kısaca atıfta bulunmuştuk. Zaten şirk koşanlar İslam dininden çıkıp müşrik oldukları için tövbe etmeyip bu hal üzerine ölürler ise süresiz olarak cehennemde kalacaklar. Allah Rahimdir o yüzden Cennete müşrik ve kâfirler gidemezler. Yüce Allah müminlerin özellikleri sıralarken Onlar için Allah’ın yanı sıra başka bir ilaha yalvarmazlar, sebepsiz yere başka bir cana kıymazlar ve zina etmezler diyor.  

 

Onlar Allah'ın yanısıra başka bir ilaha yalvarmazlar. Allah'ın yasakladığı cana, sebepsiz yere kıymazlar ve zina etmezler. Bu suçları işleyenler cezalarını görürler.(Furkan–68)

 

Dikkat ederseniz Yüce Allah başka bir ilaha yalvararak şirk koşulan bir hadisenin yanında zina gibi büyük günahı da zikrediyor. Müminlerin bu suçları işlemeleri ve tövbe edip bu durumlarından vaz geçmemeleri halinde ise; ‘’ Kıyamet günü azapları kat kat olur ve horlanmış olarak ebediyen bu azabın pençesinde kalırlar’’.(Furkan–69) diyor. Bu ayetlerde de süresiz bir biçimde cehennemde kalınacağı meselesi zikredilmektedir.

 

İzah etmeye çalıştığımız meseleler inşaallah yanlış anlaşılmalara sebebiyet vermemiştir. Burada hiç kimseyi tekfir etmeye çalışmıyoruz. İşin özeti nasıl bir inanç sisteminin içerisinde bulunduğumuzu bilelim, hal ve hareketlerimizi de ona göre düzenleyelim. Anlatmaya çalıştığımız bu büyük çoğunluk doğru zannettiği bir dine samimi olarak bağlanıp Allah adına bir şeyler yapmaya çalışıyor. Fakat doğru yolda olduklarını düşünüp bir ömürlerini tükettikleri yolun öteki dünyada yanlış çıkması gerçekten çok üzücü bir durumdur. İşte ben diyorum ki tüm bunları bu dünyada iken öğrenebiliriz. Tek yapmamız gereken şey Kur’an’ı kendi dilimizde anlayarak dikkatlice okumak. Bunu yapar isek hiç kimsenin yalanına da aldanmadan direk Allah’ın sözlerini hayatımıza aktarmış oluruz. Anlaşmazlığa düştüğümüz ayetlerin nasıl anlaşılması gerektiğini de zaten Peygamber efendimizin hayatından bulabiliriz.

 

Şimdi çok ciddi bir yol ayrımındayız. İslam’ın ne olduğunu Kur’an’dan öğrenmeye karar verdik. Kur’an’ın tarif ettiği Müslüman’ın kim olduğunu da öğrenmiş olduk. Öyle ise İslam olmanın ilk şartını da yine bu bilinçle yerine getirmek zorundayız. İşte bu şart; "Lailâhe illâllah, Muhammedurresûlullah"ın içerdiği mananın hayatımızda yaşanılır hale dönüştürülmesidir. Yukarıda bahsettiğimiz tağutu ret yani "La’’ (Hayır) demek, yine yukarıda bahsedilen ibadet, rabb, ilah terimlerini gerçek manaları ile hayatımızda yaşayıp Allah’tan başka tüm ilahları ret etmek "La’’ (Hayır) demek ve “İlahe İllallah’’ (Yalnız Allah için) doğrultusunda tüm ibadetlerimizi yalnız Allah için yerine getirmek. Kendilerini yukarıda tanımlarını yapmaya çalıştığımız anlamları ile Rabb, İlah yerine koyan ve yalnızca kendilerine ibadet etmemizi isteyen tağutları ve sahte ilahları ret etmek, onlarla mücadele etmek ‘’La İlahe İllallah’’ sözümüzün anlamını oluşturmaktadır. ‘’Muhammedun Rasulullah’’ ise O’nun Allah’ın Resulü/elçisi olduğuna inanmak, O’nun şeriat olarak ortaya koyduğu esaslar dışında Allah’a kulluk ve ibadette bulunmamak, heva ve heveslerimize göre hareket etmemek, hurafeleri ret etmek yani sadece O’nun yoluna tabi olmak demektir.

“Peygamber size ne verdiyse onu alın, size ne yasakladıysa ondan da sakının.” (Haşr, 59/7)

Bu bilinçle verilmiş karardan sonra artık gerçek anlamda Müslümanlar olmaktayız.  

Şimdi inandım dediğimiz tamam ben artık Müslümanlardanım dediğimiz sözlerimizin gerçekte doğru olup olmadıkları araştırılacak. Bu konularda sınavdan geçirileceğiz. Hiçbir sınava tabi olmadan cennet için vize alacağımızı düşünüyorsak bu düşüncemizde yanıldığımızı göreceğiz.

 

"İnsanlar sırf ‘inandık' demekle; hiçbir sınavdan geçirilmeksizin bırakılıvereceklerini mi sanıyorlar?" 29/2

 

Tabi ki İman ettiğimizin ispatı, Kur’an’da belirtilen emirlerin yerine getirilip getirilmemesi ile ilgilidir. Sınav türü uygulamalı, inandım demek yetmiyor, Kur’an’dan öğrendiğimiz emirleri uygulayıp uygulamadığınıza göre sınava tabi tutulacağız. Bu bağlamda aşağıdaki Kur’an ayetlerinde ‘’iman sözlerinde’’ doğru olanların ne yapmaları gerektiği açıklanmış.

Gerçek mü'minler ancak Allah'a ve Resulüne iman eden, ondan sonra asla şüpheye düşmeyen, Allah yolunda mallarıyla canlarıyla savaşanlardır. İşte iman sözlerinde doğru olanlar onlardır. 49/15

Yapmamız gereken şeyler çok açık bir şekilde sıralanmış. İman ettikten sonra davamızda asla şüpheye düşmemek, davamız uğruna gerekirse can vermek gerekiyorsa mallarımızı vakf etmek. İşte sözü doğru olanlar bu samimi Müslümanlardır. Yoksa mallarını köşe bucak kaçıran en ufak bir baskıda müşriklerle uzlaşan kimseler gerçekte müminler değildirler. Bu sınav ile yüz yüze geldiğimizde sözümüzde doğru olup olmadığımız anlaşılacaktır. Bu sınavı hakkı ile vermemiş bizlerin kalkıp ta haklılık yarışı içerisine girmemiz çok utanılacak bir durumdur. Yapılması gereken en güzel şey kardeşlerimizle tartışmak değil tekrardan tövbe ile direnmeye, yeniden dirilmeye çalışmaktır. Şunu asla unutmayalım ki ’’…Bu sınav sonucunda Allah, doğru sözlüler ile yalancıları kesinlikle belirleyecektir. 29/3

 

Sözün özü İslam amiyane tabirle ‘’yan gelip yatma’’ yeri değildir. Müslümanlığımız ailelerimizden aldığımız miras şekli ile olmamalı. Bizler de çocuklarımıza bu kötülüğü yapmamalıyız. Kur’an ve sünnet dikkatli bir şekilde araştırılmalı dikkatlice okunmalı. Yukarıdaki gibi bir çelişkiye düşmek istemiyorsak bırakalım İslam’ın emirlerinden haberdar olan herkes Müslüman olma ya da olmamayı bilinçli bir şekilde yapsın. Psikolojik baskı yapılmadan, kişiler yanlış bilgilendirilmeden Kur’an’ın mesajlarından net bir şeklide haberdar edildiklerinde belki de birçok kişi Müslüman olmayı kabul etmeyecektir. Bu şekliyle insanlarımız ikiyüzlülükten de kurtulmuş olur. Ama yinede çift kişilikli olmayı isterlerse bu onların kendi bilecekleri bir iştir. Fakat unutulmasın ki bu şekilde bir kimlikle Müslümanlığımızı Allah’a (cc) onaylatamayız. Çünkü hayatımızda yaşadığımız her şeyde birbirimizle çekiştiğimiz her konuda Kur’an’ı ve dolayısı ile Peygamberimiz’in (S) Kur’an’dan çıkardığı hükümleri hakem kılmadıkça iman etmiş sayılmayacağız.

 

Hayır öyle değil; Rabbine andolsun, aralarında çekiştikleri şeylerde seni hakem kılıp sonra senin verdiğin hükme, içlerinde hiç bir sıkıntı bulmaksızın, tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça, iman etmiş olmazlar. (Nisa–65)

 

Selam ve dua ile…